Yunanistan’da ana muhalefet gücü Radikal Sol İttifak’ın (SYRIZA) lideri Aleksis Çipras, dün Yunanistan İş Adamları ve Sanayiciler Birliği genel kurulunda konuşurken, ülkesinin "Batı’nın ileri karakolu" haline geldiğini ileri sürdü ve, "Umarım olmaz, ama,” dedi, “eğer egemenliğimizi savunmamız gerekirse, kendimizi kandırmayalım, bir başımıza olacağız.” Bunu Avrupa Birliği’ne yönelik net bir güvensizlik bildirimi saymamak mümkün mü? Peki böyleyse bu mâkûl bir hal mi? Evet. Kabûlü zor gerçek, ama AB artık, üyesi Yunanistan’ın güvenle sırtını dayayıp dayayamayacağından emin olmadığı bir yapı.
Bilmiyorum, Rusya istilasına uğrayan Ukrayna’ya karşı güçlü ve zengin Batı devletlerinin gütmeye çalıştığı "el kirletmeden destek" politikası Çipras’ın apaçık itham içeren sözünü ne kadar şekillendirdi. Ancak Kiev yönetimine akıtılan silahlar ve verilen eğitim yardımları, moral destekler vs. ne cesamette olursa olsun, Rusya ordusu Ukrayna’nın şehir ve kasabalarını yerle bir, altyapısını imha etmeyi sürdürüyor. "Avrupa’nın ortasında" milyonlarca insan çoluk çocuk yollara döküldü, yerini yurdunu kaybetti, sersefil bir "beyaz mülteci" nüfusu oluştu. Öbür mültecilerle kıyaslandığında ne kadar kayırılırlarsa kayırılsınlar, perişan durumda bu insanlar. Onların yersiz yurtsuz köksüz kalışı, aynı zamanda kültürel, ekonomik, siyasî… birçok veçhesiyle "insanlık durumu"nda bâriz geri gidiş demek.
Muhtemelen iktidara geldiklerinde karşılaştıkları küçümseyici ve yer yer düşmanca tavır yüzünden Çipras’ta epey hayal kırıklığı yaratmış bulunan AB uzun zamandır ciddî itibar kaybına uğradığı gibi, toplam olarak "Avrupa"nın dünyada olan bitene etkisi günden güne azalıyor. "Avrupa" artık sadece kendisi için bir şeyler apartma amacıyla orayla burayla ilgilenir, alacağını alınca kaçarak uzaklaşır gibi. Kendi içine çekiliyor âdetâ. "Avrupa"nın, hele "birleşik Avrupa"nın, esas olarak demokrasi kültürü ve hukuk düzeniyle bir nevi insanlık ideali olarak tarif edilebildiği zamanlar geride kaldı. "Avrupa", havasını suyunu, huzurunu, güvenliğini ve olabilirse refahından minik parçaları paylaşmak isteyen dünya göçmenlerini jiletli tellerle, yüksek duvarlarla, silahlı ve vicdansız özel güvenlik kuvvetleriyle karşılayan, denizde teknelerine çarpıp ölüme terk eden, onları kurtaranları hapsetmeye kalkan, savaştan kaçanları bile ten rengine göre ayırmaya cüret eden, politikalarına çıkardan başka değer tanımayan hissiz bürokratlarca yön verilen, özelleştirilmiş devlet dairesi gibi bir şey. Avrupa’yı insan hakları ve özgürlükler, kısaca insan haysiyetini gözetme bakımından bir ideal, bir hedef kılmaya uğraşanlar, güncel siyaset üzerindeki etkilerini yitirmiş olsalar da, neyse ki tamamen ortadan kaybolmadılar ve aksi halde Akdeniz’de ölüme terk edilecek çaresiz mültecileri kurtaran cesur kadın kaptanlar kimliğiyle karşımıza çıkabiliyorlar. Fakat genel olarak AB dendiğinde gözümüzün önüne gelen, Üçüncü Dünya’da silah satmak için Afrikalı sahtekâr zalimlerin maiyetine rüşvet dağıtan Fransız firmalarıyla, arabalarını egzos denetiminden kaçırmak için özel yazılım üretip rezil olmuş Volkswagen yöneticileri. Hâlâ dünyanın ezilen garibanları azıcık daha iyi yaşasın diye onları kollamaya, desteklemeye gayret eden Avrupalıları görmezden gelmek elbette olmaz. Ancak ne yazık ki "Avrupa"ya rengini verenler onlar değil.
