Ukrayna, sadece tanıklık ettiğimiz en acımasız işgallerden birine sahne olmakla kalmadı. Aynı zamanda meslektaşlarımın, siyaset yorumcularının, analistlerin ve hatta Bulgaristan başbakanının bile belleğinin dehlizlerinden büyük bir özgüvenle su yüzüne çıkardığı sömürgeci ve ırkçı söylemlerin de turnusol kağıdı oldu.
“Bunlar Iraklı, Suriyeli değil. Bizim gibi beyaz, mavi gözlü, sarı saçlı insanlar. Onlar ölüyor!”, dediler.
Hatta bunun üzerine Emine Şeçeroviç Kaşlı isimli Boşnak bir gazeteci, “Biz de sarı saçlı, mavi gözlüyüz. Bundan sonra Boşnaklar olarak kendimizi öyle savunacağız” diyerek konunun gülünçlüğünü yüzlerine vurdu.
Yorumcuların konuya bakış açıları o kadar deforme olmuştu ki, neredeyse “İsveçli bilim insanlarının yaptıkları son araştırmaya göre dünyadaki tüm mavi gözlü insanlar aynı atadan geliyor, nadir rastlanan göz renklerini kıtamızda birleştirmeliyiz” demelerine ramak kaldı.
O sırada Polonya sınırında on binlerce Ukraynalı mülteci, geçen sene Belarus tarafından sınıra yığılan Afganları ve Orta Doğulu mültecileri ellerinde sopalarla döven aynı sınır muhafızları tarafından sevecenlikle, sıcak içeceklerle ve kolay ulaşım seçenekleriyle karşılanıyordu.
Zaten olması gereken de buydu, ama herkese olmalıydı, ama’sız, fakat’sız şekilde, sadece beyaz Hıristiyanlara değil...
Hatta analizlerinin ölçeğini genişletip, “burada Putin’in desteklediği Suriye rejiminin bombardımanından kaçan Suriyelilerden söz etmiyoruz. Bize benzeyen ve canlarını kurtarmak için arabalarıyla kaçan Avrupalılardan söz ediyoruz,” diyenler bile vardı.
Ukrayna’da yaşayan Afrikalılar ve Güney Afrikalı öğrenciler de bu çifte standarttan nasibini aldı. Oysa o zamana değin Ukrayna vatandaşı olarak topluma bir şekilde entegre olmaya çalışırlarken, bir anda “kurtarılacaklar listesi”nin sonlarda buluverdiler kendilerini.
Sınırda 3 derecede iki aylık bebeği kucağında bekleyen Afrika kadına ve "kara kaşlı, kara gözlü" diğer sığınmacıların geçişlerine izin verilmediğine dair görüntüler aslında tüm durumu özetliyordu.
Tüm bunlar yaşanırken birileri de kıyaslamalı tarih yöntemine taş çıkartırcasına, “Afrika veya Orta Doğu’da yaşanan ve bizden uzaktaki diğer çatışmalardan farklı olan şey, burada öldürülenlerin Avrupalılar olması,” dediler.
Yetmedi, “bizim alışkın olduğumuz mülteciler değiller. Onlar Avrupalılar ve dolayısıyla biz ve diğer AB ülkeleri onlara kucak açmaya hazır durumdalar,” dediler.
İşi kültürel öğelerle sevimlileştirmeyi de denediler. “Ukrayna, bir Avrupa ülkesi. Halkı Netflix izliyor, Instagram hesapları var, özgür seçimlerde oy kullanıp sansür görmemiş gazeteler okuyorlar. Savaş, yoksullaşmış ve ücra yerlerde yaşayan halkların başına gelen bir şey değil artık,” dediler.
Kara tenli, siyah gözlü, esmer insanların doğal olarak savaşı, açlığı, şiddeti hak ettiğini ima ettiler. Nicelik yerine nitelik ağır bastı; savaş devam ederse komşu ülkelere 5 milyon kadar Ukraynalının sığınabileceği kaydedildi.
