Avrupa solunda 'milliyetçilik' tartışması

Alman Der Spiegel dergisinde yayınlanan Michael Sauga imzalı bu makalede 'Avrupa solcularının bazı kesimleri', Fransa'da 'merkez sol' söylemle başkanlık koltuğuna oturan Macron’un 'daha güçlü bir Euro Bölgesi yaratma politikalarından' ötürü, 'popülist sağa sarılmak' eleştirisini getiriyor. Konuya AB'nin güçlendirilmesi perspektifinden bakan Sauga, 'kuşkucu' olarak nitelendirdiği bir kesimi ise 'sağ ve solun ayrışması' ekseninden baktığını savunuyor.

Abone ol

Michael Sauga * 

Ekim Devrimi’nin babası, halefinin devletin o dönemki doktrinini (birkaç kısa cümle ile) değiştirmesinden yalnızca birkaç ay sonra öldü. Lenin, komünizmin ancak başarılı bir küresel devrimden sonra uygulanabileceğini ifade etmiş olmasına rağmen, Stalin kendi ulusunun sosyalist gelişimine öncelik vermişti. 1925 yılında düzenlenen bir parti kongresinde, işçi sınıfının öncülüğündeki çiftçilerle birlikte Sovyetler Birliği’nde bir proletarya cennetinin yaratılacağını ve böylece “Tek ülkede sosyalizm” teorisini uygulayabileceğini savunuyordu ki komünist hareket bu teori nedeniyle 'milliyetçilerle', 'enternasyonalistler' arasında bölünecekti.

Görünüş bizi aldatmıyorsa, Batı Avrupa’nın siyasi solunda bugüne dek mevcut olan bir sorun tekrar ortaya çıktı. Fransa’nın Emmanuel Macron ya da Almanya’nın Sigmar Gabriel gibi ılımlı merkez-sol politikacıları ve sosyal demokratları ortak para birimine destek olmak için bir Avrupa ekonomik ve finans hükümetine doğru yol alırken, daha radikal solcular grubuysa bunun tam tersine hareket etmektedir: Ulus-devlete dönüş.

İngiltere’de, İşçi Partisi’nin Genel Başkanı Jeremy Corbyn, Avrupa Birliği açısından Muhafazakâr Parti Başkanı Theresa May’den biraz daha uygun görünmektedir. Fransa’da Sosyalist Parti’nin başkan adayı Jean-Luc Melenchon, Avrupa, zenginlere ve “Alman zehrine” karşı bir kampanya yürüttü ve bu sürecin ardından yüzde 20 oy toplayabildi. Öte yandan Almanya’daki sol hareket liderleri, uluslararası finans sermayesi hakkında eskiden olduğu gibi “demokrasiden sıyrılmış bir Brüksel makinesi” biçiminde şiddetli eleştiriler ifade ediyorlar. Örneğin eski Şansölye Gerhard Schröder'in hükümetine sosyal demokratların emek piyasası reformları konusunda tavsiyelerde bulunan sosyolog Wolfgang Streeck, bugün Macron’un fikirlerini “Avrupa Birliği’ne karşı bir darbe hareketi” diyerek eleştiriyor. Eski Sol Parti lideri Oskar Lafontaine ise “Avrupa'yı bir arada tutmak yerine bölmekte” olduğunu düşündüğü para birliğini (Euro Bölgesi) havaya uçurmayı tercih edeceğini belirtti.

SAĞ, YENİ SOLDUR

Bu solcu-milliyetçiler ilerici ve sınıf bilinci sahibi olduklarını iddia ediyorlar. Kendilerini ayrıcalıklı emeklilerin ve işsiz Güney Avrupalıların gözdesi olarak görüyorlar ve mücadelelerini demokrasi bayrağı altında devam ettiriyorlar. Ancak Avrupa'daki çözümsüz mali krizinin cevabının özünde, Marine Le Pen ve Geert Wilders ile aynı cevabı verdikleri gerçeğini saklayamazlar. Kıta Avrupası’nın tanınmış sağcı popülistleri gibi Avrupa’nın geleceğini geçmişte, sınırlarda ve Alman Markı’nın, Fransız Frankı’nın ve İspanyol Pesetası’nın yeniden tedavüle sunulmasıyla yürütülecek bir sermaye kontrolünde var edebileceklerini düşünüyorlar; sanki bütün bunlar, kıtanın ekonomik çatışmalarını bir çeşit kaplıca tedavisiyle halledilebilirmiş gibi...

