Merkez sağın zaferiyle çalkalanan Avusturya'nın başkentindeki Belvedere Müzesi'nde yer alan 'Materyal' sergisi, kendi coğrafyasındaki onca rengi, madeni, dokuyu bir biçimde unutan veya ziyan eden toplumlara birçok şeyi bağıra çağıra anlatıyor.
Bundan beş ay kadar önce merkezi Paris'te bulunan, bizim de bağlı bulunduğumuz ve UNESCO kaynaklı 70 yıllık Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Birliği'nin Avusturya biriminin seçimi ile, Verein K isimli kültür, sanat ve iletişim organizasyonundan bir 'rezidans' daveti geldi.
Bu davet, 18 - 28 Eylül'de Avusturya'nın Graz ve Viyana kentlerine dönük yoğun, kültürler arası ve disiplinler üstü bir programı beraberinde getiriyordu. Bu kapsamda, erken genel seçimlerini dönüş tarihimize rastlayan 28 Eylül'de gerçekleştiren Avusturya'yı hem zemin, hem zemin üstü ve hem de zemin altından madden, manen ve meslekî bazda tecrübe etme imkânım doğdu.
Sabrınıza sığınarak, 'güncel sanat'a konuyu getirmeden daha önce size, Anadolu Ajansı'nın (AA) 4 Ekim sabahı 10:30 sularında Avusturya ile ilgili olarak verdiği 'en son' haberleri yansıtmak istiyorum:
Yaklaşık 8 milyon 780 bin kişinin yaşadığı ülkede, 4 milyon 835 bin 469 seçmenin sandığa gittiği erken genel seçimlerin resmi sonuçları açıklandı.
Buna göre, Sebastian Kurz liderliğindeki merkez sağ Avusturya Halk Partisi (ÖVP) yüzde 37.5 oy oranı ve 71 milletvekiliyle, birinci parti oldu. Cumhurbaşkanının, temayüller üzerine hükümeti kurma yetkisini Kurz’a vermesi bekleniyor. Yine, Avusturya İçişleri Bakanlığı'nın verdiği bilgilere göre, Sosyal Demokrat Parti (SPÖ) 21.2’lik oy oranıyla ikinci oldu. Aşırı sağcı Avusturya Özgürlük Partisi (FPÖ) ise, (AA'nın yorumu ile) önemli bir kayıpla yüzde 16.2 seviyesinde oy alabildi.
Öte yandan, geçen seçimlerde yüzde 4'lük seçim barajına takılarak meclise giremeyen Yeşiller Partisi, oylarını yüzde 13.9’a yükselterek, yeniden parlamentoya güçlü bir şekilde girmeyi başardı. Sözün burasında kendi yorumumu sizinle naçizane paylaşmama izin verirseniz, keza bu tercihin seçimlerden bir gün öncesine rastlayan 'Küresel İklim Grevi' (27 Eylül, Avusturya) eylemleri sürecine rastlaması da, olumlu meyanda, manidardı. Ben de, çoluk çocuğun barış ve demokrasi çığlıklarıyla, müthiş bir estetik ve etik yaratıcılıkla katıldığı bu grev-eyleme bizzat dahil oldum.
Neyse, AA verilerine tekrar geri dönelim: Yeni Avusturya Partisi (NEOS) ise 8.1 oranında oy elde ederek Meclis’e giren beşinci parti oldu. Bu sonuçlara göre, 183 sandalyeden oluşan Avusturya Federal Meclisi’nde milletvekili dağılımı ÖVP 71, SPÖ 40, FPÖ 31, NEOS 15, Yeşiller 26 şeklinde gerçekleşti.
Resmi rakamlara geri dönecek olursak, 958 bin seçmenin mektup yoluyla oylarını kullandığı açıklanmış bulunuyor. Seçim sonrası parti başkanlarıyla görüşen Cumhurbaşkanı Alexander Van der Bellen’in temayüller üzere seçimin galibi Kurz’a hükümet kurma yetkisi vermesi bekleniyor.
