Marvel dünyası yaklaşık 20 yıldır, fantastik ve süper kahramanlı sinema türünde ciddi bir ‘hegemonya’ kurduktan sonra özellikle son yıllarda biraz nefesini kaybetmeye başladı. Daha önce ‘solo’ bölümlerle tanıtmış olduğu süper kahramanlarının ‘toplu’ ve ortak maceraları ‘Avengers: infinity War’ ve ‘Endgame’ ile muazzam bir gişe başarısı yakaladı ama sonraki dönem biraz can sıkıcı oldu. Kuşkusuz önümüze yeni örnekler gelmeye devam etti ve belli bir seyirci kitlesini toplamayı başardı ama hem sinematografik açıdan başarısız hem de beklenen gişe hasılatının altında olmak sanki bir süper kahraman akımının sonunun başlangıcı gibi duruyordu!
Toplu maceralarını ‘iyi kötü’ bir sonuca bağlamayı başarmış Marvel ailesi tekrar solo maceralar sunmaya hatta bu fırsattan istifade ederek daha önce beyaz perdede arz-ı endam etmemiş veya sadece ‘şöyle bir görünmüş’ karakterleri filmlerinin merkezine koyarak yollarına devam etti.
Ancak bu sefer her şeyiyle ‘iyilik timsali’ karakterleri bırakıp anti-kahramanlara sarılmak isteği ‘sagaya’ yeni bir nefes katmak şöyle dursun aksine dip noktalara vuran sonuçlar verdi. İlk iki Venom’ genelde beğenilmedi, sonralarında gelen ‘Morbius’ ve özellikle Madame Web’ adeta birer faciaydı. Çok kötü eleştiriler almanın yanı sıra gişede de ‘duvara toslayan’ bu filmler arasında belki sadece ‘Venom 3’ tatmin edici bir gişe başarısı yakaladı ama her seferinde, başta çizgi roman külliyatına hakim hayranlar olmak üzere bütün seyircileri sıkan, bıktıran hatta belli ölçülerde (ait olduğu esere saygısızlıktan dolayı) utandıran filmler, sanki efsane bir saganın kimliğini kaybetmeye başladığının sinyallerini veriyordu.
Bu hafta sinema salonlarımıza uğrayan ‘Kraven’ üzerine değerlendirmelerimize geçmeden önce şunu da belirtelim: bu filmin bir özelliği de tabii ki ‘Marvel havuzunda’ yer almasının yanında Sony şirketinin ‘Spider-man evreninde gecen’ dördüncü film (SSU) olması… Bu detay gibi görünen ayrışma birçok seyirci için fazla bir anlam ifade etmese de kuşkusuz Marvel külliyatına hakim ve meraklı seyirciler için çok daha değişik anlam ve önem taşıyabilir. Belki de bu yüzden yabancı eleştirmenler filmden bahsederken ‘Marvel’ evreninden değil ‘Spiderverse’den bahsediyorlar!
Konudan kısaca bahsedecek olursak: Dmitri ve Sergei Kravinoff, bir Rus Mafya başı olan babalarının kontrolünde, Amerika’da önemli bir okulda yatılı öğrenim gören iki kardeştir. Bir gün babaları onları bir av gezisine götürür ve burada bir aslan saldırması sonucunda Sergei yaralanır. O sırada tesadüfen orda olan bir genç kız (Calypso) ona yardım amacıyla esrarengiz bir karışım içirir ve Sergei hayata döner. Üstelik insan üstü güçler de kazanmıştır ve bu sayede yolunu tamamen babasından ayırır ve kendince adalet dağıtmaya başlayacaktır.
KRAVEN’İ İNSAN ÜSTÜ YAPMAK SÜPER KAHRAMAN YAPMAK DEĞİL!
Öncelikle şunu belirmekte yarar var: yönetmen J. C: Chandor, başkarakterinin içinde bulunduğu fantastik evrenle arasına adeta bir mesafe koyarak hikayesini çok daha gerçekçi bir çerçeveye oturtmuş’ Filmin açılış sekansını kapsayan Craven’ın bir Rus hapishanesine götürülmesi, buradaki hesaplaşmalar ve buradan kaçış, eğer Kraven’ın adeta bir ‘çita’ gibi nerdeyse her yere tırmanması ve sıçramasını bir yere koyarsak belli bir ağırlık ve hatta dramatik bir tat taşıyor. Üstelik yönetmenin başkarakteri Craven’ı gösterirken onun biraz iç şeytanlarıyla boğuşan, hedeflediği kötü kişileri öldürdükten sonra bile tamamen huzur bulmayan bir ruh halinde tutması, başkarakterinin anti-kahraman yönünü güçlendiriyor. Bir de tabii Kraven’ın süper güçlerinin (inanılmaz bir kuvvet ve çeviklik) göreceli olarak daha ‘insani’ boyutlarda olması filmin kasvetli atmosferiyle uyuşuyor.
Ardından gelen flash-back’ler ise devrimci olmasa da Craven’ın iç dünyasına ışık tutması açısından ilginç. Kendisini varisi gibi gören babasıyla olan ‘toksik’ ilişkisi, hep üvey evlat gibi davranılan kardeşi Dmitri ile olan bağı ve hayatının çok kritik bir döneminde yaşadığı ‘büyük deneyimden’ sonra her şeyi arkasında bırakıp gitmesi ilgiyi ayakta tutan sekanslar içeriyor.
