Ayasofya’yı aşamamak: Fırsatçı simge siyaseti

Ayasofya üzerinden yaşanan büyüklenme duygusu ve doyum Türkiye’de simge siyasetinin fırsatçı ve istismarcı karakterini tüm boyutlarıyla gözler önüne serer. Zira görünüşte yücelttiği şeyi esasta kendine özgü bir yetersizliktir. Sonuçta kendini yaklaşık 1500 yıllık bir simgenin banisi değil fatihi olarak yüceltmektedir ve ecdadından gelen “kılıç hakkını” bugün siyasetine temel olarak önermekle bu yaratıcı kudret eksikliğini örtmek istemektedir.

Ahmet Murat Aytaç aaytac@gazeteduvar.com.tr

1934 yılında bir hükümet kararıyla müzeye çevrilen Ayasofya bugünlerde başka bir hükümet kararıyla tekrar ibadete açıldı. Fazla şey görmüş ve geçirmiş olan anıt eserin köklü tarihi güncel siyasetin sorunlarıyla birleştiğinde anlam bakımından son derece zengin bir tartışma çerçevesi ortaya çıktı. Çünkü genel olarak Hıristiyan aleminin, özel olarak da Ortodoks toplulukların yaşadığı ülkelerin kimlik kurgusunda Ayasofya'nın simgesel bir önemi var. Bu durum AKP’nin Ayasofya kararının hukuki ve dini boyutlarını, uluslararası ilişkilerde önem taşıyan kültürel ve ekonomik meseleler kapsamında ele almamıza olanak tanıyor. Zaten Türkiye’deki milliyetçi ve mukaddesatçı kesimlerinin yarım asırlık düşünü bugün gerçeğe dönüştüren söz konusu kararın bir amacı da bu: Yerli ve milli ideolojik hamasetin yüzeyselliğine tarihsel bir derinlik kazandırmak, onu dünya meselelerinin bir belirleyeniymiş gibi takdim etmek. Akıllarında bu gayelerle Ayasofya’dan söz edenler, aslında dünya içinde kurulu bir eserden çok bu eser çevresinde kurmuş oldukları kendi dünyalarını kastederler. Bu yolla onu başka dünyalara açılmak, kendilerini başka kültürler üzerinden tanımlamak için bir portal gibi kullanırlar.

Ne var ki Müslüman Türk bireyin Ayasofya'dan Bizans tarihine ve oradan Hıristiyan dünyasına yaptığı yolculuk hiçbir zaman insanın kendini gerçekten tanımasını sağlayacak türden bir yüzleşme ve kucaklaşmayla sonuçlanmaz. Tüm bu serüvenden kişinin elinde kalan geçmişin naftalinli zaferleriyle büyüklenmenin ve bugünkü durumun suçunu başkasına yüklemenin yarattığı doyumdan başkası değildir. Ayasofya üzerinden yaşanan büyüklenme duygusu ve doyum Türkiye’de simge siyasetinin fırsatçı ve istismarcı karakterini tüm boyutlarıyla gözler önüne serer. Ancak iktidarın toplumsal psikolojinin derinlerine kök salmış bu ihtiyacı karşılamak, kendi insanın maneviyatını yükselterek ona bir hedef kazandırmak amacıyla Ayasofya’ya yaptığı sembolik yatırım sonuçta paradoksal bir siyaset ortaya çıkmasına yol açar. Zira görünüşte yücelttiği şeyi esasta kendine özgü bir yetersizliktir. Sonuçta kendini yaklaşık 1500 yıllık bir simgenin banisi değil fatihi olarak yüceltmektedir ve ecdadından gelen “kılıç hakkını” bugün siyasetine temel olarak önermekle bu yaratıcı kudret eksikliğini örtmek istemektedir.

Tabii burada Ayasofya'nın sanat tarihi içindeki yerine, kültürel önemine veya farklı inanç kesimleri açısından taşıdığı değere dair bir şey söylemediğimi özellikle vurgulamayı gerekli buluyorum. Asıl dikkat çekmek istediği husus onun simgenin fırsatçı kullanımlarının siyasal açıdan yarattığı paradoksal sonuçtur. Paradoksu daha net görebilmek için dikkatimizi simgesel anlamın nasıl kurulduğuna ve bu sürecin içerdiği tarihsel gerilimlere yöneltmemiz gerekiyor. Ayasofya derken ilk inşa edildiği 537 yılından günümüze her bakan insanda saygı veya hayranlık uyandıran bir yapıdan söz ediyoruz. Ancak söz konusu saygı eserin mühendislik açısından gösterdiği inceliklere, mimari yapısına içkin ihtişama yahut süslemelerdeki güzelliğe duyulan hayranlıktan ibaret değildir. Burada yürüyen esas tartışma iktidara duyulan saygının taşa işlenmiş biçimlerini konu edinmektedir. Ayasofya’yı bir bazilika olarak inşa edenler kadar, onu fethedip camiye dönüştürenler, camiyi müzeye haline getirenler ve son olarak müzeyi cami yapanlar da aynı tartışmanın taraflarıdır.

