Avukat Şenal Sarıhan Sivas Katliamı Davası'nın 'en kabul edilemez' yanlarını anlattı
Sivas Katliamı Davası'nı ilk günden bugüne bir dedektif gibi takip edip incelikle çalışan avukat Şenal Sarıhan’la 30 yıllık dava sürecini konuştuk.
ANKARA - Pir Sultan Abdal Şenlikleri için Sivas'a giden 33 aydın ve sanatçının ölümüne yol açan katliamın üzerinden 30 yıl geçti. Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki benzer katliamlara giden yolların “benzer” taşları bu katliamdan önce de döşenmişti. Sonrasındaki yargı süreci de Alevi örgütlerinin, ailelerin, aydınların, hukukçuların büyük mücadelesine rağmen çok farklı ilerlemedi. Birleştirilen davalar, zaman aşımı riski, kaçan-kaçırılan sanıklar, sanıkları bile şaşırtan tahliyeler ve çok daha fazlası yaşandı geride kalan 30 yılda.
Her sivil katliam gibi karanlık bir sürecin arkasından gelen, her katliam davası gibi yıllara yayılan Sivas Katliamı'nın yargı süreci devam ederken Türkiye hukuk sisteminde de çok şey değişti. 90’lı yıllarda dünyaya gelen, bugün 30’lu yaşlarına ilerleyen pek çok kişi için yabancı uygulamalar o zaman yürürlükteydi. Örneğin Devlet Güvenlik Mahkemeleri (DGM) kapatılmamıştı, Sivas Katliamı davasının yargılama süreci de DGM’de yürütülmüştü. İdam cezası hâlâ yürürlükteydi, “insanlığa karşı suç” diye bir suç türünün Türkiye yargısında karşılığı yoktu. Yani geçen 30 yılda Anayasa dahil pek çok hukuki metinde referandumla, yargı paketleriyle, son süreçte Cumhurbaşkanlığı kararnameleriyle belki de binlerce değişiklik yapıldı.
Sadece hukuki metinler ve uygulamalarda değişiklik olmadı, hükümetler de değişti. Gelin görün ki hükümetlerin değişmesi Sivas Katliamı'na bakış açısında bir değişiklik yaratmadı. Katliamın hemen ardından, “Çok şükür, otel dışındaki halk bir zarar görmemiştir” diyen bir başbakandı, 20 yıl sonra davanın zaman aşımına uğraması için, "Milletimiz için, ülkemiz için hayırlı olsun" diyen de bir başka başbakandı. Katliam sanıklarının birçoğunun hiç yargılanmaması, bir kısmının tutuksuz yargılanması, bazılarının affedilmesi; sanıkların avukatlarının siyasette ve bürokraside önemli görevlere getirilmesi de hükümetlerin o “değişmeyen bakış açısının” önemli çıktılarıydı.
Değişmeyen bir başka şeyse ailelerin, hukukçuların, Alevi örgütlerinin adalet mücadelesi oldu. Haberlere, kitaplara konu olan yüzlerce gelişmenin yaşandığı yargı sürecinde bugün 3 firari sanığın yargılandığı dava sürüyor. Geride bırakılan ve tamamlanan hukuki süreçler içinse “adalet yerini buldu” demek çok zor.
İşte bu mücadelenin hiç vazgeçmeyenlerinden; insan hakları savunucusu, avukat Şenal Sarıhan. 30 yıllık Sivas Katliamı Davası'nı ilk günden bugüne takip eden, davadaki tüm hukuksuzluklara itiraz eden, bir dedektif gibi sanıkların peşine düşen; yeri geldiğinde mezar açtıran, yeri geldiğinde yurt dışındaki kaçak sanıkların yerini tespit eden, tüm bunları yaptığı için sayısız tehdit alan bir hukukçu. Katliamın ve sonrası mücadelenin hafızasının oluşmasına da bir arşivci titizliğiyle kayıt tutarak önemli katkılar sunan Sarıhan’la 2 Temmuz 1993’ten bugüne geçen 30 yılı konuştuk.
‘15 BİN SALDIRGANDAN 200’ÜNE BİLE DAVA AÇILMADI’
30 yıllık hukuk mücadelesini özetlemek zor olacaktır ama geçen yıllarda hangi davalar açıldı, hangi davalar nasıl sonuçlandı anlatabilir misiniz?