Burada eleştirel düşünceden nasip almış medya okur-yazarlarını rahatsız eden temel nokta ise, insani bir durumun böylesine kıyaslamalı şekilde ele alınması ve savaştan kaçan kişilerin arasında böyle bir kompartmanlaştırmaya gidilmesi oldu. Oysa acıların da, yaşam mücadelesinin de, ucunda ölümün olduğu savaşın da hiyerarşisi olamazdı, olmamalıydı.
Dil, çevresinde gözlemlediği tüm sosyolojik gerçeklikleri kendi değer yargılarıyla harmanlayan insanoğlu için, bilinçaltını dışa vurmada ve soyutlamada en saydam araçtır. Sarışın ve mavi gözlüleri idealize eden, Avrupa halkını tüm acı çeken halklardan üstün gören dil, işte böyle bir üst düzey soyutlama sürecinin ürünüdür.
Buna karşın, biri Suriyeli diğeri Ukraynalının ortak acısını yüreğinde hisseden, söylemini de bu çerçevede ve bu iki sığınmacı kategorisinin uluslararası insancıl hukuk karşısındaki eşitliğini gözeterek ortaya koyan kişiler de vardır.
Siyasi ve toplumsal duyarlılıkları zayıf olan veya hiç olmayan kişi, dil aracılığıyla acıların hiyerarşisini de kurar, toplumsal yaşamdaki eşitsizlikleri normalleştirir, zayıf ve kırılgan olan kesimlere yönelik yaralayıcı girişimleri önemsizleştirir.
Uluslararası hukuk penceresinden bakıldığında, ilkesel olarak Suriyeli mülteciler de Ukraynalı mülteciler ile aynı kategoride. Herkesin zulümden, şiddetten kaçıp sığınma talebinde bulunma hakkı var. Hem Suriyeliler hem de Ukraynalılar 1951 Cenevre Sözleşmesi ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi çerçevesinde uluslararası koruma gereksinimi olan kişiler... İki grup da ülkelerindeki savaştan kaçıyorlar ve kendilerine açık kapı politikası uygulanıyor.
Türkiye Suriyelilere geçici koruma statüsü verdi. Büyük olasılıkla Avrupa ülkeleri de benzer bir yol izleyecekler; zira 90’lı yıllarda eski Yugoslavya ülkelerindeki savaşlardan kaçanlara da mültecilik yerine geçici koruma statüsü verilmişti.
AB halihazırda Geçici Koruma Yönergesi’ni harekete geçirmeye hazırlanıyor. Balkan savaşlarının ardından 2001 yılında çıkarılan bu yönergenin uygulanması için, perşembe günü AB Konseyi’ne Avrupa Komisyonu tarafından teklif sunulacak.
Buna göre, geçici koruma tanımı kapsamında, AB üyesi olmayan ülkelerde yerlerinden edilip ülkelerine dönemeyecek durumdaki kişilere acil ve geçici koruma sağlanıyor. Bu süre zarfında oturum izni veriliyor, iş ve barınma desteği sunuluyor, sağlık ve eğitim imkanlarından faydalanmalarına ve aile birleşimlerine izin veriliyor. Bu yönergenin her yıl yenilenecek şekilde toplam 3 yıl için uygulanması gündemde.
Dolayısıyla, Suriyeli sığınmacılara olduğu gibi Ukraynalılara da uluslararası koruma statüsü verilecek. Ancak, başımızı normatif hukuk penceresinden biraz dışarıya uzattığımızda, beyaz Hıristiyan mülteci imajını merkezine yerleştiren dışlayıcı söylem baskın geliyor.
Öte yandan, siyasi irade ve istenç konusunda da farklılıklar söz konusu. İki grup da Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (UNHCR) prima facie, yani “varışta mülteci” kategorisine dahil olsa da AB sınırlarına kabul edilme anlamında siyasi istenç farkı oldukça büyük. Macaristan ve Polonya’nın Ukraynalı mültecileri ellerinde sandviçlerle, Afgan mültecileri ise sopalarla beklerken ortaya konan çifte standart bunun en belirgin örneği.
