Kütüphaneye girebildiğimde o kadar heyecanlanmıştım ki birinci hafta sabahtan akşama dek yalnızca kendimi orada olduğuma inandırmakla geçti. İçeri girip, ardımdan kapıların kapandığını duyduğumda, olduğum yere çöküyordum. Oradan hepsini, imparatorluğun en büyük kütüphanesindeki kitapları yalnızca seyrediyordum. Renklerine, yan yana duruşlarına bakıyordum, biraz daha öne çıkmış olanları üşenmeden kalkıp aynı hizaya getirdikten sonra seyretmeye devam ediyordum. Kalın ciltler arasında, inceleri kaçırmamak için büyük dikkat sarf ediyordum. Birkaç kez gözlerimle dolaştıktan sonra iki kalın kitabın arasında bir ince kitabı fark ettiğimde âlemin öte ucunda yeni bir yer keşfetmiş gibi oluyor, yanına gidip uzun uzun onu okşuyordum.
Derin nefes alıp, yeni yazılmış olanların kâğıt ve mürekkep kokusunu, eskimiş ciltlerin kırışan derilerinin havaya karışan geçmiş izlerini içime çekiyordum. Henüz hiçbirini okumadan, kapaklarına düşülmüş kenar süslerini incelemeye başlamıştım. Bazen iki kitabı önüme alıp saatlerce süsleri karşılaştırıp, hangisinin daha güzel olduğunu seçmeye çalışıyordum. Üstünde parmaklarımı dolaştırıp, yaşadıklarını bedenime taşıyordum. Dışarı çıkarken son bir nefes alıp ciğerlerimi bilgiyle kasıp kavuruyordum.
Bir gün içeri girdiğimde, artık hepsini biliyordum. Henüz hiç okumadan aradığım kitabın nerede olduğunu, ne renk deriyle kaplı olup nasıl koktuğunu hatırlıyordum. Hızla okumaya başladım. En üst raftaki kırmızı parlak deri ile kaplı kitap, içindekileri okuduktan sonra benim için mavi bir kitap oluyor, kenarları zarif süslerle bezenmiş cildin altındaki yazılar, kendisini yok ediyor ya da köşeleri kir, pas içindeki bir kitap, en yüksek merhaleye yükseliyordu. Onları alıp okurken, bir an durup, hiçbir zaman bütün kitapları bitiremeyeceğimi düşünüyordum. Hepsini okumadan ölmek, en büyük korkumdu.
Bu korku içinde, süratle okurken, bazen sultan hazretlerinin içeri girdiğinin bile farkında olmayıp, kendimden geçiyordum. Satırların arasında, bilginin tadını emiyordum. Bazen bana bir şey sorduğunda, duymayıp okumaya devam ediyordum. Ama o da kitapların büyüsüne kapıldığından, buna aldırmıyordu. Bazen de onun sorusuna cevap olarak, kendi okuduklarımla ilgili bir şey anlatıyor, yüzüme şaşkın şaşkın baktığında, hatamın farkına varıyordum. Geceleri çıkarmasalar, sürekli orada kalacaktım. Bir sözcüğün gizemi, henüz aklımdan gitmeden bir başkası, onu açığa çıkarıp kendi gizemine gömülüyordu.
Gizemler beni baştan çıkardı. Gece eve giderken, yarım kalmış kitapları yanıma almaya başladım. Kaftanın kenarına tutuşturduğum padişahın kitaplarıyla dışarı çıkarken, yakalanıp kolum gidecek diye terler döküyor ama bilginin tutsaklığından vazgeçemiyordum. Bütün gece okumaya devam ediyordum. Gözlerim kan çanağına dönmüş bir şekilde sabah kütüphaneye geldiğimde, kitabı yerine bırakıp, bir başkasına başlıyordum. Yaşamın simgelere dökülmüş şekli yazı, bütün yaşamım halini aldı.
