Ay kocaman at kara... Ay dendi mi imkanı yok bu dizeyi mırıldanmadan olmaz. Ne zaman şöyle özel olarak durup yüzümü aya çevirsem bu şiir dilime dolanıverir... Ay kocaman at kara, torbamda zeytin kara... Faşistler tarafından 38 yaşında katledilen Lorca’nın şiiri. Bence içinden Lorca’yı geçirmeden Ay diyememeli kimse... Baktım Twitter “Ay ay ay” diye yıkılıyor, Lorca’yı hatırlatmayı borç bildim. Maksat faşistler lanetlensin...
Hatta hatta bir kadın olarak bile şahsımın ay hakkında çok özel bir anısı var. Ay’ı yedirmem... Üzerine dantel örtülmüş bir radyodan yayılan “... Armstrong aya indi” gibi bir cümlenin yankılandığı bir oturma odası hatırlıyorum. Odadakilerin tümü şaşkınlık içinde radyoya bakmakta. Bugüne dek kimseye kabul ettirememiş olsam da böyle bir anım var benim. Tevellüt itibarıyla bunu hatırlamamın mümkün olmadığı söylendi hep... Oysa hatırlıyorum. Yıllar yılı astronot ile Armstrong kelimelerini durup dururken karıştırmış olamam. Hatırlıyorum. Bîr dıkım. Gomaşinen. I remember...
Aya’a gideceklermiş. Haydi inşallah. Ay büyüktür, hepinize yeter... Uzay konusu iki gündür sosyal medyayı yıkım yıkım yıkınca, bir iki arkadaşım da bu konuda yazsana dedi. Sipariş verenlerden biri, Eston kültürüne ve mizahına olan zaafımı bildiğinden, şu fıkrayı da telefonda anlatıverdi. Trende aynı kompartımanda seyahat eden bir Ukraynalı ve bir Eston ufak ufak sohbete başlar. “Nasılsın iyi misin” gibisinden bir sohbet. Bir noktadan sonra konu ortak “dosta” gelir. Ukraynalı, “Ruslar uzaya gidiyor” der. Eston sükunet içinde başını kaldırır, “Hepsi mi?” diye sorar.
Benimki de bu hesap. Allah’ın izniyle Uz(ay)’a gidiyoruz denince, “Hepiniz mi” diye sordum içimden. Sonra malum şiir dilime dolandı bütün gün. Gidin gidin Diriliş’lerde tımar ettiğiniz atlarınızla gidin... Sonunda anladım 13. yy. Kayı boyundan başlayıp neden sezonlar boyu Ertuğrul izlediğimizi. Aya gidilecekmiş! Fizikte öyle bir kural yok muydu zaten? Ne kadar geri geri çekilirsen, bırakıldığında o kadar ileri fırlarsın. Roket gibi. Haydi inşallah... Normal şartlarda bu noktada, Şeyma’nın ayakkabı numarasını devletluların IQ’suyla yarıştıran Kılıçdaroğlu’na da bir çift laf ederdim etmesine ama “kutuplaştım ki” öyle böyle değil. Kılıçdaroğlu’na laf etmem bugün. Yarattığınız “vasatlıkla” gurur duyuyor musunuz diye soran Deniz Zeyrek’le aynı kutuptayım.
Niye kutuplaştığımı da anlatacağım ama önce biraz da Atilla Taş’tan söz etmem lazım. Biliyorsunuz çulunu çorabını Clubhouse’a iyice serdi. Dün de kulüptekilere uzay deneyimlerini anlatıyordu. Çok ciddi meblağda uzay deneyimim vardır benim, NASA’dan bi arkaaşla da sık sık bu konuları teati ediyoruz dedi ki gerçekten inanırım. Çünkü o da avant-garde bir insan. Atilla Taş’ın şu tespiti de çok önemli. “1970’lerde filan aya gitmek çok acayip bir şeydi ama sonra baktılar ki aya git gel bir şey yok, ABD filan hepten terk etti orayı, Hintliler gidiyordu en son ama roketleri ateş almadı” filan dedi. “Ayda naabıcan kardeşim, taş getirip tesbih mi yapacan” diye ekledi bir de, o noktada ben de sandalyeden düştüm.