Yeni sol haline gelen sağcı radikal eleştirmenler şık ve modern görüntü kampanyalarında cıvıldaşıyorlar. Gerçek olan şu ki; hepsi yanlış ve tehlikeli bir yoldalar. Avrupa’nın ulus-devletleri kaynaştırma fikri küresel bir ekonomiyi sürdürmek hususunda oldukça zayıf görünüyor; hâlâ şuurunu yitirmemiş olan Brüksel’in yaydığı (birleşik) Avrupa öncesi çağın nostaljik romantizmi, -İspanya’daki Podemos hareketinden sağcı Popülist Alternatif Almanya partisi içindeki Frauke Petry hareketine dek- gerçeklikle ilgisi azdır.

Kıtanın 1980 ve 1990’larda ekonomik olarak en az bugünkü kadar bölünmüş olduğu gerçeğini hatırlayalım. O yıllarda Avrupa'nın güney ülkelerindeki faiz oranları genellikle kuzey ülkelerindekinden birkaç puan daha yüksekti; zira yatırımcılar sürekli biçimde döviz kuru endişesi yaşıyorlardı. Bu sorunlar ekonomiyi cılızlaştırdı ve toplumun en alt katmanlarında en büyük zorlanmayı yarattı. Portekiz ya da İtalya’da yaşanan birçok devalüasyonun sonucu olarak, fiyatlar yeniden yükselip, insanların tasarruflarına zarar verdiğinde, en fazla sorun yaşayanlar Güney Avrupalı işçiler, emekliler ve küçük işletme sahipleriydi. Nitekim, Liret (İtalyan ulusal para birimi) ve Drahmi (Yunan ulusal para birimi) dolaşıma girerken, Güney İtalya ve Yunanistan modern Avrupa’dan kopmuş bir hale geldi.

Sol kuşkucular, muhafazakâların Brexit kampanyasına eşlik eden aynı bakış açısıyla “Kontrolü yeniden ele almak istiyoruz” diyorlar. Oysa, Güney Avrupa ülkelerinin günümüzün para politikası üzerindeki etkileri eskisinden daha fazladır. Almanya’nın yaşadığı rahatsızlıkta, Avrupa Merkez Bankası’nda Club Med’in bulunduğu ülkelerin çoğunlukta olmasının etkisi vardır. Ancak euro öncesi dönemde, Roma veya Paris'te bulunan ve resmi anlamda bağımsız olan merkez bankaları, Frankfurt’ta bulunan Alman merkez bankası Bundesbank’taki mevkidaşlarınca verilen neredeyse tüm faiz oranı kararlarını taklit etmek zorunda kaldılar; çünkü Alman parası kıtasal döviz ticaretine hakimdi.

Uluslararası finans piyasası, Avrupa’nın parasal çeşitliliğinden yararlananlar arasında yer aldı. Döviz kurları Avrupa Para Sistemi (EMS) tarafından belirleniyor olsa bile ayarlamaların herhangi bir zamanda mümkün olduğu göz önüne alındığında, ekonomik zâfiyet dönemleri maceraperest yatırımcılar açısından gelecekteki devalüasyon olasılıkları hakkında spekülasyon yapma fırsatı verdi. Buna en önemli örnek, 1992 yılında İngiliz pounduna karşı oynayarak bir milyar Dolar kazanan Macar asıllı Amerikalı finans şirketi sahibi George Soros’tur.

Fakat Avrupa Birliği'ne karşı yapılan radikal eleştiriler, büyük sermayenin hakimiyetinden daha fazla iş görmeyecektir. Ayrıca bu durum, Brüksel’deki sözde kemer sıkma politikalarına duyulan güvenden daha çok Bundesbank’a ve küresel olarak hareket eden spekülatörlere güven duymayı gerçekten isteyip istemediklerine dair daha büyük bir soruyu akla getiriyor.

BRÜKSEL'İN ÇOK FAZLA GÜCÜ YOK, ÇOK AZ GÜCÜ VAR

Ekonomik birliğin kötü tasarlanmış olduğunu söyleyen Melenchons ve Lafontaines haklıdır. Sadece nedenleri yanlış belirliyorlar. Asıl sorun, Brüksel’in çok fazla güç sahibi olması değil, çok az güce olmasıdır.