ARZULADIK AMA SEVMEDİK
Memleketimizde AB sadece zenginlerin çıkar birliği, emperyalist bir kulüp olarak görüldü. Avrupa’nın birleşmesi idealinin ulusal sınırların açılmasına, ulusal devletlerin zayıflamasına yol açma ihtimali, insanlık adına iyi bir şey sayılmadı. Aksine, AB "ulusal bağımsızlığa" karşı yarattığı tehlike yüzünden, ahalimizin kendini Batılı sayan, her şeyini Batı’ya göre ölçüp biçen kesimince de büyük tekinsizlik kaynağı muamelesi gördü. Düşmanımız olan "yedi düvel" içeride kime nasıl eziyet edeceğimize mi karışacaktı?
AB’nin sınır ve ulus aşırı hedeflerinin, en çok enternasyonalist özlemler çeken solcuları cezbetmesi beklenirdi. Ancak enternasyonalist özlemler çekmeyen sol Avrupa’nın -milliyetçiliği zayıflatacağı için- birleşmeyi teşvik eden solcularını, hak savunucularını, demokratlarını -burada başı sıkışıp destek aramadıkça- görmezden geldi. AB’yi -şüphesiz orada da birilerinin olmasını istediği gibi- emperyalistler kulübü özelliğiyle tanımladı. Ayrıca, şu mâhut "bağımsızlık" motifinin buradaki iktidar yapısını sürdürmede oynadığı rol öyle bulanıklık yaratıyordu ki, içe dönük hak-hukuk tanımayan, özgürlüğe tahammülsüz, ceberrut politikaların sahiplerince AB yolunun sürekli dinamitlenmesi sorun edilmiyor, aksine bundan memnun olunuyor, bu müttefiklik zemini sayılıyordu.
"Avrupa"nın bütünüyle ve sadece para yığınları üzerinde oturmuş, yoksulların kanını içen canavar gibi resmedilemeyişi, yakamızı bırakmayan, ciğerimizden midemize, kalbimizden ruhumuza her yerimize nüfuz etmiş illet yüzündendi. Oradaki hayata fena halde özeniyor, birçok yönden onlar gibi olmak istiyor, ancak her birimiz onun bir şeyini alırken o aldığımızın onsuz işe yaramayacağı başka şeylerini dışarıda bırakmayı zaruri görüyorduk. Bu yüzden aldığımız balık havasızlıktan ölüyor, getirdiğimiz çiçek güneşsizlikten soluyordu. Keşke tercih yalnız ahlâkla ilim-fen arasında olsaydı. Herkesin elbirliğiyle dışarıda bıraktığı, demokrasi, insan hakları, özgürlükler gibi zararlı maddeler oldu.
Bizim AB maceramız böyle gazete yazısında özetlenecek şey değil. Şu anda konumuz zaten, AB’nin kendisini getirdiği -düşürdüğü- konum. Fakat "düşürdü" diyebilmek için, "zaten öyleydi"yi kenara itebilmek gerekiyor ya, işte bu yüzden fazladan bunca laf etmek zorunda kalıyoruz.
'ÖLMEYE HAZIR'LARMIŞ!..