Clubhouse demişken kutuplaşmam da orasıyla yakından ilişkili. Havuz medyasının on beş yıldır kutuplaştıramadığı şahsımı iki gecede kutuplaştırdı bu kibarlar kulübü. Arkadaş iki gün önce “Kutuplaşmadan Olmuyor mu? - Siyaset Meydanı Clubhouse” başlığı altında bir oda açmışlar. Binlerce insan katılmış, aralarında kimi arasanız var. Gazetecisi, milletvekili, akademisyeni... Hatta hatta Fatih Portakal bile... Elimi kaldırmış biçimde tam iki saat söz sıramı beklediğim bu oturumda yüzlerce insan sıradayken “Kutuplaşma” konusunda kim konuşsun istersiniz? Nihal Bengisu Karaca (sadece benim katıldığım zaman diliminde üç tur) ve Erdoğan Aktaş (iki tur)!
Daha o gün mutlu mesut bir biçimde “Muhalefet için bir politik imkan olarak Clubhouse” başlıklı Medyascope programımı yapmışım. Sonra da gece çayımı, çekirdeğimi alıp kulaklığımı takmış ve kulübe girişimi gerçekleştirmişim. Bana dinletilen isimlere bak! On on beş yıldır medya diye, anaakım diye, ifade özgürlüğü diye bir şey bırakılmayan bir ülkenin dışlayıcı ve ötekileştirici havuz medyasında televizyon dememiş, gazete dememiş çalışmış isimler... Çalışın efendiler, Clubhouse’da da siz çalışın...
Nihal Bengisu Karaca bir yandan güya iktidarı da muhalefeti de kutuplaşmanın müsebbibi olarak görüyormuş gibi “adil ve demokrat” bir konuşmayı sürdürürken, bir yandan da “fakat AKP de çok saldırı altında kaldı, mütemadiyen saldırılarla uğraştı, uhuletini suhuletini yitirdi. Bunu da ihmal etmemek lazım” minvalinde şeyler söyledi. O minvalleri yıllardır çok iyi bilirim ben. Levent Gültekin’in nihayet söz alıp çok haklı bir biçimde ifade ettiği gibi, kutuplaşmanın ve demokrasinin ne olduğunu da onlardan mı dinleyeceğiz. Vallahi kibar mibar olamayacağım “Pes!” diyorum. En pes sesimle, bin kere pes...
Erdoğan Aktaş’ı hatırlatayım size. Kendisi 2005’ten bu yana Star dememiş, ATV dememiş, NTV, CNN Türk dememiş her yerlerde en aşağı genel yayın yönetmeni seviyesinde çalışmış bir isim. Penguenli medyaya hiçbir konjonktürde zerre mesafe yapmamış, her şey bir yana A Haber gibi bir şeyi kurmuş bir isim! Dün itibarıyla (Eylül 2020) Sözcü TV’ye yine genel müdür ve genel yayın yönetmeni olarak geçti diye, kutuplaşmanın muhalefet kısmından bildirebileceğini sanıyor! Hem de ne bildirme. Binlerce insan da kuzu gibi dinliyor. Hafıza bir noktadan sonra melemeye, teklemeye başlıyorsa demek...
Bilgisayar ekranımın sağ sütununda tam dört eski yazısı ile Nihal Bengisu Karaca “favoriler” arasında yer alır. Sırasıyla 2012, 2014, 2015, 2017’den birer yazı geniş kapsamlı bir havuz medyası analizine bir gün eklenmek üzere orada öylece durur. Sadece son iki yazıdan birazcık söz edeyim. Birinci yazıda Selahattin Demirtaş’a hangi moral üstünlüğe dayanarak bu ülkenin Cumhurbaşkanına seni başkan yaptırmayacağız diyebilecek kadar pervasızlaşıyorsun diyor. Bununla da kalmıyor, Ermenilerden özür dileyen Demirtaş’ı riyayla suçluyor ve bölgesinde “söylemesi ayıp Ermeni kalmamış” olmasının hesabını soruyor! Demirtaş’a kim bilir hangi moral üstünlükle, “Clubber kızların yeni idolü” demeyi de ihmal etmiyor. Tarih 22 Mayıs 2015. On beş gün sonra 7 Haziran’da bu ülkede altı milyon Clubber olduğunu görünce epeyce şaşırmış olmalı.