İlk hukuksuzluk dosyaları incelemeye başladığımızda ortaya çıktı. Hepimiz televizyonlardan izlemiştik, binlerce saldırgan vardı, polis kayıtlarına göre 15 bin kişi. Ama biz bir avuç kişi için gözaltı işlemi yapıldığını gördük. Elimizdeki dosyalarda sanık sayısının toplamı 200’e bile ulaşmıyordu.
Üç ayrı dava açılmıştı. Biri “yakarak adam öldürme” davasıydı. “Laiklik gidecek, şeriat gelecek”, “Cumhuriyet burada kuruldu, burada yıkılacak”, “Muhammed'in ordusu laiklerin korkusu” gibi açık siyasi sloganlar olmasına rağmen dava “yakarak adam öldürme” diye açılmıştı. Yani adiyen bir adam öldürme dosyası gibi görüldü. İkinci dosya toplantı ve gösteri yürüyüşleri yasasına aykırılık diye açılmıştı. Üçüncü dosya da Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde Terörle Mücadele Yasası’nın bir ve ikinci maddelerine aykırılık iddiasıyla açılmıştı. Bu durum, davanın hukuken parçalanması anlamına geliyordu ve bir problemdi.
Diğer bir problem şuydu; polis kayıtlarına göre bir gün önce en az 200 araç Sivas'a gelmişti ve gelen araçlar Sivas’taki yatılı Kur'an kurslarına, cemaat evlerine gittiler ve oralarda gecelediler. Ertesi gün de bu eylemi gerçekleştirmek üzere harekete geçtiler. Bu, polis kayıtlarında yazıyordu. Eylemden sonra da gittiler. Polis bu bilgiye sahipse gitmelerini engellemesi gerekirdi ama engellemedi. Yani bahsettiğim 3 dava ciddi bir eksiklikle, eksik soruşturma ile açılmış oldu.
Davaların Sivas’tan Ankara’ya gelişi nasıl oldu?
Ankara’ya alınmasını biz talep ettik. Ankara’dan gidecek aileler her duruşmada bir kere daha çocuklarının yasını hissedeceklerdi, her seferinde cinayet mahalline gitmiş olacaklardı. Talebimiz sonrası dosya Ankara’ya nakledildi ve Ankara’da bazı olumluluklar oldu.
‘ADLİ DAVA OLARAK DEVAM ETMESİNE İTİRAZ ETTİK’
Neydi o olumluluklar?
Dosyalardan biri Üçüncü Ağır Ceza’ya geldi. Adını saygıyla andığım Ekrem Çelenk isimli bir yargıcı vardı. Sıkı yönetimden gelmiş, deneyimli bir yargıçtı. O, “Bu olay doğrudan doğruya siyasi bir kalkışmadır. Siyasi davalara bakacak olan yer de DGM’dir” diyerek görevsizlik kararı verdi. Asliye Ceza Mahkemesi de “sıradan bir toplantı ve gösteri yürüyüşü diyemezsiniz” diyerek görevsizlik kararı verince iki dosya da DGM’ye gitti. Fakat DGM kendini görevli kabul etmedi ve dosya uyuşmazlıkla Yargıtay'a gitti. Yargıtay dosyaya DGM’nin bakmasına karar verince Dosya DGM’ye döndü.
‘BİR SANIK DURUŞMA DEVAM EDERKEN NAMAZ KILDI’
DGM süreci nasıldı?
DGM’de duruşmalar başladığı andan itibaren çok sayıda hukuksuzlukla karşılaştık. Biz 600’e yakın avukattık vekalet almış, sanıkların da aynı sayıda avukatı vardı. Avukatlarda bizim hiç görmediğimiz kılık kıyafetlerle karşılaştık. Şalvar türü pantolonlar, tek düğmeli gömlekler, çok uzun sakallar; dışarıdan baktığınızda avukat değil din adamı gibi görünen insanlardı. Biz o gün duruşmaya uzun süre alınmadık ve dışarıda tartışma oldu. Ben çok hırpalandım. Bana saldırı olunca erkek arkadaşlarla gerilim yaşandı, izdiham oldu, polisle karşı karşıya geldik. Zor bela içeri girmeyi başardık.
Duruşmada sanki biz sanık avukatlarıydık da sanıkların avukatları zarar görenlerin avukatlarıydı. Sanıklar felaket saldırgandı. Yaptıklarını savunuyorlardı. Yaralılar, yanıklar içinde tanıklıklarını anlatırken onlara sürekli saldırdılar, hakaret ettiler. Bize aynı şekilde küfürler ettiler ve mahkeme bunlara engel olamadı. Başka enteresan eylemleri de oldu. Mesela sanığın biri dedi ki “Benim namaz vaktim geldi”, duruşma salonundaki sıraların üzerinde namaz kılmaya başladı.
