Geçtiğimiz hafta aktif sokak hareketiyle gündemde olan Boğaziçi
Üniversitesi –daha doğru ifadeyle kayyum rektör– krizi,
faz değiştirmiş olmakla birlikte sürüyor. Ocak ayı başındaki kayyum
atamasının ardından başlayan tepkiler hızla büyümüş, başta diğer
üniversitelerin öğrencileri ve öğretim üyeleri olmak üzere toplumun
birçok farklı kesiminde yankılanmıştı. Protestolar, beklendiği
üzere çabuk sonuç vermedi; kayyum pişkince davranarak, iktidar ise
fütursuzca devlet şiddetini devreye sokarak, tepkinin
sönümlenmesini sağlamaya, onu bastırmaya çalıştı. Fakat gençlerin
direnci ve tüm ülkeyi esir almış gerilimin bu eylemde bir
ruh olarak temerküz etmesinin de sayesinde, hareket
sönmedi; aksine, şubat ayının ilk haftası itibarıyla sokağa taşma
ve orada büyüme eğilimi gösterdi. Bu eğilimi en iyi sezen,
imtiyazlı koltuklarının üstünde bir sismograf hassasiyeti ile
oturan her türlü iktidar unsuru oldu elbette. Böylelikle, önce BOUN
kampüsünün içinde, ardından Kadıköy’de öğrencilerin üzerine polis
şiddeti salındı. Çeşitli kentlerde BOUN öğrencilerine destek vermek
isteyenler de aynı şiddetten nasibini aldı. Sokakta fiziki zor,
uzun ve eziyetli gözaltı süreçleri, geometrik olarak artan
tutuklamalar ve ‘ev hapsi’ uygulamaları derken; kolluk gücünden
yargıya dek uzanan bir ‘resmi’ düzlemde devletin tüm araçlarının
kullanıldığı bir şiddet vakumu oluştu. Hatta
göstericilerin arasına provokatör olarak karışan sivil polislerin
gayrı resmi şiddeti bile ayan beyan, somut olarak göründü
kayıtlarda.
Rejimin, öncesi bir yana, son altı yıldaki şiddet performansı
zaten onu caydırıcı bir güç haline getiriyor, bir tür
yenilmezlik pelerini ile örtüyordu. Boğaziçi protestoları
sırasında ortaya çıkan görüntüler de, onun bu ‘şöhretten’
sakınmadığını, sınırları belirsiz bir şiddet potansiyeli taşıdığını
ve statükosunu korumak için ne denli kararlı olduğunu
herkese gösterdi. Ama kararlılık her zaman güç ve iradeden
değil, bazen çaresizlikten de kaynaklanır. Sapabileceğiniz zaten
tek bir yol varsa, ‘kararsız’ görünmezsiniz; fakat bu sizin güçlü
ve hâkim olduğunuz anlamına da gelmez. İktidarın, gençlik
eylemlerinde uç veren toplumsal rahatsızlıklar karşısındaki
‘kararlılığı’ da bu türden bir mecburi istikamette gerçekleşiyor.
Kaba bir inada, yıkıcı bir ‘savunma’ya dönüşerek, güç gösterisiyle
aynı anda zaaflarını da açığa çıkarıyor. Giderek daha görünür hale
gelen ‘zaaf’ şu: Rejim, fiziki zor kullanarak, henüz filizlenmekte
olan bir toplumsal tepkiyi baskılayabilse de ezemiyor ve bu baskıyı
bir siyasal hegemonya ile destekleyemiyor.
2002’den beri süren ve ‘AK Parti’den AKP-MHP
koalisyonlu ‘tek adam’ yönetimine uzanan yolda siyasal
şiddet hep etkin oldu. 2006’da Başbakan Erdoğan’ın
Diyarbakır’daki gösteriler için, “Çocuk da olsa kadın da olsa
gereken müdahale yapılır” demesinin ardından dördü çocuk en az 10 kişi
ateşli silah yaralanmalarıyla hayatını kaybetti... Kurumun
özelleştirme adı altında yağmalanmasına karşı Ankara’da direnişe
geçen Tekel işçileri, Aralık 2009’dan başlayarak dört ayı aşkın
süre sistematik polis şiddetine maruz kaldı... 2010 Kasım ayında
öğrencilerin YÖK’ü ve Başbakan’ı protesto girişimlerine büyük
sertlikle karşılık verildi; Dolmabahçe’deki başbakanlık ofisi
önünde, hamile olduğunu söylediği halde yerde tekmelenen öğrenciler
hatırda… 2011 seçimi öncesi milletvekili
adayları yasaklanan Kürtlerin itirazlarına ve internet sansürüne
karşı ülkenin pek çok kentinde yürümek isteyen gençlerin karşısına
da polis şiddeti çıkarıldı. 2013’teki Gezi protestolarına karşı
gösterilen ve kimi zaman ‘sivil destekçilerin’ de göreve çağrıldığı
şiddet ise kurumsallaştı; sokak kalıcı olarak terörize edildi. Ama
AKP-Erdoğan iktidarı ve ilgili dönemlerdeki bağlaşıkları bir yandan
bu şiddeti sürdürürken bir yandan da güçlü bir siyasal hegemonyaya
sahipti. Hem sandıktan istediği sonuçları çıkartabiliyor, hem de
çeşitli sosyal sınıfların bir uzlaşma noktası olmayı sürdürüyor;
toplumun bazı kesimlerinin itirazlarına yönelik şiddet, bu
rıza ile dengelenerek o kesimler tecrit
edilebiliyordu.
