Son iki haftada dünyada, bölgede ve Türkiye’de önemli olaylar birbiri arkasına dizildi. Teorik, tarihsel sınırlarına dayanmış, yeryüzünü ekolojik yıkımın eşiğine getirmiş dünya kapitalist sistemi zamana ve mekânlara hükmederek bunalımı ötelemeye çalışıyor. Tüm süreçler hızlanıyor.
Son haftaların küresel çaptaki en önemli olayı son NATO toplantısıydı. ABD ve NATO Rusya topraklarına yönelik askeri bir taarruz çılgınlığından, çatışmanın nükleer bir savaşa tırmandırılmasından şimdilik caydılar. Rusya Dış İlişkiler ve Savunma Politikaları Konseyi üyesi Sergei A. Karaganov geçtiğimiz şubat ayında Russia in Global Affairs dergisinde yayımlanan “Bir savaş çağı mı? Ne yapmalı?” başlıklı makalesinde ABD’yi uyararak, Rusya’nın herhangi bir NATO ülkesine önleyici bir vuruş yapmasına, ABD’nin Washington, Houston, Şikago ve Los Angeles’in yerle bir edilmesini göze almadıkça yanıt veremeyeceğini yazmıştı. Rusya’nın mesajının adrese ulaştığını anlaşılıyor.
Rusya’yı Ukrayna’da durdurmaktan ise asla vazgeçmiş değiller. NATO bildirgesi Rusya ve Çin’i hedef tahtasına koydu. Pasifik kuşatması için zirveye Japonya, Güney Kore, Filipinler ve Avustralya liderleri çağrıldı. Bildiri metni ve başka birçok olgu, Ukrayna’da, Karadeniz’de, Ortadoğu’da ve Pasifik’te, Çin-Rusya tarafı ile ABD-NATO arasındaki gerilimin konvansiyonel savaşlar biçiminde yoğunlaşarak süreceğini gösteriyor. Silahlanma tırmandırılıyor. ABD silah fabrikaları gece gündüz çalışarak kârlarına kâr katacak. Yük ise en çok Avrupa’ya binecek gibi görünüyor. Kim, neyi, nereye kadar üstlenir belli değil. Buralardan bakıldığında, doğrudan taraf olmasa, şimdilik kendi teritoryal alanını içine almasa da bu savaşlardan en çok etkilenecek siyasal coğrafyalardan birinin kendi içinde bölünmüş, karmaşa içindeki Avrupa olacağı görülüyor. Almanya’daki son ankette koalisyon hükümetine desteğin yüzde 30 dolaylarında çıkması Avrupa’nın ekonomik açıdan görece en istikrarlı ülkesini bile kaosun beklediğinin işaretlerinden yalnızca biri.
İNGİLTERE VE FRANSA SEÇİMLERİ
Avrupa’daki gelişmeler Türkiye’yi de, yalnız ekonomik ve jeopolitik nedenlerle değil, tarihsel, en çok da ideolojik nedenlerle yakından ilgilendiriyor. Avrupa Parlamentosu seçimlerinde neofaşist partilerin aldığı oylardan sonra, Türkiye’deki “Batıcı” orta sınıf okumuşlarından ve kimi sol çevrelerden yükselen “faşizm geliyor” gürültüsü daha dinmeden, bu kez İngiltere’deki ve Fransa’daki ikinci tur seçimlerinden sonra “solun zaferi”, “harika sıçrayış” sesleri yükseldi. En son görüngüyü gerçek sanma yanılgısı bu topraklarda güçlüdür.
Bundan önceki yazımda Avrupa’da siyasal düzlemin, merkez ve neofaşist partileriyle topyekûn sağa kaydığını, sürecin başat öznesinin kapitalist devletler olduğunu belirtmiştim.
İngiltere ve Fransa seçimleri bu saptamayı doğrulamıştır.
İki ülkede de başat eğilim, özgüllüklerini yansıtan farklılıklarıyla siyasal düzlemin topyekûn sağa kaymasıdır. İngiltere’de tek başına iktidar olan Starmer liderliğindeki parti, iddia ediyorum, İngiltere tarihinin Tony Blair’i bile solda bırakacak en sağ İşçi Partisi sürümüdür. Fransa’da Le Pen-Bardella önderliğindeki Ulusal Birlik Partisi iki turda da en çok oyu alan partidir. Bankacı eskisi oportünist Macron’a, Le Pen’in şimdilik önünü kesti diye demokratlık/solculuk kondurmaz, sağ cumhuriyetçileri de eklerseniz sağın parlamentoda çoğunluğa sahip olduğunu görürsünüz.