Yine, AA kaynaklı bir parantez açalım: Avusturya’da son milletvekili seçimi Ekim 2017’de yapılmış, merkez sağ ÖVP yüzde 31.47 ile birinci, SPÖ yüzde 26.86 ile ikinci, aşırı sağcı FPÖ ise yüzde 25.97 ile üçüncü parti olmuştu. Cumhurbaşkanı tarafından hükümet kurma yetkisi verilen Kurz, aşırı sağcı partiyle koalisyon hükümeti kurmuş, mayıs ayında aşırı sağcı lider Heinz Christian Strache’nin karıştığı ihale pazarlıklarının yer aldığı görüntülerin basına yansıması, 17 ay süren hükümetin sonunu getirmişti.
Artık madem (güncel) sanattan konuşacağız, bana yapılan davete dönelim. Bana bu teklifi yapan, Verein K adına sevgili Jelena Kaludjerovic ve sanatçı eşi, İstanbul'da da Kasa Galeri'de bu yılın başında ortak bir sergiye katılan, üstelik sergisini de büyük bir tesadüf eseri bu köşede yazdığım Dejan oldu.
Uluslararası sanat eleştirmenlerine yönelik bir davet programı olan, kendi bünyesinde küratörlere de ayrı bir program tasarlayan etkinliğe, benimle birlikte Artforum yazarı Kristian Vistrup Madsen, Art in America ve Art Review yazarı Rahel Aima ve Elephant gibi saygın yayınlara emeği geçen bağımsız eleştirmen, editör Louisa Elderton katıldı.
Bizleri de birbirine iyice yaklaştıran etkinlik, ülkedeki belli başlı kültür ve sanat otoriteleri ile küratörler, yazar, editör ve galericiler ve elbette sanatçılarla buluşmamızın da kapısını araladı. Deyim yerindeyse 10 aylık bir süreci 10 güne sığdırdığımız bu dönemde, aralarında Vienna Contemporary, Parallel ve 'Curated By' ve Graz'daki Steierischer Herbs güncel sanat festivali gibi önemli faaliyetleri de, bizzat deneyimleyip, yorumlama imkânımız doğdu. Hatta etkinlik, beraberinde hepimizin Avusturya izlenimlerini kapsayan bir paneli de getirdi.
İşte ben size, yoğun programda gezdiğimiz (şimdilik tek) bir sergiden söz etmek istiyorum. Bu sergi, Viyana'nın Prinz Eugen Caddesi üzerinde bulunan Belvedere'de yer alıyor. 19 Ocak'a dek izlenen Johanna Kandl imzalı serginin bulunduğu Belvedere, esasen sanat ve mimariyi kendince özgün biçimde harmanlayan, üç ayrı sanat mekânını buluşturan bir anıt - marka. UNESCO Dünya Mirası listesindeki iki Barok stili sarayın bir parkla kucaklaştığı mekânda, Orta Çağ'dan günümüze uzanan ve 21'inci yüzyıla sıçrayan, 'Belvedere 21' isimli bir alan daha bulunuyor.
Kandl'ın sergisinin bulunduğu 'Orangerie Belvedere' isimli bölüm, sarayın bahçesinde başlıyor. Viyana ve Berlin'de yaşamını sürdüren 66 yaşındaki (çok şey görüp geçirmiş Converse ayakkabılı) Johanna Kandl'ın sorusu serginin adıyla vaki; basit: 'Malzeme: Neyin Resmini, Neden Yapıyoruz?'
Zannımca, keşke Avusturya Kültür Ofisi'nin veya Goethe Enstitüsü'nün de desteği ile Belvedere işbirliğinde Türkiye'ye 'alınıp, götürülse'; zira kesinlikle 'kapanın elinde kalacak' bir proje aslında, bu söz ettiğim.
(Alfabetik sıra ile) Yani Arter, DEPO, İstanbul Modern, OMM (Odunpazarı Modern Müze), Pera Müzesi, Sakıp Sabancı Müzesi veya SALT, hatta Sakıp Sabancı Mardin Kent Müzesi'nde 'uyarlanarak' sergilenecek derinlikte bir sergi.
