Avrupa Birliği ve Türkiye ilişkilerinde yeni bir dip noktayı gördük: Avrupa Parlamentosu’nun 19 Mayıs’ta yayınlanan raporu, zaten hiç de hafifsenemeyecek eleştiriler yönelten öncekilerden de sertti. 2019-2020’deki insan hakları meselelerine ve demokrasinin “geri kayışına” dikkat çeken rapor, aynı zamanda Türkiye’nin dış politikasını eleştiriyordu. Rapordaki "AB üye ülkelerine karşı yasadışı eylem dahil olmak üzere agresif dış politika hamleleri" cümlesi, doğrudan Yunanistan ve Doğu Akdeniz konularına atıftı. Özellikle de bu konu, Türkiye ile 2005’ten beri süren tam üyelik müzakerelerinin resmen sonlandırılması için sebep gösteriliyor. “Türkiye’nin hükümeti, ne yazık ki, üye adayı bir ülkeden beklenmeyecek biçimde, artan ölçüde ve hızla kendisini AB’nin değerleri ve normatif çerçevesinden uzaklaştırmıştır" deniliyor.
Bir yanda, “Türkiye’nin hükümetiyle” giderek yakınlaşan AB Komisyonu ve AB Konseyi gibi atanmış kurumlar; öte yanda ise, seçilmiş AB Parlamentosu’nun ezici çoğunluğunun, Ankara’yı dışlamamak istemesi söz konusu. Öncelikle, bu durum AB kurumları arasında fikir ve yaklaşım ayrılıkları olduğunun bir göstergesi. Benzer bir yaklaşım farkını, Avrupa Parlamentosu’nun Çin ile yapılan yatırım anlaşmasının onaylanması sürecini askıya alması kararında da gördük.
Malum; Avrupa Parlamentosu, Türkiye hakkındaki kararın hemen ardından, 20 Mayıs’ta AB liderlerinin 2020 sonunda Çin ile vardığı anlaşmanın onayının askıya alınmasına karar verdi. AB-Çin Ticaret Anlaşması’nın (CAI) müzakeresi 7 yıl sürmüş ve sonunda Çin lideri Xi Jinping’in Avrupalı liderlerle gerçekleştirdiği bir video-konferans ile sonuca bağlanmıştı. Aradan geçen yaklaşık 5 ay sürede, AB tarafında anlaşmadan memnun olmayanlar, Xinjiang ve Hong Kong konularını ileri sürerek, Çinli bazı yetkililere yaptırım uygulama kararı alınmasını sağladı. Pekin de AB’den kişilere yaptırımla karşılık verince, Avrupa Parlamentosu’nda da Çin ile ticaret anlaşmasını askıya alınması süreci tetiklendi.
Ancak, Çin ve Avrupa Parlamentosu (AP) arasındaki zıtlaşma ile Türkiye ile olan arasında ciddi bir fark var. AP, Pekin ile pazarlık kapısını açık tutuyor ve Çin ile olan ticaret anlaşması CAI’nin müzakeresini yaptırımların kaldırılmasına bağlıyor. Türkiye olan durum ise daha karışık: Tam üyelik müzakerelerinin askıya alınmaması için Ankara’nın iç ve dış politikadaki tutumlarının tümünü değiştirmesi gerekiyor. Osman Kavala’dan Selahattin Demirtaş’a, Ömer Faruk Gergerlioğlu’na “siyasi mahkumların” durumu konu ediliyor ve dahası Ülkücülerin, Avrupa genelinde “terör örgütü” listesine alınmasının yollarının araştırılması isteniyor. Tutukluluklar konusu tamam ama Türkiye’de muhalefet de iktidara gelse, Ülkücülerin terör örgütü olması ihtimaline sıcak bakarlar mı? Muhalefetin de, hayli milliyetçi çizgide kaldığı düşünülürse; dış politika alanından iç politikada AP’nin eleştirdiği konularda makas değişimi mümkün mü?