'SOSYAL DEMOKRASİ' BİTTİ
İngiltere ve özellikle de Fransa seçimlerini ve solun durumunu irdelemeye bir saptama ile başlamamız gerekiyor: Küresel kapitalizmin bu sınır evresinde, ideolojik kaynağı Marksizm, sınıfsal dayanağı işçi sınıfı olan geleneksel, reformcu sosyal demokrasi tarihe karışmıştır. Yeniden canlandırılması da, geleneksel sosyal demokrasiyi savunanların bu partilerde barınması da artık olanaksızdır. İngiltere İşçi Partisi’nin eski başkanı Jeremy Corbyn’in bu partiden 2019’da şimdiki başkan Keir Starmer’in girişimiyle “antisemitizm” suçlamasıyla ihraç edildiğini, siyasete Fransız Sosyalist Partisi’nde başlayan Jean-Luc Mélenchon’un daha 2008’de bu partiden istifa ettiğini anımsayalım. Corbyn son seçimde İşçi Partisi adayına 8 bin oy fark atarak yüzde 49 oyla bağımsız milletvekili seçildi. Mélenchon ise şimdi Fransa’daki Yeni Sol Cephenin kurucu girişimcisi ve içindeki en büyük parti olan Boyun Eğmeyenler’in önderi. İngiltere İşçi Partisi’nin son seçimdeki oyu 2019’da aldığının altında. Seçim başarısında İngiltere seçim sistemiyle birlikte Nigel Frage başkanlığındaki aşırı sağ Reform Partisinin Muhafazakâr Parti’den eksilttiği yüzde 14 oyun da payı olduğu anlaşılıyor.
Starmer hükümetinin, işçiler ve halk yararına iyileştirmeler yapmak bir yana İngiltere’ye istikrar ve düzen getireceğini ummak bile olmayacak duaya âmin demek olur. Brexit’le AB’nin dışına çıkarak ABD’nin Avrupa’daki taşeronluğunu, karakolluğunu üstlenen, sağlık, ulaşım, emeklilik, sosyal yardım vb. sistemleri çökmekte olan bu köhne kapitalist ülkenin 2019’dan bu yana dört başbakan eskittiğini unutmayalım. İngiltere ile ilgili son not: Her şeye rağmen İngiltere kurulu düzeninin pragmatik ve operatif sigorta düzeneklerini yabana atmamak gerekiyor.
FRANSA FARKI
Devrimin, sosyalizmin, ayaklanmanın, kahramanlarla birlikte kurnaz düzen siyasetçilerinin, şarlatanların toprağı olan Fransa’daki gelişmelere ise, odağa Boyun Eğmeyenleri koyarak özel bir dikkatle eğilmek gerekiyor.
Çünkü İngiltere’den, Almanya’dan vb. farklı olarak Fransa’da, kapitalizm içinde bir alternatif olmayı aşıp kapitalizme alternatif bir arayışa yönelen, azımsanmayacak bir halk desteğine sahip bir sol seçenek şekilleniyor. Mélenchon önderliğinde 15 yıllık bir tarihi olan bu hareket, son seçime Yeni Halk Cephesi ile girdi. YHC ikinci turda parlamentoda 182 milletvekili ile birinci grup oldu. Bu hareketin günümüz kaotik ortamında nasıl bir evrim geçireceğini şimdiden bilemeyiz. Fransa toprakları siyasal tarih açısından zengin bir laboratuvardır. Kapitalist sınıf ve devlet de, düzene meydan okuyanlar da deneyimlidir. Öte yandan her yeni durum yeni olasılıklara açıktır. Bu nedenle, burada dilek ve beklentilerden çok, somut durumun olabildiğince somut çözümlemesine giriş yapmaya, olanak ve tehlikelere işaret etmeye çalışacağız.
