Şu post-neoliberal başkanlardan bahsetmekten sıkıldım, son iki yazıdır. Nasıl olsa onlar orada olacaklar, oldukça uzun zaman. İşkence sever, idam sevdalısı, ceza suratlı, kibir burunlu, yasak dudaklı, ırkçı kulaklılar ve bir sürü alçaklık nevi…
Bir hücrede yatıyorduk faşizmin eski çağlarından birinde. Yere sırtımızda ne varsa onları serip yatıyorduk, sırt sırta çünkü başka türlü üşürsünüz. Tuvalet olarak kullanılan bir delik vardı sadece, mümkün olduğunca uzak yatmaya çalıştığımız köşede. On kişiden fazla oluyordu genellikle. Çoğu adli tutuklu. Kapıyı kapattıklarında bir süre sonra karanlığa alışıyordu insan. Her şeye alışır zaten, kötü olan bu. Sonra herkes birbirine dışarıyı anlatıyordu. Adına köylü dedikleri bir gangster vardı, o hep köyünü anlatıyordu. Kırları ve bir kiraz ağacını mesela. Uzun uzun. Onun anlatmasını çok istiyorduk, hücreden kaçıp dağda geziyorduk…
Sonra bir çingene arkadaş vardı ve tek bir tabak, kırık. Onunla darbuka çalıp ‘Yakarsa dünyayı garipler yakar’ şarkısını söylüyordu. Hücreye dönüyorduk.
Bu yüzden ‘gezmek’ üzerine yazıyorum ya da daha çok hücreden kaçmak için.
Ve ‘Ayaklarımla yazıyorum’ hep. Fakat bu tanıma Frédéric Gros'un ‘Yürümenin Felsefesi’ kitabında rastladım; “Yürürken düşünmek, düşünürken yürümek; sonra da yazmayı kısa bir mola anına indirgemek, yürüyen bedeni geniş, açık mekanları seyreylerken dinlenmeye bırakmak gibi… Bu durum bizi Nietzsche’nin ayak için düzdüğü methiyeye götürür. Sadece elimizle yazarız evet, ama ‘sadece ayağımızla’ iyi yazarız. Ayak mükemmel, hatta belki de en sağlam tanıktır. Okurken öncelikle ayak kulak kesiliyor mu buna dikkat etmemiz gerekir çünkü Nietzsche’ye göre ayak işitir. Zerdüşt’ün ikinci ‘dans şarkısı’nda okuruz bunu:
‘Ayak parmaklarım dinlenmek için dikiliyorlar çünkü bir dansçının kulakları ayak parmaklarındadır’; okurken keyiften titriyorsa, derhal dışarıya, dansa davet edildiğindendir. Bir müzik eserinin kalitesini anlamak için ayağa güvenmelidir insan. Müzik eserini dinlerken ayak ritmi uymak, zıplamak istiyorsa bu iyiye işarettir. Müzik hafifliğe davettir…”
Bu yüzden her gün en az 15-20 kilometre yürüyüp, 3-4 bin kulaç yüzdüğümden ‘Ayaklarımla yazdığımı’ da yeni öğrendim. Ben daha çok gezmenin sırtına binip yazıyorum zannediyordum ama fark etmiyor, hücreden kaçmak maksat.
Yine bir Nietzsche sözü ile bitirelim; ‘Mümkün mertebe az oturmalı; açık havada yürürken doğmayan, şenliğine kasların da katılmadığı hiçbir düşünceye güvenmemeli. Önyargıların hepsi bağırsaklardan gelir. Daha evvel de söylediğim gibi Kutsal Tin’e karşı işlenen günah yerinden kıpırdamamaktır.’
Yürüyün! Kutsal Tin’e karşı günah işlemeyin…