Avrupa Komisyonu'na açık mektup
Adalarda kamp veya kamp dışında yaşayan mültecilerin sayısı Midilli’de 12 bine, Samos’ta 3 bin 500’e ve Sakız Adası'nda 2 bin 500'e ulaşmıştır. Göçmenlerin yerel halktan uzak yerlerde uzun süre alıkonulması ve günlük hayata katılamamaları insan haklarına aykırıdır ve gerek yerel halk gerekse de mülteciler açısından toplum psikolojisine olumsuz bir etkidir.
Rakel Sezer
Suriye ve çevre ülkelerde 2011'den beri süregelen savaş ve terörden Türkiye’ye kaçarak mülteci olanların sayısı 5 milyonu aşmıştır. Bu insanların yaklaşık 5’te 1’i Türkiye’de kısa veya uzun bir süre geçirdikten sonra yaşam koşullarının zorlamasıyla bir Avrupa ülkesine sığınma başvurusu yapmaya karar veriyorlar ve maddi manevi insanüstü mücadelelerle Türkiye’den komşu Avrupa ülkelerine karadan veya denizden ulaşmaya çalışıyorlar.
Ekim 2015’ten itibaren bu akın, Afrika ve Asya kıtalarından gelen mültecilerin katılımıyla en yüksek seviyelere ulaşmış ve bu tüm Avrupa ülkeleri genelinde 2'nci Dünya Savaşı'ndan beri yaşanan en büyük insan göçü olarak kabul edilmiştir.
Öncelerinde acil durum niteliği taşıyan bu göç, Avrupa ülkelerinin sınırlarından kolay geçiş sayesinde kıta genelinde dengelenmiştir. Fakat göçün hacmi arttıkça Avrupa parlamentosunda güvenlik endişeleri, finansal sorunlar ve seçmenlerin rahatsızlıkları dile getirilmiş ve Avrupa Birliği olası bir siyasi krize önlem olarak bu göçün mümkün olduğunca Türkiye sınırları içinde tutulması için Türk devleti ile bir pazarlığa oturmuşlardır.
Pazarlık sonucu varılan anlaşmanın devreye girmesinin ardından Yunan adalarında ve Avrupa Birliği'ne sınır teşkil eden bölgelerde yüz binlerce göçmen mahsur kalmıştır, yani bulundukları bölgelerden yollarına devam etmeleri engellenmiştir. Bu bölgelerde barınma olanağının olmaması veya kısıtlı olması yüzlerce göçmenin hayatını kaybetmesine yol açmıştır. Örneğin Sırbistan-Macaristan sınırında 2017 yılının Ocak ayında -20 dereceyi bulan hava koşullarında donma ve hatta intihar vakaları rapor edilmiştir.
Göçmen akınının bugünkü durumuna bakıldığında bu pazarlığın göçmenler için çözüm sunmaktan uzak oluğunu ve bilakis insan haklarını hiçe saydığını görebiliyoruz. Bu durumu gözler önüne seren bir tablo için Avrupa Komisyonu tarafından ‘hot spots’ diye de adlandırılan göçmen kamplarına bakabiliriz. Buralarda göçmenlerin insan haysiyetine aykırı yaşam koşulları içinde barındırıldığına ve sığınma başvuru süreçlerinin gayri ciddi, gayri hakkaniyetli ve halihazırda bu konuda Avrupa Komisyonu tarafından yayınlanmış mülteci hakları yönetmeliklerinin çok uzağında bir keyfiyetle işlediğine şahit oluyoruz.
Örneğin Sakız Adası'nda ordu tarafından yönetilen kampın durumu içler acısıdır. Şu anda kampın bin 200 kişilik azami kapasitesi aşıldığından, kampın etrafında kontrolsüz büyüyen bir çadır kent oluşmuştur. Yönetim, kamp dâhilinde yönetmelik uyarınca mültecilerin sağlık, güvenlik ve diğer temel ihtiyaçlarını karşılamada yetersizdir.
Anlaşma gereği Avrupa ülkelerinden Türkiye’ye ve Yunanistan’a göçmenlerin temel ihtiyaçları ve güvenliği için milyonlarca euro aktarılmıştır ve aktarılmaya devam etmektedir. 2015 yılında uluslararası acil durum olarak nitelenmiş olan göç dalgasının, 2018’e gelindiğinde artık yönetilebilir hale gelmesi gerekirken, yani insani barınma koşullarına ve hukuki işlemlere dair göçmenlere ilişkin oluşturulan mevzuatının devletler ve Avrupa Parlamentosu düzeyinde uygulanması gerekirken, o günden bugüne bu konularda hiçbir gelişme kaydedilmemiştir. Kamplardaki öngörülen kapasitelerin aşılmaması, yeni kayıt yapan bir göçmenin ilk görüşme tarihinin, kişinin özel durumu da hesaba katılarak verilmesi ve bir mültecinin kampta geçirebileceği azami sürenin İnsan Hakları Beyannamesi'ni ihlal etmeyecek şekilde belirlenmesi gerekirdi. Şu anki durumda ise, sığınma başvurusu yapmış bir kişiye ilk görüşme tarihi olarak 2-3 ay sonrası verilebilmektedir. İlk görüşme sonrasında, gerek göçmenlerin sürece dair bilgi yetersizliği, gerekse lisan engeli nedeni ile başvurular çoğunlukla reddedilmektedir. Göçmenlerin verilen kararı temyiz hakları vardır. Fakat bu da beraberinde olumsuzluklar getirmektedir. Çünkü göçmenler temyiz tarihini kamp koşullarında beklemek zorunda kalmaktadır ve bu da zaten kalabalık olan kamplardaki nüfusu daha da arttırmaktadır. Kamplarda bir mültecinin ortalama kalış süresi bir seneyi bulmaktadır.