Seçimle birlikte Fransa’nın yönetilmesi daha zor bir ülke haline geldiği açık. Hiçbir parti ya da ittifak tek başına iktidar olacak çoğunluğa sahip değil. Jean-Luc Mélenchon, ikinci turdan hemen sonra sol ittifakın iktidara talip olduğunu, mecliste mutlak çoğunluğa sahip olmasalar da “kararnamelerle programlarını uygulayabileceklerini” savundu; Macron’la koalisyon seçeneğini açık biçimde reddetti. İktidar olma, taşın altına eline koyma irade ve sorumluluğu gösterdi.
Ulusal Birlik’in başbakan adayı Bardella, Macron’un “siyasetin doğasına aykırı biçimde” aşırı sol ile kurduğu “onursuz ittifak”la, Fransa'yı Mélenchon'un “kucağına attığını", bu durumun zaferlerini önleyemeyeceğini, yalnızca bir yıl geciktireceğini söyledi. Fransa’da “sistem karşıtı” tek partinin Ulusal Birlik olduğunu, ilk cumhurbaşkanlığı seçiminde iktidara geleceklerini ekledi.
Kanımca, Fransa’daki bundan sonraki gelişmelerin anahtarı yukarıdaki son cümlede saklı.
EN KRİTİK SORU: KURULU DÜZENE KİM MUHALEFET EDECEK?
Macron’da somutlaşan kurulu düzen siyaseti, kendisini “aşırı sağ ve aşırı sol arasında kutuplaşan Fransa’da” düzen ve istikrarı sağlayacak tek seçenek olarak sunan bir strateji güdüyor. AP seçimlerinde yüzde 14 civarında oy alan Macron’un parlamentoya 168 sandalyeyle girmesi, bu stratejinin Fransız toplumunda bir karşılığı olduğunu gösteriyor.
Oysa, başka bir okumayla, yalnızca oy dağılımından çıkarak bile, Fransa’daki en büyük “parti”nin kurulu düzenden, özellikle neoliberal uygulamalardan hoşnutsuz milyonlar olduğunu söylemek mümkün. 2018’de hiç kimsenin öngörmediği büyüklük ve kapsamda bir protesto/isyan hareketi olarak ortaya çıkan Sarı Yelekliler ne talepleri, ne de bileşenleri bakımından türdeşti. Le Pen de Mélenchon da bu hareketle ilişki ve iletişim içindeydiler. Yakından bakıldığında Ulusal Birlik ile Boyun Eğmeyenler’in seçim programlarında da ilginç ortaklıklar görülüyor. Le Pen, iktidar kokusu aldığından beri, kimi talepleri törpülese de, emeklilik yaşının 60’a çekilmesi, asgari ücretin yükseltilmesi, KDV’de indirim başta olmak üzere dolaylı vergilerde indirim gibi taleplerdeki, AB’nin geleceği ve Ukrayna savaşına tutum gibi başlıklardaki kesişmeleri görmezden gelmemek gerekiyor.
Le Pen, “sistem karşıtı” tek parti görünümüyle, bir yandan emekçi taleplerini sömürürken, bir yandan da büyük sermayeye güven veren rötuşlarla iktidara hazırlanıyor.
Sol açısından sorun, düzene ana muhalefet konumunu (görünümünü) Ulusal Birlik’e kaptırıp kaptırmayacağında, başka türlü söylersek gerçek düzen karşıtlığı konumunu üstlenip, üstlenemeyeceğinde düğümleniyor.
YHC’nin sorunu, programında ısrar ederek siyasal kaosun sorumlusu gösterilmek ile temel taleplerinden ödün vererek halk sınıflarının desteğini ve ana muhalefet olma konumunu yitirmek olarak çatallanıyor.
PROGRAM VE PRATİK
Dünyada ve bizde, sağda ve solda, giderek artan bir çoğunluk temel siyasal strateji ve programlardan çok, söyleme, simgelere, gençliği, güzelliği/yakışıklılığıyla yıldız liderlere, gösterilene vb. bakıyor. Biz tersini yapmayı, Boyun Eğmeyenler’i program ve siyasetleriyle değerlendirmeyi deneyelim.
