Aydın Selcen: Devletin aklı olmaz. Devletin arşivi olur!

Diplomasiye derinlemesine hakim, işini önemseyen, seven ve koşullar fırsat verdiği, yapabildiği zaman iyi yapan bir entelektüel Aydın Selcen. Kafamdaki sorular için biçilmiş kaftan. Bu sebeptendir ki olay kafamdaki sorularla kalamadı. Konu konuyu açtı.

Metin Solmaz msolmaz@gazeteduvar.com.tr

Bu iletişim dünyası pek çok şeyi değiştirdi. Misal bilumum anonim sanatları öldürdü. Kolay mı? Eskiden ciğeri yandı mı anlatmak için ortama türkü yayar, buluşmak için vadeli sözleşirdi, şimdi WhatsApp’tan konum atıyor, DM’den yürüyor...

Ben diplomasiyi de türkü gibi bir şey sanırdım. Öyle ya, şimdi Putin Merkel’i teselli etmek  Obama’ya da “bi dur yahu” demek için neden diplomatlarını kullansın? Milyon tane gelişmiş iletişim aracı var elinde. Biriyle konuşurken öbürü ile mesajlaşabilir bir yandan öğle yemeğini yerken karşısındaki ekranda aynı konuyla ilgili diğer liderlerin durumunu okuyabilir. Danışmanı yeterince iyiyse telekinezi bile yapabilir.

Aydın Selcen’i tanıyınca kazın ayağının öyle olmadığını anladım. Bir kere 6 yaşında bir çocuğa anlatır gibi insani temasın kıymetini anlattı bana. Beş dakikalık görüşmeler için günlerce hazırlanmak gerekebildiğini söyledi. Zarafet elden bırakılmadan herşeyin anlatılabileceğini ve bunun pek çok şeyi değiştirebileceğine ikna etti beni. O günden beri normalde telefonla yahut e-posta ile halledeceğim birkaç işi “yahu görüşelim” derken buldum kendimi. Göz teması önemli.

Bu kadar da değil. Selcen, konuşurken o kadar dikkatli, kapsayıcı ve karizmatik ki kendimi sık sık arkasından onu taklit ederken buluyorum. Büyük bir özenle ve yerleşik bir şekilde “Sayın” diyen, göz temasına vücut diline dikkat eden ama bunları asla farkında olarak yapmayan, resmi, işe ait bir zarafeti bu kadar içselleştirmiş az insan tanıdım.

Selcen, 20 yıl Dışişleri Bakanlığı’nda çalıştıktan, bunun son on yılını da Irak yahut Irak’la ilgili işlerde geçirdikten sonra 2013’te istifa ettiğinde Türkiye’nin ilk Erbil Başkonsolosu’ydu.

Diplomasiye derinlemesine hakim, işini önemseyen, seven ve koşullar fırsat verdiği, yapabildiği zaman iyi yapan bir entelektüel Aydın Selcen. Kafamdaki sorular için biçilmiş kaftan. Bu sebeptendir ki olay kafamdaki sorularla kalamadı. Konu konuyu açtı.

MS: Benim yaklaşık 30 yıldır muhtelif aralarla konsolosluklara işim düşer. İstisnalar bende saklı, konsolosundan memuruna oradakileri ben genel olarak “bulunduğu yeri sevmeyen, halkını düşman gören, oradaki hayata girmeyen” insanlar olarak tanıdım. Bana mı denk geldi?

AS: Bu, batıda senin dediğin gibidir. Batılı diplomatlar bulundukları yeri daha fazla önemserler çünkü orası konusunda uzman olurlar. Bizde ise genelci, generalist... Bir İngiliz Arapçayı anadil gibi öğrendikten sonra, zaten Arap kültürüne meraklıyken göreve Arapça konuşulan ülkelerde başlar. Görev süresinde Arap ülkelerini sıradan gezer. Ve Arap ülkeleri uzmanı olarak bitirir.

Bizdeyse diplomat dünyanın dört bir yanında çalışır. Kanada’da da Etyopya’da da aynı insan. Bizde “istenen ve istenmeyen” ülkeler vardır.

Bu yönüyle bulunduğu ülkeyle kendisini geçici hissettiğinden, orayla kültürel olarak özel bir bağı, merakı da olmadığından pek çok durumda yerel dili de konuşmadığından, o sıcak ilişkiyi, bulunduğu yerin içine gömülerek yaşamayı, yapamayabilir.

