Perspektifin tarihini inceleyenler bilirler; çağımızda, ortaokul öğrencisinden uygulaması beklenilen perspektif bilgisi, örneğin; Helenistik dönemde, sanatçılar tarafından bile bilinmeyen bir şeydi. Basit bir şeyden söz ediyorum: Yanlarında, sokak lambalarının düzenli olarak dizildiği bir sokağı resmedeceksek, sokağın bize yakın tarafındaki direklerin boyuyla, uzakta kalanların boyunun aynı olmayacağını biliriz. Resme, bir derinlik duygusu veririz bu bilgiyle. Klasik dönem sanatçısının, bunu, çalışmasına aktarabilmesi olanaklı değildi.
Gombrich’in “Sanatın Öyküsü” isimli kitabını henüz okumadıysanız mutlaka okuyun. Üstad o kitapta şöyle der:
“Brunelleschi, yalnızca Rönesans mimarisinin öncüsü değildir. Gelecek yüzyılların sanatını egemenliğine alacak bir başka önemli bulguyu, perspektifi de ona borçlu olduğumuz sanılmaktadır. Perspektif kısaltımı kullanabilen Yunanlıların ve derinlik yanılsamasını yaratabilen Helenistik ustaların bile, nesnelerin bizden uzaklaştıkça küçülür gibi görünmelerini öngören matematik yasaları bilmediğini görmüştük. Klasik sanatçılardan hiçbirinin, ufukta kayboluncaya dek gözümüzden uzaklaşan ünlü "ağaçlı yol”'u çizmiş olabileceğini düşünemiyoruz. Sanatçılara bu sorunu çözme yollarını veren Brunelleschi’nin, ressam arkadaşlarında yarattığı coşku çok büyük olmalıdır.”
Daha sonra duvara, neredeyse içine girilebilecek denli sahici bir delik resmederek büyük bir şaşkınlık yaratan Masaccio, resim sanatında büyük bir kapı aralamıştır. Sanırım “perspektife aşığım” diyen de oydu. Peki sanatçılar için çok önemli olan bu buluşun sıradan insan için önemi nedir? Perspektifin bulunmasının, Avrupa’da bireyselleşme sürecini başlattığından söz edilir. Perspektif resim sanatına, derinliğin vurgulanması, görülenin, bakış açısına göre değişmesi, nesnel olana göre temanın ortaya çıkışı gibi yenilikler getirir. Sanat giderek kavramsallaşır, kavramsal özün, biçim olarak da başarıyla ortaya konulması önemsenir.
Adını hatırlayamadığım bir filozof, iki yüz yıl önce, şimdiye oranla, aynı bilginin daha yavaş kavranıldığını söylemişti. Diğer bir deyişle, çağımızda, bir konu, aynı konunun yüz yıl önce kavranıldığından çok daha hızlı kavranılır. Birileri akletmiş, kalabalıklar emek vermiş ve bu emek bize aktarılmıştır. Tıpkı akıl ve vicdan yetilerimiz gibi; kullandıkça, eksikliğini hissettikçe, kısacası, emek harcadıkça içkin olan, potansiyel olarak bulunan “insanlık” birikiminin dışlaşmasıdır anlatılan.
Binlerce kilometre ötede toplumsal cinsiyet eşitliği dert ediliyor, kazanımlar elde ediliyorsa, örneğin, “Türkiye’de henüz kültürün etkisi altındayız, bu bize uygun değil” denilemez. Özsel yansımanın farklılığın, zenginliğin önemli bir unsuru olduğunu değerlendirmeye almamak değildir böyle bir tutum; insanlığın kazanımlarına ortak olmayı, hak bilmektir. Benzer bir biçimde, İŞİD zulmü altında doğmuş bir çocuğun, resim sanatına düşmanlık besleyerek yetiştirilmesine rağmen, perspektif bilgisinin artık onda içkin olmasının önüne geçilemeyeceği gibi.