Yeni Halk Cephesi’nin programında Macron’un emeklilik reformunun iptali, kamudaki maaş ve sosyal yardımları artırma, asgari ücrete yüzde 14 zam, temel gıda ve enerji fiyatlarının sabitlenmesi, servet vergisi, ekolojik yıkıma karşı büyük tarım tekellerine tanınan ayrıcalıkların ortadan kaldırılması gibi somut köktenci talepler ve Filistin devletinin tanınacağı sözü yer alıyor. Gerekli kaynağın 100 milyar avroluk ekonomiyi canlandırma planı ile, kamu borçlanması ve otoyolların kamulaştırılması ile sağlanması öngörülüyor.
Ukrayna savaşına ve NATO’ya tutum, Boyun Eğmeyenler’in ve YHC’nin en ikircimli olduğu başlıklar. Fransa’nın NATO’dan çıkması programda yok. Mélenchon Ukrayna’ya silah yardımını, Ukrayna’nın dış borçlarının silinmesini destekleyen açıklamalar yaparken, Fransa’nın Ukrayna’ya asker göndermesine, savaşa aktif katılmasına, Rusya topraklarına askeri saldırıya karşı çıkıyor. Sorunun askeri değil uluslararası hukukla çözülmesi gerektiğini savunuyor. 7 Ekim’den sonra Mélenchon’un Hamas’ı terörle suçlamaması bir önceki sol ittifakın (NUPES) dağılmasına yol açmıştı. Avrupa’nın en büyük Yahudi cemaati Fransa’da. Nüfusun yüzde 10’u Müslümanlardan oluşuyor. Böyle bir ülkede ittifakların kırılganlığı doğal.
Bu bir ölçüde konjonktürel, ödün/oydaşma gerektiren başlıklar bir yana, Boyun Eğmeyenler’in siyasal stratejisini kavramak için Mélenchon’un 2023’de yayımlanan “Faites Mieux! Vers la Révolution Citoyenne” (Daha İyisini Yap! Yurttaş Devrimine Doğru) kitabı üzerine yapılan ve Laborans tarafından Türkçeye çevrilen söyleşisindeki en kritik birkaç önermeye dikkatinizi çekmek istiyorum.
Mélenchon bu söyleşinin bir yerinde şöyle diyor: “Bir materyalist için antagonizma toplumsaldır ve insan yaşamının temel işlevleri üzerindeki tahakküm etrafında döner... Bu tez Marksist düşüncenin kalbinde yatar…ben bu temel teorik arka plandan hareket ediyorum, ancak bunu genişletiyorum: Antagonizma işçilerle sınırlı değildir, toplumun tamamına yayılır. (İtalikler benim-HY)” Mélenchon daha çok “yurttaş” demeyi tercih ettiği “halk”ı popülistler gibi şekilsiz bir yığın olarak değil, bizim gibi, emekçiler, toplumsal proletarya olarak anlıyor.
Seçimlerde sosyal demokrasiyi alt ederek solda ana akım parti hâline gelme hedefini başarmak için “bölünmeyi ve radikal kopuşu kabul etmek zorundayız” dedikten sonra ekliyor: “Bizim önceliğimiz halkın birliğini sağlamaktır. Bunun anahtarı ise sistemden kopmaktır…”(İtalikler benim-HY)
Düzen karşıtı yolun koşulu olarak kopuşu vurgulamak son derece önemlidir.
Boyun Eğmeyenler hareketinin kopuşçu potansiyelini ete kemiğe büründürmesi ise iki koşula bağlı görünüyor. Birincisi, kısmî iktidarda ya da muhalefette temel program taleplerinde ısrar ve ardıcıllık, bunlardan asla yüz çevirmeme. İkincisi, parlamento labirentlerine, koalisyona mahkûm kalmayıp aktif proleter çoğunlukla örgütlü mücadele yoluyla birleşip kaynaşmak! Tek sözcükle Fransız toplumunun antikapitalist ana muhalefet gücü olmak!
Sonuç olarak Fransa’yı da istikrarsız, kaotik bir dönem bekliyor. Ama, böyle dönemler düzen dışı/karşıtı sola güçlenme fırsatları da sunuyor.
Bizler için kıssadan hisse: Türkiye’de sosyalizmi kitleselleştirmenin yolu, ahı girmiş vahı kalmış “demokrasi” mücadelesinden, bu sözcüğün önüne arkasına ekler koymak türünden fantastik zorlamalardan değil, hiçbir mücadele biçimini yadsımayan ama siyaseti “antagonizma” ve “kopuş” üzerinden kuran stratejik yönelişlerden geçiyor.