Sedat Peker’in ifşaatlarını da göz önüne alırsak, Türkiye’nin AB’nin gerek kamuoyu gerekse de kurumsal algısında, “narko-ülke” şeklinde konumlandırılması mümkün. Tabii, mesele “Sedat Peker konuştu böyle oldu” değil: Zaten, “Türkiye” ve “yasadışı”, “hukuksuzluk” kavramlarını bir araya getiren bir sürü haber, dünya basınında ve özellikle de, AB genelindeki medyada yer alıyor. Milliyetçi Hareket Partisi ve İYİ Parti gibi, Ülkücülerin hem iktidar hem de muhalefette güçlü olduğu bir ortamda, terör örgütü ilan edilmeleri resmen gündeme getiriliyorsa, bu durum Avrupa algısında gelinen yeri zaten ayan beyan gösteriyor. Ülkücüler, terör örgütü statüsüne resmen gelmese de, AB’deki ve AB ile ilintili milliyetçi çevrelerin her türlü faaliyeti bundan sonra daha yakın inceleme altına girecektir.
Sedat Peker’in ifşaatları ise, sadece Türkiye’ye “yasadışılık cenneti” algısının “diğer bir kanıtı” olarak alınacak; Ülkücü ve milliyetçi çevrelere yönelik şüphelerin artmasına neden olan "bir sebep daha" olacaktır. 19 Mayıs tarihli Türkiye raporu ve o gün Türkiye’ye yönelik açıklanan belgelerde, zaten “insan ve uyuşturucu kaçakçılığına yönelik operasyonların Türkiye tarafından engellenmesi” atıfları mevcut.
Son ortaya saçılan Peker külliyatının da etkisiyle, Türkiye’nin tüm dış politik hamlelerinin; Azerbaycan-Ermenistan konusundan Libya başta Doğu Akdeniz meselesine her konunun “narko” ve diğer kaçakçılık türevleri ışığında yorumlanmaya başlanması mümkün.
Çin ve Türkiye’ye olan Avrupa Parlamentosu yaklaşımındaki temel fark da yolsuzluk ve hukuksuzluk açısından zaten “farklı kategorilerde” görülmemizden kaynaklanıyor. Çin ile AB, ilkeler ve değerler konusunda anlaşamayabilir; ama Avrupa Parlamentosu’nun 20 Mayıs’ta Pekin’i muhatap alırken tercih ettiği üslupla 19 Mayıs’ta Ankara’yı muhatap aldığı üslup arasında dağlar var.
AP, Çin’e yönelik olarak şöyle diyor: “İnsan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğünün geliştirilmesi ve bunlara saygı duyulması, AB'nin dış eylemlerinde bu değerleri koruma taahhüdü ve Çin'in açıkladığı ilgi doğrultusunda, AB ile Çin arasındaki uzun süredir devam eden ilişkinin merkezinde kalmalıdır.”
Türkiye’ye yönelik olarak ise şöyle deniyor: “Parlamento, bir önceki yıllık raporunda Türkiye'deki gelişmeler ve ciddi gerileme konusundaki endişelerini vurgulamış ve Türkiye'den AB Üye Devletlerinin egemenlik ve egemenlik haklarını ihlal edecek ve yapıcı ve samimi bir diyalog ihtimalini bozacak her türlü eylemden ve provokasyondan kaçınmasını istemiştir ve Komisyon ve Üye Devletleri Türkiye ile katılım müzakerelerini resmî olarak askıya almaya çağırmaktadır.”
Bu ton farkından da anlaşılacağı gibi, Avrupa kamuoyu ve Avrupa’nın en üst düzeydeki seçilmiş kurumu ile daha önce yaşanmamış oranda bir zıtlaşma yaşanıyor. Her ne kadar Avrupa Parlamentosu, Türkiye’nin hükümeti ve halkı/kamuoyu arasında net bir ayrım yaptığına ilişkin atıflarda bulunsa da, bu konu üzerinde fazla durduğu veya kafa yoruyor gibi gözüktüğü söylenemez. Öte yandan, hükümetle iyi ilişkiler geliştirmeye çalışan diğer AB kurumları; Komisyon ve Konsey’in ise, Türkiye halkı/kamuoyuna yönelik herhangi bir ilgisi veya kaygısı dahi yok. İşte, AB ile böyle kayıp bir noktadayız. Bu gidişle, Kapıkule sınırından doğusu, hukukun olmadığı bir tür “Vahşi Batı” gibi algılanır ve öyle muamele görür.