Söz konusu tartışma Ayasofya’nın imparatorluk fikriyle olan sembolik ilişkisinden kaynaklanır. İmparatorluk, insanları bir dünya devleti çatısı altında birleştirmenin gerekçesini oluşturacak idealleri toparlayan bir fikri zeminden doğar. Tarihsel açıdan bu idealler en yetkin temsilcisini Roma’da bulmuştur. Ancak Türklerin fethedip yerleştiği topraklarda bu fikir Hıristiyan inancı ve Roma devlet geleneğiyle özdeşleşmişti. Bizans İmparatorluğu veya Doğu Roma devleti bu idealin cisimleştiği bir gerçeklik olarak ortadaydı. Bu imparatorluğun merkezi İstanbul’du ve İstanbul’un göbeğinde de Ayasofya vardı. Ayasofya’ya ilgili tarihsel gerçekler kadar bu yapı için üretilmiş efsanelerde de işin imparatorluk simgesi olmakla ilgili yanının fazlasıyla öne çıktığını görüyoruz. Daha Türkler Anadolu’ya gelmeden çok önce Arapların Ayasofya ile ilgili gözlemleri veya anlattıkları, iktidara duyulan saygının efsane yaratma gücünün en somut kanıtını oluşturur. Bu ruh hali ve zihniyet dünyası içinde Ayasofya’da dua etmenin önemine dair bazı yalan hadisler bile uydurulmuştu. İstanbullu tarihçi Stefanos Yerasimos, 15. yüzyılda yazılan Türkçe miraç metinlerinde Mescid-i Aksa’nın, yani peygamberin göğe yükseldiği yerin nasıl Ayasofya olarak betimlendiğini hayretle nakleder.

Osmanlı hükümdarları açısından temel ideolojik mesele Roma’nın imparatorluk idealini, İslam’ın ümmet anlayışı ve Türklerin hakanlık geleneğiyle bağdaştırmaktı. İstanbul’u fetheden II. Mehmet’in aklını ölene kadar işgal ettiği açık olan fikir, yani dünyada “tek bir iman ve tek bir sultan” olması gerektiği düsturu, bu ideolojik meselenin kendini dışavurma biçimlerinden birini temsil eder. Onun için Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesi imparatorluk sorunsalına bulunmuş sembolik bir çözümden ibarettir. Sonraki Osmanlı hükümdarlarının camiye verdikleri önem, hatta ilerleyen yüzyıllarda selamlık törenlerinin çoğunlukla Ayasofya’da yapılması da bu bakımdan anlaşılırdır. Fakat aynı ideolojik meselenin bir başka boyutu daha vardır. Daha camiye dönüştürüldüğü ilk günden itibaren Ayasofya, Osmanlıların siyasi, kültürel ve estetik açıdan aşamayacakları bir model, simgesel evrenlerini sınırlandıran bir ufuk çizgisi olarak belirmiştir. Söz konusu sınırlılık kendini sadece Roma’nın hakim olduğu topraklara hakim olmak arzusunda ve Osmanlı devletinin çekirdeğini bu zemin üzerine inşa etme mücadelesinde göstermez. İstanbul’un fethinden sonra yapılan büyük ve iddialı cami girişimlerinin çoğunun gerisinde yatan arzu, bir model olarak Ayasofya’yı aşmak, yani ondan daha ihtişamlı, daha güzel, daha incelikli bir yapı ortaya koymaktır.

Elbette bir sınır ve bir model olarak Ayasofya, Osmanlı için varolan bir kurumsal gerçekliğin, yani devlet olarak örgütlenmiş bir imparatorluğun devindirici simgesiydi. Fakat bugünkü iktidar için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Onların gerçekte yaşadığı bir sınırı, günümüzün milliyetçi ve mukaddesatçı kesimleri Ayasofya etrafında inşa ettikleri hayali bir dünyada deneyimlemektedir. Mahkeme kararına, iktidarın bu konudaki propagandalarına biraz da bu açıdan bakmak gerekir. İmparatorluk tahayyülü içinde anlamlı olan bir sembolü, başka bir sembolik evrende yeniden kullanıma sokmak “simgesel istismar” veya fırsatçılıktır. Söz konusu fırsatçılık zaten iyice karmaşıklaşmış olan hukuki işleyişi daha da karmaşıklaştırmaktan, zaten bir çıkmazda olan dış siyaseti daha da zora koşmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Günümüz ortak insanlık ideali, toplumları, inançları ve kültürleri hiyerarşik olarak bütünleştiren kadim imparatorlukların meşruiyet zemininde değil, eşit ve özgür bireylerin oluşturduğu bir haklar dünyasında bütünleşmeyi gerekli kılıyor. Bir simge olarak Ayasofya'nın aşıldığı bir dünya ancak böyle bir dünya olabilir. Tüm inançlardan insanların ve tüm inanmayanların ortak mirası ve herkese ait olan Ayasofya bu sınırın ötesinde duruyor.

Tüm yazılarını göster