UNHCR’ın son verilerine göre, Ukraynalı mülteci sayısı 400 bine yaklaşıyor.
Ünlü düşünür ve dilbilimci Noam Chomsky’nin Dil ve Sorumluluk adlı kitabında da sözünü ettiği durum, tam olarak Ukrayna krizinde TV ekranlarına çıkan “uzmanların”, toplumsal denetim aygıtı olarak kitle iletişim araçları üzerinden kendi kültürel bilgi verilerini aktarmasıydı.
“Toplumun genelinin neler döndüğünden haberi yoktur, hatta haberi olmadığından dahi haberi yoktur” diyen Chomsky’e göre “sokaktaki adama nasıl köprü yapıldığını soramazsınız”, bunun için “çok özenle” seçilmiş bir uzmana ihtiyacınız vardır.
Ancak günümüzde Aydınlanma değerlerine adanmış dürüst ve ciddi entelektüellerin giderek marjinalleştirildiğinden dem vurur Chomsky ve şöyle der: “Hiyerarşi ve baskının temel başarısı, insan yerine konulmayanları, bunun doğal olduğuna inandırmalarıdır.”
Yani bir Suriyeli sığınmacı, BBC’deki yorumları dinlerken genetik ve fiziksel özellikleri sebebiyle Avrupa tarafından “makul sığınmacı” kabul edilmediğini içselleştirir; onun bebeğinin Esad bombardımanı altında sağır olması, kardeşinin yolda motosikletiyle erzak taşırken bir füze tarafından vurulması ise, bu yaklaşıma sahip kişilerin gözünde oryantalist bir acımanın ötesine geçmeyecektir.
Giderek bu uzmanların da toplumsal gerçekliği irdelerken takındıkları maskeler, güç ve ayrıcalıkların gereksinimlerine göre şekilleniyor; toplumsal ve bilimsel gerçekliklerin kamuoyuna sunuş şekli bile konjonktürel olarak değişiyor.
Her mülteci krizi ve benzeri her bir savaş, bize toplumsal gerçeklerin saydam şekilde irdelenmesini engelleyen zihinsel bariyerlerin ve görüş darlıklarının ne kadar yerleşik olduğunu ve insan yaşamı gibi temel bir hakkın bile, gücünü bir dirhem bile kaybetmemiş olan beyaz üstünlükçülüğü yüzünden iki ucundan çekiştirile çekiştirile hissizleştirildiğini gösteriyor.
Ukrayna’daki kaostan kaçanların da, Afganistan’dan, Irak’tan, Suriye’den kaçanların da haklı nedenleri olduğunu tüm nesnelliğiyle anlamak gerekiyor. Burada sorulması gereken, ağırlıklı olarak Polonya ve Macaristan’ın “sarı saçlı, mavi gözlü” Ukraynalıları niye aldığı değil, daha geçen sene can havliyle sınırlarına yığılanları neden almadığı, onları neden sınırdaki ormanlarda soğukta ölüme terk ettiğidir.
Ukraynalılar savaştan kaçarken, diğerleri havai fişek kutlamalarının gürültüsünden kaçmıyordu elbette. Çocuklarını, eşlerini üstlerine yağmur gibi yağan mermilerden, gelecek hayallerini yerle bir eden savaştan kurtarmak ve yepyeni bir yaşamı sıfırdan inşa edebilmek için biriktirdiği umut kırıntılarının peşi sıra koşuyorlardı.
Avrupa dışından gelen sığınmacıları almamak için kılı kırk yararak, her sene sınırlı kotalarla kabul eden, batılıyı “sığınmacı”, doğuluyu ise “terörist” olarak damgalayan zihniyet bir öz-eleştiriye gitmedikçe önümüzdeki dönemde birçok krizde bu utanılası sahnelerle yeniden karşılaşacağız.