4-1 Trabzonspor yenilgisinden sonra Beşiktaş’ın içinde olduğu güncel durumu nitelemek gerekseydi, tüm temsil ve karşı temsil modellerine rağmen, Avcı sonrası hali derdim. Wolverhampton maçında Abdullah Avcı’nın teknik direktör olarak Beşiktaş’ın başında sahaya çıkması bu gerçeği değiştirmiyor. Şimdi ayrıntısına vakıf olmadığın bir dizi nedene bağlı olarak, Avcı sezon sonuna kadar Beşiktaş’taki görevini sürdürse bile, aslında Beşiktaş ve Abdullah Avcı’nın yolları fiilen ayrılmıştır. Kısacası balayı başladı ama çok kısa sürdü.
Esasında ortada çok ciddi bir kan uyuşmazlığı vardı. Skor ve sürekli kazanmaya odaklı büyük takım egosu ve talebiyle, yeni bir oyun inşa etme huzur ve sabırlı serinkanlılığı arasında uzlaşmaz açık bir çelişki var. Ve hiç kimse kusura bakmasın, bugün bu koşullarda bu çelişkiyi yumuşatacak hiçbir emare ve anlaşılır bir neden de yok. Türk taraftarı oyuna inanmıyor, onun iman ettiği tek kutsal, skor ve galibiyetlerdir.
‘’Vur, kır, parçala, bu maçı kazan’’ diyen bir zihin ve gelenek hâlâ çok güçlü ve kudretli.
Bu açık çelişkinin varlığına rağmen Avcı, unut verici işlerin altına imza atma başarısı da göstermedi. Türkiye’de gerçek manada ‘’top bende’’ oyununun tek şubesi olan Abdullah Avcı, sanki bu oyun çok kolaymış, bu oyunu bir yılda inşa etmek mümkünmüş gibi bir yanlış algı içinde debelenip durdu. Elindeki yetenek havuzunun, en azından başlangıçta, kafasındaki oyun planıyla uyumlu olmadığını fark edemedi.
Wolverhampton maçı sonrası basın toplantısında ‘’ hiç kimse teknik direktörlüğümü sorgulayamaz’’ dedi. Performans ve teknik direktörlük nitelikleri arasında bir ayırıma giderek, performası eleştiriye teslim etti ama teknik direktörlük niteliklerini geçmiş başarıların korunaklı alanında tutmaya kararlı göründü. Bana kalırsa hem performans hem de teknik direktör ehliyeti, beş haftalık bir süreç için sorgulanmaya açılamaz. Futbolun doğasında, altı haftalık hazırlık kampı ve altı haftalık reel rekabet koşulları, açık destekle kredilendirilmiştir. Sorgu bir yana, gerçek anlamda performans değerlendirmesi bile, bütün dünya da bir kural olarak altıncı haftanın sonuna ertelenir ya da askıya alınır.
Ama burası Türkiye, hiçbir kulüpte bu türden rasyonel düşüncenin emarelerine rastlanmaz. İstanbul Dukası takımlarında ise hiç rastlanmaz.
Kötülüğün Şeffaflığı adlı kitabında Fransız felsefeci ve toplum bilinci Jean Baudrillard, ‘’Lanetli Pay Teoremi’ni’’ irdelerken şunları söyler:
"Kesintisiz olumluluk üretiminin bir sonucu vardır. Çünkü olumsuzluk kriz ve eleştiriye gebeyse, abartılı olumluluk da homeopatik dozlarda kriz ve eleştiriyi süzme yeteneksizliğiyle felakete gebedir. Tohumlarını, basillerini, parazitlerini, biyolojik düşmanlarını kovalayan ve eleyen her biyolojik bedenin metastaz ve kanser tehlikesiyle, yani kendi hücrelerini yutan bir olumluluk ya da bundan böyle işsiz kalan kendi antikorlarınca yutulma tehlikesiyle karşı karşıya olması gibi, kendi olumsuz öğelerini kovalayan, kovan, defeden her yapı da tam bir tersinmenin getireceği felaket tehlikesine maruz kalır.
Kendi lanetli yanını temizleyen her şey kendi ölümünü imzalar. Lanetli Pay Teoremi böyledir.’’
Skor bağımlılığının bir kanser türü gibi, futbolun bütün bedenini kemirip erittiği Türkiye'de oyun inşa etmek de büyük bir felakettir, inşa edemeyip altında kalmak da. Abdullah Avcı’nın Beşiktaş ile yaptığı başlangıç, oyun tercihini korkunç bir şiddetle baskılıyor. Açık ki Beşiktaş bu oyunu oynamaya hazır değil, ve yine açık ki, bu oyunun temellerini atmak için bile çok ciddi bir zaman ve serinkanlılığa ihtiyaç var. Peki, buna rağmen Avcı, neden ısrar ediyor. Avcı "top rakipte oyunun’’ da en iyi uzmanlarından biri. Dahası, yetenek gerektirmeyen söz konusu oyunu geliştirmeden, top bizde oyunu oynanamaz, kuralını da çok biliyor Avcı.