Hapiste bir Rus mafya liderinin öldürülmesiyle biten ilk bölümden sonra hikaye biraz daha ‘bilindik sulara’ açılıyor: Kraven’ın yıllar sonra avukat olmuş Calypso ile tekrar buluşması ve ikisinin de suçlulara karşı adaleti sağlama yollarındaki farklılık uzaktan Batman filmlerindeki Bruce Wayne-Rachel ilişkisini hatırlatıyor.
ÖRÜMCEK ADAM NEREDE?
Ancak filmde göze batan bir eksiklikten bahsetmekten istiyoruz: Film doğal olarak bir ‘spin off’ yani başka bir deyişle bir karakterin doğuşunu ve köklerini anlatıyor dolayısıyla ön plana Kraven’ı koyması mantıklı duruyor. Ama unutmamız da gerekir ki Kraven aynı zamanda bir anti-kahraman ve içinde bulunduğu ‘Spiderverse’ evreninde Spiderman’in bir düşmanı! Seyirci olarak en azından ‘ucundan kıyısından’ da olsa bir Örümcek adam varlığı veya en azından onunla gelecekte karşı karşıya geleceğine dair emareler arıyoruz.
Bunun yerine sadece Kraven’in suçlulara karşı yaptığı acımasız ‘temizliği’ izlemekle yetiniyoruz. Ama bu sahnelerin hem koreografi hem de şiddet açısından etkileyici olduğunu da kabul etmemiz lazım: gerek son sürat giden araçlarda gerçekleşen yumruk yumruğa kavgalar, gerek Kraven’in bütün vahşiliğini ortaya koyduğu suikastlar gerekse bir türlü tam olarak kopamadığı babası Nikolai’nin onu ‘bulaştırdığı’ dertlerle ve karşısına koyduğu yeni düşmanlarla mücadeleler olsun hikayede kanlı, şiddetli, sert ve hatta ‘yabani’ bir hava eksik olmuyor. Bunu arayan seyirciler bizce tatmin olmuş bir şekilde salondan ayılacaklar!
Arka arkaya sıralanan bu aksiyon sekanslarının arasını dolduran baba Nikolai-Sergei (yani Kraven)-Dimitri arasındaki ailevi ilişkiler, filme tempo katabilecek ve biraz daha üstüne gidilse çok daha yeni açılımlar getirebilecek bir zemin hazırlasa da tam olarak hedefine ulaşamıyor. Zaman zaman içten içe ‘fokurdayan’ bu aileyi görüyoruz, baba Nikolai’nin oğullarının üzerinde kurduğu baskı ve tehdidi hissediyoruz, çekimser kalan Dmitri ve adeta ‘çekip giden’ Kraven’ın eylemlerini mantıklı bir çerçeveye oturtmayı başarıyoruz ama bizce filme yeni bir boyut atlatabilecek bu yaklaşım aksiyon özüne dönülünce biraz yarı yolda bırakıyor.
ZAYIF DÜŞMAN TARAFI…
Kraven filminde bizce çok önemli bir yer tutan düşmanları ve onların başını oynayan Rhino karakteri ise ne yazık ki zayıf çizilmişler Kuşkusuz bu Rhino karakteri de sonradan ortaya çıkan bir gizem taşıyor ve özellikle filmde ilk gördüğümüz sahnede onun köpeğiyle oynaması ve neşeli bir üniversite öğrencisi gibi davranması karakterini ‘koltuğuna kurulmuş’ mafya babasından daha ayrı bir yerde konumlandıracağımızı müjdeliyor ama bizce bunun devamı pek gelmiyor.
Rhino’nun gizemi pek de şaşırtmayan bir şekilde açıklanıyor ve hikaye ilerledikçe tutumu klasik bir mafya babası tavrına indirgeniyor. Rolü üstlenen Alessandro Nivola’nın kapasitesi ve kariyeri göz önüne alındığında bizce bu biraz yazık olmuş!
Zalim baba Nikolai’da büyük oyuncu Russell Crowe bir kez daha yeteneğini konuşturuyor ve kötücül bir karaktere belli bir derinlik katmayı beceriyor. En son ‘Gladyatör 2’ filminde fark ettiğimiz Fred Hechinger Dmitri ve ‘West Side Story’nin yeni versiyonunda gözümüze çarpan Ariana DeBose Calypso rollerinde dozunda performanslar sergiliyorlar ama Debose’un biraz geri planda kaldığını da kabul etmemiz gerekir.
Ancak tabii ki en fazla dikkat ettiğimiz performans Kraven rolünü üstlenen Aaron Taylor-Johnson’ninki oluyor. Muhtemelen yakında yeni James Bond rolünde izleyeceğimiz oyuncu kariyerine bir Marvel ‘anti-kahramanı’ rolü de katarken inandırıcı bir portre çizmeyi beceriyor. Düzgün fiziğini genelde (ciddi bir antrenman geçmiş olduğu belli) beden dili ve karakterine kattığı ‘karanlık yönle geri plana atan Johnson, rahatlıkla büyük bir projeyi sırtlayabilecek kapasitede bir isim olduğunu kanıtlıyor.
Yönetmen Chandor, ‘Kraven’ filmi hakkında verdiği röportajların birinde, değindiğimiz son fiyasko Marvel uyarlamalarını da düşünerek: ‘İnsanların filmimize bir şans vermesi gerek….’ diyerek sözlerine başlıyor. Eski şaşalı günlerden çok uzak olsak da verdiğimiz şanstan pişman olmadık!