Euro bölgesi dünyanın ikinci büyük para birimi bölgesi ama kendi bütçesine dahi sahip değildir; vergileri belirleyemez, borç alamaz veya kendi ekonomik politikalarını takip edemez. Brüksel’de Euro bölgesi için tek bir maliye bakanı yerine -kimsenin tanımadığı- üç farklı komisyon üyesi, gerçek anlamda güçleri olmaksızın sorumludur.

Asıl güç, yeterli parlamento gözetimi olmamasına rağmen, (ulusal bütçelerini denkleştirmek için) çıkar gruplarının ne istediğini, ulusal bütçelerini ve bir sonraki seçim tarihini çok iyi bilerek kapalı kapılar ardında bütün mühim kararları veren Euro bölgesi üye ülkelerinin 19 maliye bakanının elindedir.

Neticede yapılması gereken şeyler aslında bitmemiştir. Maliye bakanları, mesela altı yıl süresince finansal işlemlere Avrupa çapında bir vergi uygulanmasını vaat ediyorlar. Ancak yerli bankacılık lobileri buna karşı olduğu için vergilendirme hâlâ gerçekleşemedi. Alman Maliye Bakanı Wolfgang Schäuble ve Euro bölgesinde mevkidaşı olan üyeler, Avrupa Komisyonu’nun ulusal vergilendirme ve harcama politikaları konusundaki önerilerini kibarca kulak arkası ettiler; böylece bu önerileri hemen unuttular. Fransa’nın bütçe açığı ve Almanya’nın ticaret fazlası karşısında kendi iddialarının arkasında duruyorlar; ancak Euro bölgesindeki yeni borçlanmaların Maastricht Antlaşması’nda öngörülen yüzde 4'lük kriterin altında olduğunu ve topluluğun ortaklaşa ticaret fazlasının Almanya’nın yarısı kadar bile olmadığı gerçeğini kimse dile getirmiyor.

OTOMATİK DENGELEYİCİLER

İşte bu sebeplerden ötürü Euro bölgesi dahilinde kapitalizmin geliştirilmesinde tarihsel açıdan etkin araçlar şeklinde tanınan kurumlar oluşturmak, aslında yoğun bir sol projedir. Avrupa işsizlik sigortası veya AB tarafından alınan vergi gibi bir şey olsaydı, Euro bölgesi neticede ekonomistlerin “otomatik dengeleyiciler” dediği şeyde karar kılardı: Kriz durumlarında, para otomatik olarak zenginlerden fakirlere doğru akacaktı.

Euro bölgesi bir maliye bakanı tarafından yönetilir ve kendi parlamentosu tarafından kontrol edilirse, ekonomik topluluk nihayetinde demokratik bir yapıya kavuşacaktı. Ayrıca, şayet kendi bütçesine sahip olabilseydi, Avrupa Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker, Avrupa’daki yatırımları teşvik etmek istediği zamanlarda üye devletlerin kalkınma bankalarını para için sıkıştırmak zorunda kalmazdı.

Euro bölgesi hâlâ İngiliz ekonomist John Maynard Keynes’in ekonomik dalgalanmaları yatıştırmak ve ekonomik krizleri dengelemek için gerekli gördüğü hemen hemen tüm araçlardan yoksun. Macron da bu eksikliği gidermek istiyor. Elbette planlarını uygulamak yıllar alacak. Yine de buna değecektir; çünkü Sosyal Demokratlar’ın bildiği üzere tarih, tarihsel olarak belirlenmiş bir son noktaya doğru yol almaz. Tersine, yolculuğun kendisi bir hedeftir.

Solda bulunan kuşkucular, geçmişe kaçmak isteyip istemediklerine ve böylece sağ kanadı güçlendirmeyi göze alıp almadıklarına ilişkin soruya bir yanıt vermek zorundadırlar. Daha önce bir zamanlar ciddi bir hata yapıldığı görülmüştü: 1920'lerin sonunda, Stalin'in milliyetçi fikirlerinden esinlenen Almanya Komünistleri daha enternasyonalist düşünen Sosyal Demokrat Parti’nin yeminli düşmanı olduklarını ilan etmişlerdi.

O sırada solun bölünmesi, bugün iyi bildiğimiz üzere, faşizmin yükselmesine büyük bir katkıda bulunmuştu.

* Makalenin aslı Der Spiegel'de yayınlanmıştır. (Çeviren: Tarkan Tufan)