Bugünkü fark biraz da bu noktada. Rejim, uzun kriz döneminin,
salgının etkilerinin ve kendi iç gerilimlerinin yıpranmışlığı
altında, kendisini destekleyenler ve ona karşı art
niyetli planlar içinde olanlar diye tasnif edilen ‘iki
milletli’ bir tabloyu tesis etmekte zorlanıyor. İtirazların
direncini kolaylıkla kıramadığı gibi, toplumun içinden ihtiyacı
olduğu kadar bir kısmı, muhayyel ‘kendi milleti’ni de seferber
edemiyor. ‘Düşman’ın üstüne ne kadar çok güç, yasalardan ve
yasasızlıktan kaynaklanan tüm olanaklar hizmetine sunulmuş ne kadar
çok zırhlı birlik gönderirse göndersin, etkin bir
‘dostlar’ kampıyla bu ölçüsüzlüğü dengeleyemiyor. Bu, görece yeni
bir durum.
Giderek daha açıkça görülüyor ki rejim, toplumsal itirazları
yalnızca kolluk ve yargı araçlarıyla kontrol edebiliyor. Toplumun
çeşitli kesimleriyle müzakere etme niyetini de şansını da çoktan
kaybetmiş şekilde, ancak zor’un gücünü artırarak egemen olabiliyor.
Toplumsal muhalefet henüz ortak bir stratejiye sahip olmaksızın,
farklı kesimlerden itirazlarla çeşitlenmiş ama halen dağınık bir
görünümde olduğu halde… Öğrencilerin ya da PTT, Bimeks işçilerinin
gösterilerini zor kullanarak dağıtmasa, tek tek bunların her
birinin büyük ve birleşik bir itirazın çekirdeğine
dönüşebileceğini, farklı kesimlerin sokakta birleşebileceğini
görüyor. Hegemonyası zayıflarken zoru güçleniyor. Ancak bunlar
arasında nihai bir dengeye ihtiyaç olduğu da açık. Bu nedenle zaman
kazanmaya çalışıyor, hiç değilse salgının etkilerinin gerilemeye
başlayacağı, para akışının hızlanacağı hayali bir yakın
bir geleceğe kendisini taşıyacağını umarak, cebren davranıyor.
Çarçabuk kıymetsizleşen ‘reform’ söylemini daha üst perdeden bir
yeni anayasa söylemiyle ikame ederken, belirsiz anayasa vaadinin
arkasına, ihtiyaç duyduğu rejim inşasını tamamlayacak malzemeyi
yığıyor. Geçmişte birer rant, ballı ihale, kamu kaynaklarının
seferber edildiği zenginleşme şöleni olarak vaat edilen ‘çılgın
proje’ler, Ay’a seyahat gibi, hem ideolojik hamasete hem de para
sarfiyatına uygun versiyonlarla güncelleniyor.