İkinci yazı ise 11 Şubat 2017’de yazılmış. Yani sadece dört yıl evvel, yani başta Ankara Üniversitesi’nden 72 kişi olmak üzere, ülke çapında yüzden fazla “Barış imzacısı” akademisyenin ihraç edilmesinden sadece üç gün sonra... Her zamanki gibi moral üstünlüklü kimi itirazların ve bu ihraçlardaki sorunları görmezden gelmenin imkansızlığını belirtmenin akabinde, aynen şunları söylüyor: “İhraçların pek çoğuna mesnet teşkil eden Aydınlar Bildirisi’ni karanlık bulanlardan biriyim.” Bu “karanlık” ithamının ve devamında gelenlerin mesnetini de bilen biliyor... Şöyle devam ediyor:
“Çözüm süreci bitti, ama bu durum akademisyenlerin, entelektüellerin ve HDP’nin kentli yeni çevresinin yeniden başlayan 'güvenlik konsepti'ne hızla adapte olmasını sağlayamadı. Gelişmeleri takip edip, güncel durumu muhatap alan seri ve etkin değerlendirmeler yapmak bizimki gibi Batı referanslı bir güncelleme gelene kadar siyaha düşmüş ekran karşısında donup kalan akademisyen için o kadar kolay, alışılmış bir şey değil.”
Ekran karşısında donakaldığını bir çırpıda ilan ettiği o akademisyenler arasında kimler kimler var... Bugüne dek lütfedip bir tanıma gayreti göstermemiş olduğunu çok iyi bildiğimden, sadece farklı kuşaklardan -göz önünde olan- birkaç isim sayayım. İbrahim Kaboğlu, Bülent Şık, Nur Betül Çelik, İlhan Uzgel, Dinçer Demirkent. Ben de Kılıçdaroğlu gibi ayakkabı numaralarını IQ’larla yarıştıracak değilim, her biri diğerinden kıymetli yüzlerce akademisyen... Fatih Portakal kendisine “Dün gece meslektaşımız Ayşen Şahin bir tweet nedeniyle gözaltına alındı” dediğinde de “Herkes kendi mahallesinin mağduriyetini anlatıyor” demekten bir an bile imtina etmedi. Bilmiyorum, mahcubiyet diye bir şey olmalı insanda...
Kutupsuzluk özlemi noktasında başladıkları yer burası. Kimse kusura bakmasın ama Clubhouse’unuz da atom fiziğiniz de yerin dibine batsın. Kutuplaşma kavrayışınızı da -ne diyorlar- sorunlu bulmamak mümkün değil. Neyse ki Canan Kaftancıoğlu söz alabildi de bu riyayı biraz görünür hale getirdi.
Karşı karşıya olduğumuz şey, iktidar ve muhalefetin siyaset alanına eşit bir baskı uygulayarak gerçekleştirdiği bir “kutuplaşma” değil. Kutuplaşma her şeyden evvel bunu ima eder. Oysa karşı karşıya olduğumuz şey, AKP hükümetleri dönemince bile isteye benimsenmiş -ve en çok da lider retoriğinde dışa vuran- tek taraflı bir siyaset tarzı. Son beş yılda bu siyaset tarzına MHP de canla başla sarıldı. Hatta hatta dünyanın en normal şeyiymiş gibi kendi tabanını konsolide etmek bile diyorlar buna.
Hangi birini anlatayım. İktidar cenahının muhalefetten damgalamadan ve isim takmadan söz ettiğini bile çok uzun zamandır hiç duymadık. Berikine Genel Müdür, ötekine DHKPC Militanı... İftira, karalama ve itibarsızlaştırma içeren bu türden bir kutuplaştırıcı retoriğe Kemal Kılıçdaroğlu, Meral Akşener ya da Temel Karamollaoğlu’nun tevessül ettiğini kaç kez gördük acaba? Biri “sözde” demeye kalksa AKP tavanıyla tabanıyla kibarlık abidesi kesiliyor zaten. “Seni başkan yaptırmayacağız” diyen Demirtaş, beş yıldır hapiste....
Neyse ki ay büyüktür. Ay kocaman! Ahh Lorca... Kara gözlü, koca kulaklı Lorca... Şimdi de aya gitmek istiyorlar...