Tüm bunlar basına da yansıyınca mahkeme başkanı duruşmaları basına kapatma kararı aldı. Biz bu karara itiraz ettik ve “bu kararı kaldırmazsanız duruşmalara katılmayacağız” dedik. Kaldırmadılar ve biz de katılmadık duruşmalara.
‘İDAM CEZASI GEREKTİREN SUÇLARIN CEZALARI 15 YILA KADAR DÜŞTÜ’
Katılmadık ama tutanaklar üzerinden sürekli izledik içeride olanı biteni. Zaten kısa bir süre sonra karara çıktı. Yargıtay’ın DGM’ye sevk ederek siyasi bir dava hükmünü verdiği dosyanın sanıkları yakarak adam öldürmekten cezalandırıldı. Bunu müştereken yapmış oldukları için indirim uygulandı. “Aziz Nesin tahrik etti” diye indirim uygulandı. Sonuç olarak idam cezası gerektiren suçların cezaları 15 yıla kadar düştü. Üstelik eylemlere 15 bin kişi katılmışken sadece 22 kişilik küçük bir gruba verildi bu ceza. Totalde 22 sanık 15 yıl, 3 sanık 10 yıl, 54 sanık da üç yıl ceza aldı. 46 kişi de tahliye edildi, her duruşmada tahliye veriyordu.
‘İDAM CEZASI ALANLAR TAHLİYE EDİLİNCE YURT DIŞINA ÇIKTILAR VE CEZALARI İNFAZ EDİLEMEDİ’
Bu karara itiraz ettiniz...
Tabii temyiz ettik. Yani bu olayın ne kadar ağır ne kadar vahim olduğu açık. Ölümler ortada, insanlar yanarak ölmüşler. Kurtulanlar da yanık durumdalar. Yargıtay'a temyize gittik ve dedik ki “Bu adiyen adam öldürme değildir." O zaman TCK’nın 146’ncı maddesinde anayasal düzeni tağyir ve tebdil veya ilgayla ilgili suç tanımlanırdı. Bu kapsamda ele alınmasını istedik, Yargıtay da bizim gibi düşündü. Kararı bozdu ve bu kez 33 sanık hakkında 146’ya 1’den idam cezası çıktı, 146’ya 3’ten de 15 yıl ceza alanlar oldu. Cezalar verildi, kesinleşti. Onlar tekrar temyiz ettiler, gitti, geldi. 2001 yılına kadar bu hikaye böyle devam etti. Yargıtay 2001'de bu kararı onadı ve hükümler kesinleşti. İdam cezası kalktığı için o cezalar müebbete döndü. İdam cezası alan sanıklardan 15’i yurt dışına çıktığı için de bunların cezalarının infazı mümkün olmadı.
Neden? Nasıl yurt dışına çıktılar?
Duruşmalar devam ederken tahliye ettiler onları. Bu kadar ağır suçlar ortadayken, idam cezası ile yargılanırken tahliye edildiler. Sonuçta da idam cezası aldılar, düşünebiliyor musunuz? Tahliye edilince yurt dışına çıkmışlar.
‘AZİZ NESİN’İ MERDİVENLERDEN İTEN SANIĞIN İADESİNİ BEKLERKEN CENAZESİ SİVAS’TAN ÇIKTI’
Bugün devam eden tek dava da bu aranan kişilerle ilgili mi?
Bugün 3 firari hakkında devam ediyor. Ama uzun yıllar tüm firarilerle ilgili devam etti. Mesela Cafer Erçakmak diye bir adam vardı. Bu kişi Aziz Nesin’i merdivenlerinden iten, olayın elebaşlarından biriydi. O ve bir sanık hakkında bir ek dava açıldı. Bu davayı zaman aşımından düşürmek istemiş savcılık. Biz de gazetecilerden öğrendik ve katıldık. Bizim katılımımızla beraber uzadı dava. Sonra bu Erçakmak’ın Fransa’da olduğuna dair bilgiler geldi, kesin adresini bulduk, iade talep ettik, mahkemeye başvurduk. Biz iadesini beklerken öldüğünü öğrendik. Üstelik Sivas’taki evinden çıktı cenazesi. Biz acaba o mu değil mi, ‘öldü diye aldatıyorlar mı’ diye mezarını açtırdık. DNA testi yapıldı. Çıkan DNA sonucuna itiraz ettim, karısının DNA'sını istediler. Ne alaka? Bu davada olmaz denilen şeyler oldu.