Sıradan bir insanım, çığır açacak bir potansiyele sahip değilim. Kendime döndüğümde, bu devirde insanlığa en büyük katkımın, hiçbir karşılık vermeden aldığım ortak mirasın farkında olarak yaşamak olabileceğini görüyorum. Yeni bir şey söylemem öyle zor ki! Kendine yontmakla malûl zihin, okuduğu, işittiği bilgileri kısa bir süre sonra kendine ait sanmakla ve böbürlenmekle meşgul. Bulduğumu, ikram edileni, sahibini anarak, bana ait değil diyebilerek ilerlemek, kısacası “minnet” duygusu içinde yaşayabilmek bu devirde en büyük eksiklerden. Minnet, kendine samimi olmayı gerektirdiği için zordur. Kaçımız, gün boyu hoyratça kullandığımız, farkında olmasak da koruma kalkanıyla yaşamımıza devam ettiğimiz kazanımlara minnet hissediyor? Dindarsak Edison’un, Pasteur’ün ruhuna bir Fatiha; ressamsak, Masaccio’yu hatırlayınca gözlere dolan yaşlar; insanlığın derin hakikatlerine ilk uyanışa neden olan satırlara, cümlelere, dokunuşlara, davranışlara duyulan derin minnet… Bu devir için bile bir umut kalmıştır, kim bilir!
Hakikati, Logosu, Kelâmı farklı giysilerde tanıyamıyoruz. Toplumsal, kültürel kodlara yakalanıyoruz. Bir de zihnin boş fikirlerle kendini öğütmesinin, bir ilke altında toplanamamasının, özgürlük, kimseden etkilenmeme olduğunu sanan çok yavan anlayışlar geliştirdik. Belki de “kendilik” ile henüz hiçbir temasın gerçekleşmediği kişilikler. Hoş, Ussallığa yükselebilmiş olanların da bu kodlara esir çıkarımlar yaptığı görülüyor. Derin bir mevzilenme. İsmail Emre, bende derin etkiler bırakmış bir eren, bir Anadolu aydınıdır. İnsanın kendine dönmesinin “zorluğu, kolaylığındandır” der. Onu anlamak da böyledir, sade, basit bir anlatımla hakikati aktarır. Göze sokmaz. Anlayana… O kadar basit cümleler ki kibir ehline kapalı. “Müslümanlığı bize Batılılar anlatacak, onlardan öğreneceğiz” der. İnsanlık birikiminin, sözde yerel medeniyet zincirlerine girmeyeceğinin nefis bir anlatımı.
Mit, din, felsefe, görevini yerine getirdi. İnsanın gerek düşünsel gerekse eylemsel varoluşunun, kendi dışına çıkarak, deneyimlerinin ışığında bu sefer gelişmiş kendine geri dönüşünü ve anlamın orada temellendiğini bize gösterdi.
Mitler bize: “Yaşamının kahramanı sensin. Yeraltına gir, git ejderhayla savaş, kızı kurtar. Karanlıkta içkin dişil yanından gelen çığlığı önemse, kahraman da sensin, ejderha da sensin, kurtarılacak olan da sensin!” dedi.
Din bize: “Dikkat et, dinler yok, tek bir din var. Uzun soluklu bir hikaye ama iyi dinle, baba evinden çıkacak, yaban ellerde içinden gelen çağrının sahibini arayacak, onu bulduğunda, aradığının kendin olduğunu anlayacaksın. Kendinden çıkmak için, sık sık kendine dönmeli, bunu asla ve kat’a ihmal etmemelisin. Lâkin dostum, ilk koşul kendi aklını kullanman, kullanmazsan, hep babanın evinde kalacak, yan odaya bile geçememişken uzak diyarları anlatacak, böbürlenecek, giderek kokuşacaksın” dedi.
Felsefe ise: “Şimdi İdeanın kendisi ile başlamış olduğumuz Kavramına geri döndük. Aynı zamanda başlangıca bu geri dönüş, bir ilerlemedir. Kendisi ile başladığımız şey Varlık, soyut Varlık idi; bundan böyle önümüzde bulunan Varlık olarak İdeadır; ama bu varolan İdea Doğadır… Doğa olarak, özgürce kendi dışına bırakmaya karar vermesidir” dedi. Doğa ağaç mı, çiçek mi, böcek mi? “O özgürleşme hamlesi, öz malın olan bir İdeal yoksa gelmez. Öznenin olmadığı yerde töz belirlenimsizdir.” Demedi mi?
Bilimse, sanatta perspektifin bireye sağladığı düşünsel üstünlüğü, insanlığa sunuyor. Aynı şeyi söylüyor, diyor ki: “Görülen, bakış açısına göre(gözlemci) değişir, nesnel olana göre(hem dalga hem parçacık) temanın ortaya çıkışı gibi(yöntemi belirleyen sonuçtur).”