Sultan ve benim dışımda birkaç âlim kütüphaneye girebiliyordu ama onlar daha çok, sultanın geldiği zamanlar gelip, onun istediklerini araştırmak, kendi dileklerini söylemek ve bir diğerini çekiştirmek için geliyorlardı. Uzun süredir kütüphaneye girebildiklerini bildiğimden, çoğu eserleri okuduklarını zannediyordum. Kendileriyle konuşmaya başladığımda, hiçbir şeyden haberleri olmadığını anladım. Kitaplara da zaten yalnızca, bir mevkinin zaruri eşyaları şeklinde bakıyorlardı. Onların elinde, bir kitaba rastladığım andan itibaren anlıyordum ki artık yıllarca o konudan söz edeceklerdi. Ne olursa olsun, konuyu evirip çevirip, “Sultanın kütüphanesinde geçenlerde okuduğum eserde,” diye bir girizgâh yapıp kendi bildiklerini anlatacaklardı.
Onlarla alay etmeye başladım. Sakallarının altındaki gizli cehaletlerini suratlarına vurup, bilgi diye sattıkları kırıntılarla rezil ettim. “Kitap der ki,” diye başladıkları zaman, suratlarına şöyle bir bakıyordum. Hemen gözlerini kaçırırlar, bir sürü şey söyleyip, hiçbir şey demezlerdi. Sultanın yanında olduklarına aldırmaksızın, bilginin sahiplerine bilgi kırpıntılarının seviyesini gösterecek sorular sorup hak ettikleri yere, bok çukuruna gönderiyordum.
Bir süre sonra onların, bu kitaplara layık olmadıklarını düşündüm. Onların hiçbir kitaba layık olmadıklarını düşündüm. Üstü kırışık ciltli, kenarına iki gül işlenmiş ya da yazdıklarıyla yaşamı bir başka yere taşıyan kitapları, alıp götürmeye ve bir daha buraya, kitapların cenaze evine hiç getirmemeye karar verdim. Bir seferde dışarı çıkarıp, kolumu ve belki de başımı cellâda götürme korkusunu bir sefer taşıyacaktım.
Yemeğimi büyükçe bir bohçaya koyup, kütüphaneye girdim. Kapıdaki bekçinin önünde, bohçayı açıp, büyük bir bazlamayı sarıp bekçiye ikram ettim. Bekçi, bu sırada bohçaya dolmuş kış armutlarını, sapsarı kaşık ayvalarını görüp iç çekiyordu. Bir ayva ve bir armut bırakıp, içeri girdim. İçindekileri çıkarıp, masanın altındaki sepetin içine doldurdum. Geçmişin kokusunun üzerine, kenarları zedelenmiş ayvaların tazeliği bulaştı. Bohçayı açıp, içine doldurmaya başladım. Adına bile hiç bakmıyordum. Hangi kitapların, hatta hangi sayfaların nerede olduğunu bildiğimden, sandığımdan da kolay oluyordu. Her kitabın üstüne diğeri geldikçe, bilgi bir kez daha cennetten dünyaya çıkmaya hazırlanıyordu.
Bohçayı alıp kapıya doğru ilerledim. Kollarım dünyayı taşımakta zorlanıyordu. Tam kapıdan çıkarken, padişah hazretleri içeri girdi. Bana baktı. Gözlerimi aşağıya indirdim. “Nereye gidersin,” diye sorduğunda boğazım kurudu. Yutkunup, sesimi çıkaramadım. Kolumdaki bohçada omuz başımdan kesilmiş kolumu taşıdığımı düşündüm, ensemden inen kılıç darbesiyle kopmuş kellemi, bohçanın içinde gördüm. Koca Fatih’ten şefaat dileyecekken, o başını benden çevirip, elindeki kitaba dalıp, içeriye doğru yürüdü. Elimde bohça, omuz başımda kolum ve kellemle, çakılı kaldım. Tekrar hünkârın yanına gitmeye cesaret edemeyip, bohçayla, günahlarımla beraber dışarı çıktım.
Yıllar geçti. Bir molla oldum, en büyük medresenin, en bilgili âlimlerinden. Bohçadaki kitapların bilgisiyse At Meydanı’nda ayırttı kellemi bedenimden.