‘İDAM CEZASI ALAN BİR SANIK HÂLÂ ALMANYA’DA DÖNERCİ’
15 kişiden biri de örneğin Polonya'da ele geçti. Benim orada yaşayan bir müvekkilim var, o haber verdi. Mahkemeye başvurdum o kişiyle ilgili. Ama Polonya makamları iade etmedi ve o kişi hâlâ Almanya’da dönercilik yapmaya devam ediyor.
Şimdi üç sanık hakkında dava sürüyor. Birisini Arabistan'da aradık uzun zaman. Bir iade söz konusu olmadı. Diğerinin Almanya'da olduğunu biliyoruz. Oradaki Alevi örgütleri, federasyon uğraşıyor adreslerini tespit etmek için.
‘ÖRGÜTLERİN ARAŞTIRILMAMASI DAVANIN EN KABUL EDİLEMEZ YANIYDI’
30 yılda “bu kadarı da olmaz” dedirten başka gelişmeler oldu mu?
Bu eylemin tek bir kişi ya da kişiler tarafından değil bir örgütler koalisyonu tarafından işlendiğini iddia ettik. Esasla ilgili mütalaamızda da tek tek dahli olan örgütleri saydık. Hizbullah, İBDA-C, İslam Cemiyet Birliği, İslami Hareket Örgütü, Aczimendiler, Süleymancılar, Nurcular, Fetullahçılar, Nakşiler, İsmailağa, İskender Paşa Camii Çevresi, Menzil, Işıkçılar; hepsini saydık. Bu örgütlerin yayın organları gayet açık bir biçimde burada olayı öven yayınlar yapıyordu ve altına örgüt imzaları atıyordu. Fakat bir örgüt araştırması ya da örgütler araştırması yapılmadı. Sanki o sanıklar kendiliklerinden bir araya gelmişler ve böyle bir eylem yapmışlar gibi ilerledi dava. Bu bence en kabul edilemez yanıydı.
‘30 YIL BOYUNCA İKTİDARLARIN ACZİ SÖZ KONUSUYDU’
Bir de idarenin aczi, iktidarın aczi söz konusuydu. Sıradan olaylar gibi gördüler ve olayın üstüne gidilmesinde gerekli girişimde bulunmadılar. Dönemin Başbakanı Tansu Çiller, sanıklara zarar gelmemesine sevindiğini söyledi. İnönü o sırada başbakan yardımcısıydı, “Ben iktidar değilim” dedi. Yakın zamanda da sanıklardan biri hasta ve yaşlı olduğu gerekçesiyle affedildi.
‘SİVAS KATLİAMINI GERÇEKLEŞTİREN ÖRGÜTLER O GÜN CEZALANDIRILSAYDI BUGÜN PARLAMENTODA BU TABLO OLMAZDI’
Örgütlerin katliamdaki dahlinden ve bu durumun hiçbir şekilde yargılamanın konusu olmadığından bahsettiniz. Bahsettiğiniz örgütlerden birinin siyasi ayağı olduğu söylenen bir parti, HÜDA-PAR parlamentoda. Bu durumu nasıl değerlendirirsiniz?
Eğer o gün Sivas Katliamı'nı gerçekleştiren örgütler bulunmuş, yargılanmış, cezalandırılmış olsalardı, bu partinin bugün parlamentoya kadar tırmanacağı olumsuz bir süreçle karşı karşıya kalmazdık. Yok saymak, onları sivil toplum örgütü gibi görmek onları parlamentoya kadar getiriyor.
Bu partinin temsilcilerinin Meclis’te olmasının antidemokratik bir sürecin işareti olduğunu görüyorum. Zor bir dönem başladı. Kadınlar özelinde planladıklarıyla nasıl mücadele edilecek, parlamento hangi değerlere yakın duracak? Bunlar çok önemli. Ben kadın hareketinin herhangi bir geri gidişe izin vermeyeceğini düşünüyorum ama bu sadece kadın hareketinin çabasıyla olacak bir şey değil. Siyaset kurumunun da demokratik kitle örgütlerinin de çok daha fazla bir arada ve örgütlü bir mücadele için hazır olmaları gerekiyor. Çünkü daha önce bu tehlike bu kadar açık ve yakın değildi. Ama şimdi açık ve yakın bir tehlikeyle karşı karşıyayız.
