Türkiye’nin son Azerbaycan ve Moldova hazırlık maçları gösterdi ki, ulusal takım önceden belirlenmiş bir stratejiyle turnuvaya başlamayacak. Strateji belirsizliği aynı zamanda taktik olarak paketlenmiş bir oyunun, belirsizliğine yol açacak. Deyim uygunsa Şenol Güneş, her maçı rakip analizi verileriyle yorumlayacak ve o verilerin işaret ettiği olgular için, her maç farklı bir planla sahaya çıkacak. Kaldı ki, Azerbaycan ve Moldova hazırlık maçları, bu düşüncenin ürünü olarak oynandı. Sözünü ettiğim pragmatik yaklaşım, bu turnuvada Türkiye’nin en yumuşak karnını oluşturacak. Ve sırf bu yüzden Türkiye’nin oynayacağı bütün maçlar öngörülemez nitelikler taşıyacak. Her maçı farklı strateji ve planlarla oynamak, Türk futbol algısının büyük bir yanılsaması ve yanılgısıdır. Bu varsayım, bütün oyuncuları aziz seviyesine çıkarıyor. Aslında aziz demek ilahi bir lafı çağrıştırsa bile, her belirsizlik bir mucizeye bakıyor ve mucize beklentisi de işi zaten metafizik bir boyuta taşıyor.
Bana kalırsa Türk futbol geleneği, standart bir oyunu sabitleme yetenek ve zihniyetine sahip olmadığı için, ortaya böylesine "ortaya karışık durumlar" çıkıyor. Belirli bir oyunu oynamayı başaramayanlar, her oyunu oynayabileceklerini varsayarlar. Bu, bir mesleği olmadığı halde "her işi yaparım abi" diyen birinin tavrıdır.
Sabit bir oyundan yoksun olmak Türkiye’yi üç bölgeli oyunlara mahkûm ediyor. Futbol oyunu iki halden oluştuğu için, sabit bir oyuna sahip olmak bile, bir şeylerin garantisi olmuyor. Topu iki hali üstüne, iki hali de gerçekçi bir biçimde oynayabilecek plan ve yapılar inşa etmedikçe, "biz çok iyiyiz" demek mümkün olmaz.
Günümüz futbolu üç bölgeli oynanmıyor; oyunun ilerisi ve gerisi olarak iki temel yapılanmayı şart koşuyor. Çünkü üç bölgeli oyun, bölgeler arası boşlukları doldurmayı imkânsız kılıyor. Bugün aklı başında bütün teknik adamlar ve futbol düşünürleri, geçiş oyunları için kullandıkları yöntemlerin hemen hepsi, söz konusu üç bölgeli oyunun bölge boşluklarına odaklanıyor. Futbol oyununun ölümcül alanları işte bu bölgeler arasındaki sınırların boşluğunda gizli.
Türk futbolu gerek savunmada gerekse de hücumda, o pozisyonların gerektirdiği hız ve çabukluk için, o boş alanları ne hücum ederken kullanabiliyor ne de savunma yaparken. Üç bölgeli görevlendirmeler buna engel oluyor. Söz gelimi siz herhangi bir maçta, Burak Yılmaz’ı ilk preste ya da ilk geriye koşuda görebildiniz? Aynı şey Cengiz Ünder için geçerli. Yusuf Yazıcı'nın oyun algısında da bu iki yönlü oynama kültürü yok. Buna kısmen Hakan Çalhanoğlu’nu da dahil edebiliriz.
Avrupa Şampiyonası'nın muhtemel ideal kadrosunda bu dört oyuncuyu göreceğimiz neredeyse kesindir. Bunun anlamı şudur, her rakip birinci bölgeden baskı görmeden çıkabilecek. Bunun da anlamı şudur; her rakip açılış paslarında elde ettiği bu kolay imkân nedeniyle kendi taktik planını uygulama imkânı bulacak.
Eğer bu doğru bir varsayımsa Türkiye her rakibi ikinci bölgede karşılayacak. Eğer hücum oyuncularının pres için tam desteği sağlanmıyorsa, ikinci bölgede sadece üç oyuncu ile rakip atakları etkisiz hale getirilecek demektir bu. Bu versiyon, kendi başına takımın iş birliğini bölmek anlamına geliyor. İkinci bölgedeki oyuncuların çok yetenekli oyuncular olmadığını biliyoruz. Yetenek azlığı yüzünden ikinci bölge sürekli geriye doğru oynamak zorunda kalacak.
Savunmanın orta saha ile kuracağı ilişki eğer defansif bir derinlik oluşturacaksa, o zaman hücum planı nasıl şekillenecek? Defans ve orta saha ilişkisi top ve alanı ileriye doğru genişletmiyorsa, ki bu olmayacak, o zaman hücum girişimi, geriden kenarlara atılan uzun toplar üzerinden işlev görecek.
Bu oyun anlayışı ve felsefesiyle Türkiye, gruplardan çıkacak bir potansiyel sergileyemiyor. Çıkması kesin şanslı rastlantılara bağlı olacak. Aslında bütün bu söylediklerimizi ilk İtalya maçında görme şansımız olacak. Umarım yanılıyorum.