Avrupa Birliği adlı müessesenin bugün dününü arattıran sebeplerden biri, AB siyasetçilerinin ve bürokratlarının kalite ve seviye bakımından basbayağı alt liglerden gelmeleri mi yoksa genel bir nosyonsuzluğun, değersizliğin, zihnini tamamen güncel çıkar hesaplarına kaptırmış olmanın tesiriyle, kaliteli olanın da vasata uyması mı? Muhtemelen her ikisi de. Uzmanlık gerekiyor.
Bu uzmanlığın bende bulunmayışına rağmen AB hakkında yazmama yol açan iki vesileden biri, Çipras’ın girişte aktardığım sözleriydi. Bunları şöyle tercüme edebiliriz sanırım: "Bize silah falan verirler, haydi savaşın, arkanızdayız, derler, bize saldıran da o sırada şehirlerimizi yakar yıkar, insanlarımızı öldürür, ülkemizdeki hayatı durdurur…" Ukrayna’da gözlediğimiz, aşağı yukarı böyle bir durum. Avrupalılar, askerî kıyafetler giyip cephedeki askerlerin sırtını sıvazlayan, her lafı şehitlerden açıp bayrak ve kanla kapayan, kendi oğluna bedelli yaptıran bizim sahtekâr vatanperverleri andırıyorlar.
Geleyim ikinci vesileye. AB Komisyonu Başkanı -intihalci- Ursula von der Leyen, Brüksel’de Ukrayna ve Moldova’ya "aday ülke statüsü" verilmesi gerektiğini açıkladığı 17 Haziran günü, bir de kahramanlık tweet’i attı. Şöyle: “Ukraynalılar Avrupa perspektifi için ölmeye hazır. Avrupa rüyasını bizimle yaşamalarını istiyoruz.”
E, yaşıyorlar ya işte! Kâbus da rüya sayılmaz mı?
Hilebaz otokrat müsveddesi Viktor Orban’ın bile dışlanamadığı, hizaya getirilemediği, hukuk devletinin her kırıntısını yok etmeye niyetli Polonya sağcılarının yollarından döndürülemediği, dünyanın geri kalanına yönelik ayrımcılık ve ırkçılığın dallı budaklı ideolojileşmekte, ulusal sınırlar içerisinde ayrı ayrı faşizme müsait ortam yaratmakta oluşunun acil mesele sayılmadığı yerde hangi değerler, hangi idealler..? AİHM’in ilgi, dikkat ve performansındaki süratli olumsuz değişim ve şüphe uyandıran tercihleri gibi hem olgu hem gösterge niteliğindeki etkenleri de hatırlayalım.
AB dönüşebileceği en kötü şeye dönüşüyor. Von der Leyen gibi -güya tecrübeli; gerçi intihalci :)- siyasetçilerin şuursuzca açığa vurdukları zihniyet pek fena. "Koşun, bizim için ölecek birilerini bulduk!" diye sevinçle haykırıyorsun, bombardımanda insanların sevdikleri can verir, evi barkı yıkılırken; aynı sırada meslektaşların, "Yahu, Rusya’dan gaz almayınca da şimdi, sıkıntı olacak…" diye dertleniyor - dünyanın en zengin ülkelerinden birini temsilen!..
"Birleşik Avrupa ideali"nin kaybı, "N’ol’cak işte, emperyalistler…" denip geçiştirilebilecek şey değil. İnsanlık nüfusunun geçişimsiz ve keskin alttakiler-üsttekiler ayrımına doğru hızla ilerleyişini ivmelendirebilecek gelişmeler bunlar. ABD’de on yıllardır ilk defa parçalanma tehdidi ciddî ciddî mevzu edilirken Avrupa’nın ilk planda insan haysiyetini gözeten bir ulus-aşırı demokratik sistemde birleşme hevesini terk etmesi ve kalıcı bir "1. sınıf-2. sınıf" insanlık ayrımına hizmet etmesi, dünyayı bugünkünden daha berbat hale getirecek.
Ne demek ya, "ölmeye hazır"lar!