‘ÇOCUKLARIMLA TEHDİT ETTİLER, ÇOCUKLARIMI TEHDİT ETTİLER’
Tekrar dava sürecine dönersek; 30 yıl boyunca pek çok girişiminiz, çabanız oldu sanıkların ceza alması ve bu cezaların infazının sağlanması için. Hiç hedef oldunuz mu, tehdit aldınız mı?
Bana karşı aşırı bir saldırganlıkları ve suçlamaları oldu. Çok tehdit aldım. Çocuklarımla tehdit ettiler, çocuklarımı tehdit ettiler. Büromuza girdiler. Ama hayat insana şunu öğretiyor; insan acılardan direnç çıkarıyor ve mücadele, direnci güçlendiriyor.
‘KORKTUĞUM DÖNEMLER OLDU’
Tehditlerin yoğunlaştığı dönemlerde korktuğunuz oldu mu?
İnsani bir duygu, korktuğum oldu. Kendiniz için olmasa bile, aileniz için tedirgin olduğunuz dönemler oluyor. Bürom evime çok yakın. Kocatepe Camii'nin önünden geçerken kendimi güvende hissetmeyerek yürüyordum. Arkamıza bakarak yürümek kadar kötü bir şey yok. Ama tüm bunlar beni engelleyen, önümü kesen şeyler olmadı.
‘BU HİKAYEYİ UNUTMAMAK GEREKİYOR’
Geride kalan 30 yılda Sivas Davası'nın hiç gündemden düşmemiş olması da olumlu bir sonuç değil mi?
Evet, bunu sağlayan bir örgütlü yapı vardı. Alevi örgütlerinin, Pir Sultan Abdal Derneği ve Türkiye dışındaki çok sayıda örgütün birlikte mücadele ettiği süreçlerdi. Aleviler daha çok demokratik yapıda hak arayan, adalet için mücadele eden bir yapıyla genişlediler. Federasyon ve konfederasyon olarak birleştiler ve davanın hep arkasında oldular.
Aileler de hiç peşini bırakmadılar. Ben bu davanın ailelerine çok saygı duyuyorum. Hiçbir menfaatleri yok. Ama başka insanlar ölmesin diye her duruşmaya geldiler. Bu ne kadar yüce ne kadar güzel bir şey.
Evet, kötü bir yargılama süreci oldu, hukuksuzluklar bitmedi ama hukuksuzluklara karşı mücadelede, güç birliği, ailelerin birliği, avukatların birliği ve kamuoyunun duyarlılığı hep sürdü. Bunu akılda tutmaya devam etmek gerekiyor. Bu hikayeyi unutmamak gerekiyor.
‘SİVAS KATLİAMI DERS KİTAPLARINDA YER ALSIN’
“Unutmamak gerekiyor” dediniz. Bir hafıza oluşması için de önemli bir çaba var. En son Hafıza Merkezi, Madımak Katliamı Dijital Kütüphanesi’ni kurdu. Hafızanın korunması neden önemli?
Bu tür katliamlarda bu katliama giden süreci bilmek, yargılama aşamasından haberdar olmak, orada neler yapıldığını bilmek geleceği kurarken bize yeni yollar gösterecektir. Hangi adımlar bizi birliğe doğru götürecek, iyiliğe doğru götürecek? Hafıza çalışmaları, bu sorulara cevap bulmak için önemli araçlar. Ben mesela şöyle şeyler hayal ediyorum; Sivas Katliamı ders kitaplarında yer alsın. Diğer tüm katliamlar da. Ortaöğretimden itibaren çocuklar bunları öğrenmeli. Bir toplumsal bilinç yaratılsın ve o toplumsal bilinçle eşitliğin, demokrasinin, insan haklarının, hukukunun yerleştiği bir toplum inşa edilsin.
Konumuzla birebir bağlantılı olmasa da dolaylı olarak bağlantılı bir sorum olacak. Kutuplaştırıcı ve sert bir dilin kullanıldığı, ötekilerin daha da ötekileştirildiği bir seçim süreci yaşadık. Bu süreçte kullanılan dil sizde endişe yarattı mı?
Çok yarattı hem de. Ayrışma giderek artıyor. Bu umutsuzluk verici bir şey. Üstelik seçim sonrası bir sadeleşme de söz konusu olmadı o söylemlerde. Daha da sertleşecek gibi. O kutuplaştırıcı dile karşı örgütlenmesi gereken değer ne? Belki bunu konuşmak gerekiyor. İnsan olmak ve insan hakları temelinden yürümek gerekiyor. Eğer bunu sağlayabilirsek bir birlik oluşturabiliriz. İnsan olmanın birliğini sağlamak gerekiyor.