Böyle, çünkü Johanna Kandl, sergisinde gerek ülkesi Avusturya gerekse dünyanın 'resim' mirasının kökenlerine madden iniyor, bunlara vesile olan renklere canını vermiş bitkilerin, fırçalara kurban hayvan tüylerinin ve doğanın binbir coğrafyasından koparılan bilumum renkte madenin 'plastik muhabirliğini' yapıyor. Aynı anda hem kapitalizmin hem kolonyalizmin, hem kültür endüstrisinin ve hem de ekolojik açgözlülüğümüzün yüzümüze vurulduğu sergi, açılışını müze koleksiyonundan 30 'yerli ve Avrupai' başyapıtın tepenize inişiyle yapıyor. Ve Kandl, bu manzaranın ortasına evvelâ sıradan, serin (cool) bir çiçek tarlası videosu bırakıyor.
Ancak mütevazı, ama yine de cayır cayır eleştirellikte tuvalleriyle Kandl bununla bırakmıyor izleyiciyi. Sergi yeni başlıyor. Belvedere koleksiyonunda 'Google'vari bir tarama eşliğinde, Viyana Doğa Tarihi Müzesi'nden de edindiği madenlerle bizleri boyutlar üzeri bir anlatının şahidi kılıyor. Bir resmin nasıl dünyaya geldiği meselesine gerek jeolojik gerek psikolojik gerekse ekonomik ve politik gözlerle bakabildiğiniz, devasa bir kaleydoskop, dünyayı gezen devasa bir imge konteyneri, Johanna Kandl'ınki. Sanatçı, edindiği malzemelerle de yetinmeyerek, yarı figüratif, yarı soyut ama alabildiğince muhalif, hatta emekyoğun, feminist nefesli pentürleriyle de bizi imge ve metin arasında defalarca arafta rehin tutuyor, kâh ayıltıyor kâh o ayıklığın sarhoşluğunda terk ediyor.
Terebentin, zamk, keten, akasya sakızı (Gummi Arabicum), damla sakızı, derken dünyanın renkleri, kahverengi, kızıl veya sarı... Hepsi, bu serginin hem maddesini, hem de manâsını gözle, sözle ve eleştiriyle görülür biçimde teşkil ediyor. Tarihin sanat tarihi ile, bilimin arşivcilikle, güncel sanatın sosyolojiyle seviştiği bu sergi, akla şu günlerde 16'ncı İstanbul Bienali ile gündemde olan Fransız küratör ve düşünür Nicolas Bourriaud'nun 'İlişkisel Estetik' mefhumunu ziyadesiyle getiriyor. Sergi, 'altın' vuruşunu ise tarihin ve bilginin derinliklerine indiği bir madende, evet, bildiğiniz bir madende, bu konu üzerine ve üç ayrı damardan yapıyor.
Peki ben bu sergiden niçin bu kadar etkilendim?
Kendi coğrafyasındaki onca rengi, madeni, dokuyu bir biçimde unutan veya ziyan eden bir topluma çok şeyi bağıra çağıra anlatan sergi, bence içine girdikçe, sıcaklığıyla değerleniyor, içinden çıkılmaz bir samimiyetin boğuculuğuyla, gerek kendi civarı, gerekse hepimizin dünya atlasına tarifsiz bir eleştirellik kazandırıyor. Bu sergiyi sevdim, çünkü bana küçüklüğümde bir cildini karıştırdıkça ötekine gelişigüzel bir anarşiklikle sıçradığım eski ansiklopedilerin içinden çıkılmaz (d)evrimsellikteki farkındalık evrenini çağrıştırıyor.
Umarım birileri bu serginin farkına varır ve onu İstanbul'a taşır. Çünkü görüştüğüm sanatçı Johanna Kandl, sergiyi sadece belli başlı kentlere değil, tamamen Türkiye'ye taşımanın, sergiyi - projeyi zihnen ve madden güncellemek adına da kendisi için büyük bir fırsat ve onur olacağından da zerre kadar kuşku duymuyor.