Oysa sahici tablo, Ay’a seyahat müjdesini de, Kanal
İstanbul gibi, ‘doğalgaz bulduk müjdesi’ gibi dayanıksız hale
getiriyor. Erdoğan’ın Ay’a temas hedefini anlattığı
sıralarda, İstanbul’un emekçi semti Zeytinburnu’nda yirmili
yaşlardaki bir çift, 1,5 yaşındaki bebeklerini akrabalarına bırakıp
evde yoksulluk ve umutsuzluk içinde canlarına
kıyıyordu. AKP sözcülerinden Mahir Ünal, zihniyetlerini berrak
şekilde ele vererek, “Bizi bitirdiniz” diyen çiftçinin cebindeki
telefonla didişirken, Anadolu’nun dört bir yanındaki binlerce
çiftçinin haczedilerek bankaların eline geçmiş tarlaları mezatta
satılıyordu. Aynı mezatlarda binlerce dükkân ve
işyeri satılıyor; esnaf da köylüyle aynı durumda. Marketler fahiş
fiyata ulaşan bebek maması gibi ürünleri, çalınmaya karşı alarmla
donatıyor. Üç milyona yakın kişi ücretsiz izin adı altında
işlerinden çıkarıldılar ve asgari ücret denilen sefalet ücretinin
de altında bir gelire mahkûm ediliyor. İktidarın açtığı yollarda
salgından da azami yararlanan sermaye, emeği kalıcı şekilde esnek
ve güvencesiz çalıştırmayı bir yandan fiilen dayatıyor bir yandan
yasal altyapısını talep ediyor. İşçi sınıfının Kod29 olarak andığı,
‘ahlak, etik vs. palavraları ve iftiralarla tazminatsız işten
çıkarma saldırısı büyüğünden küçüğüne her patronun elinde, sendika
düşmanlığının, en küçük bir hak arayışının üstüne boşaltılan silaha
dönüşmüş durumda. İşsizlik, yoksulluk ve pahalılık birlikte
tırmanıyor. Tüm bunlar, toplumun emekçi sınıflarında, köylülerde,
küçük üreticide, esnafta, işsizlerde, emeklilerde huzursuzluğu
büyütüyor. Etraflarındaki kat kat koruma çemberlerine rağmen,
halkın arasına karışır gibi yaptıkları her anda “açım”, “eve ekmek
götüremiyorum” diyen insanlar o duvarları aşıp karşılarına
çıkıyor.
Geçen yazı, kolluk güçlerinden yargıya dek tüm araçları keyfi,
cezasız ve yasasız şekilde kullanarak büyük bir ‘kas farkı’ yaratan
iktidarın, bu güç asimetrisine rağmen itirazları bastırmayı ve
önünü açmayı kolayca başarıp başaramayacağı sorusuyla sona
eriyordu. Uygulanan yüksek dozlu güce rağmen birinci handikap
gerçeğin bu resmidir. Ay’a çıkma vaadi, henüz 20’li yaşlardaki
anne-babanın canına kıydığı Zeytinburnu’ndaki yoksul evde ‘Dünya’ya
çakılıyor.
İkinci handikap uluslararası ilişkilerde ortaya çıkıyor. Resmi
muhalefetin bazı sözcüleri “dik dur eğilme, bu muhalefet seninle”
diye slogan atsa da o diklenmelerin imkânı belli ki gitgide
azalıyor. Libya, Doğu Akdeniz enerji kaynakları, Suriye, S-400 gibi
başlıklarda, milliyetçi hamaseti de sürdürerek tutum gevşetmenin
yollarını arıyorlar. Ama içeriye olduğu gibi ‘dışarıya’ da güven
vermiyorlar. Bu ‘yeni’ sürecin önemli bir işareti ABD’deki yönetim
değişikliğiydi. Bu yüksek tansiyonlu sürecin simge olgularından
biri Trump’ın Twitter’dan diskalifiye edilmesidir. Birer
sosyal medya mecrası olmanın ötesinde, küresel kapitalizmin önemli
aktörleri olarak, yazılım, bilişim gibi sektörlerde öbeklenen
sermayenin ‘siyasal’ bir tepkisiydi bu aynı zamanda. Aynı
Twitter’ın Türkiye’de statükonun iki baskın yüzü Bahçeli ve
Soylu’nun mesajlarını filtrelemesi de bu muhtevada bir mesajdı.
Bazı davaların, uzun tutuklulukların daha sık gündeme geleceği
anlaşılıyor. Yerli sermaye bir yandan 18 yıldır kendisi için eşsiz
adımlar atmış olan iktidarı yeni armağanlar vermeye zorlarken, aynı
zaafları araçsallaştırıyor.
Türkiye kritik bir dönemeçte, bu açmazlarının içinde
olabildiğince güçlü ve hiddetli görünmeye çalışan iktidar ve onun
pozisyonuna ‘normal geçiş’ yapmayı hayal eden resmi muhalefet
seçeneklerinin de kapsayamadığı büyük toplumsal hoşnutsuzlukla
kımıldanıyor. Bazı temel farklılıklar bir yana AKP ve onun
neoliberal hegemonyası, benzer bir dönemde, işçi sınıfı ve halk
muhalefetinin etkisiz ve yenik olduğu koşullarda ortaya çıkıp
Türkiye’ye hakım olmuştu.