Ne yazık ki göçmen akının başladığı 2011’den bugüne geldiğimiz nokta budur. Kamplardaki ağır koşulların sonucunda ortaya çıkan insani ihtiyaçların bir bölümü halen, sayıları iyice azalmış olan küçük ve orta ölçekli sivil toplum örgütlerince karşılanmak zorunda bırakılmıştır. Botla adaya ulaşan göçmenlerin ilk yardım ve kıyafet ihtiyaçları, kamplardaki içme suyu ihtiyacı, göçmenlere çıkan yemeklerin tat ve besin değeri açısından kalitesizliğinden doğan beslenme ihtiyaçları gibi... Avrupa Komisyonu 2016 sonunda büyük bütçeli sivil toplum örgütlerine sağladığı kaynakları kısmış ve bunun sonucunda hemen hemen hepsi adadan ayrılmıştı. Avrupa Komisyonu, tüm yetkiyi ve kaynağı Yunan İçişleri Bakanlığı'na aktaracaklarını belirtmişti.
Göçmenler adına yüklü bir kaynağa sahip olan Yunanistan bir an önce gerekli planlamayı yapmalı ve insani ihtiyaçları Avrupa Komisyonu Göçmen Hakları yönetmeliklerine uygun içişleri faaliyet planı çerçevesinde gidermelidir. Sivil toplum örgütleri ise kültürel entegrasyon, sosyal aktiviteler, yabancı dil öğretimi ve özellikle gençler için iş geliştirme gibi konularda daha etkin rol almalarını sağlayacak projeler geliştirmelidir. Adalarda kamp veya kamp dışında yaşayan mültecilerin sayısı Midilli’de 12 bine, Samos’ta 3 bin 500’e ve Sakız Adası'nda 2 bin 500'e ulaşmıştır. Göçmenlerin yerel halktan uzak yerlerde uzun süre alıkonulması ve günlük hayata katılamamaları insan haklarına aykırıdır ve gerek yerel halk gerekse de mülteciler açısından toplum psikolojisine olumsuz bir etkidir.
Göçmenlerin cephesinden baktığımızda Avrupa Birliği ve Türkiye arasındaki pazarlığın ve geri kabul anlaşmasının onları asla yollarından döndürmemiş olduğunu görüyoruz. Göçmen akını tüm hızıyla devam etmektedir. Temmuz 2018’de neredeyse her gün 100’ün üstünde mülteci adalara ulaşabilmiştir.
Avrupa Komisyonu halen bu durumu acil ve geçici bir durum olarak nitelendirmektedir. Oysa görülen odur ki Türkiye’den adalara mülteci akını uzun yıllar devam edecek. Bu nedenle, devlet ile sivil toplum örgütleri beraber oluşturacakları bir kriz eylem planı çerçevesinde işbirliği yapmalıdır. Avrupa Komisyonu, bu plana dâhil yetkilileri mültecilere yönelik insani yaşam koşulları sağlamak konusunda ve uygulanan hukuki süreçte profesyonel seviyede desteklemelidir; ayrıca gerekli hallerde denetim, eğitim ve rehberlik hizmeti sunmalıdır. Sivil toplum örgütlerinin üzerinden, yıllardır süregelen sağlık ve temel ihtiyaçları karşılama yükü büyük ölçüde alınmalıdır. Bununla beraber bu örgütler, devlet yetkilileri ile yapılacak bir iletişim planı çerçevesinde aciliyet gerektiren hususları veya vakaları tespit edip yetkililere ve hatta aciliyet düzeyine göre üst kademe devlet yetkililerine raporlama sorumluluklarını sürdürmeli ve hızlı sonuç alabilecek konuma getirilmelidirler.
Geçici yaşam yeri olarak belirlenmiş adalardaki ve diğer sınır bölgelerindeki bu ‘hot spot’lar, tıpkı bir hastanenin acil ünitesi gibi değerlendirilmeli ve mültecilerin insani, sosyal ve hukuki talepleri kriz eylem planı çerçevesinde kişinin geri dönüşe engel olarak beyan ettiği iddianamelerine uygun olarak, etkin ve ‘hızlandırılmış’ bir şekilde karşılanmalıdır. Mültecilerin, seyahat ve hareket özgürlüklerine kavuşmuş olarak bir an önce ‘taburcu edilmeleri’, geride bırakmak zorunda kaldıkları hayatları ile umutları arasına bir duvar örmek değil bir köprü kurmak hedeflenmelidir.