Geçenlerde İçişleri Bakanı Sayın Süleyman Soylu, yabancı diplomatları eleştirdi. “Hem bütün Türkiye’yi dolaşıp istediğiniz yere gideceksiniz hem de şikayet edeceksiniz ‘bu ülkede demokrasi yok’ diye” dedi. Sayın Dışişleri Bakanı da ABD büyükelçisine dönük olarak “Adam gibi yapacak büyükelçiliğini” dedi. Bunlar aslında bizim kültürel arka planımızı ve zihin dünyamızı temsil ediyor. Türkiye’yi temsil eden diplomat da özellikle bu anlamda etliye sütlüye ilişmekten sakınır. Hem kendi kariyerine hem de ülkeyle olan ilişkilere zarar vermekten sakındığı için. Ve dolayısıyla ilişkilerini kendi meslektaşlarıyla sınırlı tutar.

MS: Ya Türkiyelilerin çok olduğu ülkeler?

AS: Özellikle son dönemde Türkiye vatandaşlarının çok olduğu ülkelerde, İskandinav, Batı Avrupa ülkeleri ve hatta Körfez ülkelerinde de Türkiye diplomatları bizim vatandaşlarımızla fazlaca içli dışlı oluyor. Yani olması icap edenden daha fazla. Onların sorunlarıyla en çok ilgileniyor. Bu doğrudur, bu konsolosluk işidir. Yapılması da gerekir. Ama bütün mesaisini buna vakfederse bu da yanlış.

MS: Bir itiraz etmek istiyorum. Ben bunun da hayrını görmedim. Defalarca işim oldu konsoloslukla, dinleyecek kimseyi bile bulamadım genellikle. Hakikaten ilgileniyorlar mı böyle? Benim hikayelerim genellikle eski ama.

AS: AKP döneminde bu bir miktar değişti işte. Ama bu sefer de tersine bir şekilde değişti. Gereğinden fazla değişti.

Kültürel mesele var. Kalite bir bütün. Öğretmenin, trafik polisinin kalitesi neyse hariciye de böyle. Bütünün bir parçası. Hariciye ülkeden kopuk bir yer değil. Türkiye’de ne kadar hesap verebilirlik kültürü varsa hariciyede de o kadardır. Bir mahkemede hakim senli benli konuşmuyor mu? Doğrudan sen diyor. Meclis bugün hükümeti OHAL olmasa dahi ne kadar denetleyebiliyor? Bu denetimsizlik, denetim dışılık dışişlerini de kapsıyor. Şimdi bu anlamda denetim mekanizması başladı. Bu güzel elbette. Ama bu sefer de siyasallaştı. Tek partinin önceliği doğrultusunda gidiyor bütün Dışişleri hizmetleri, yaklaşımı. Ve çoğu ülkede bulunulan ülkeyi sürekli rahatsız edici hareketlerde bulunuluyor. Mesela nedir, orada yaşayan vatandaşlarımıza siz şu şekilde örgütlenin, şu konularda muhalefet edin, şu talepleri gündeme getirin filan diyorlar. Devletin aklı olmaz. Devletin arşivi olur. Devletin aklı varsa derin devlettir o.

Ama her durumda genellemelerden kaçınmak lazım. Toplamda galiba 150 civarında dış temsilcilik var. Meslek memurları var, idari memurları var, teknik personel var. Çeşit çeşit insan var. Herkesi bir torbaya koyup yargılamamalı.

MS: Peki, iletişimin bu kadar yoğun olduğu bir ortamda, liderler birbirleriyle anında telefonla konuşabiliyorken, internet olanakları varken diplomata ne gerek var?

AS: En uzak yere atla git 12 saat. Ama bulunulan yerde oradaki insanın dokunuşu, oranın dilini öğrenmesi, hemhamur olması, o ülkede gitmedik yer bırakmaması değerli bir katkı sunar. Tabii o şekilde diplomatlık yaptırıyorsan.

Bugün maalesef dışişleri bakanlığı dev bir sekreteryaya dönüşmüş vaziyettedir. Katiplik hizmeti görür. Ne söylediği fikir dinleniyor ne siyaset üzerinde etkisi var. Ancak önüne çizilen düz çizgide durmaksızın koşmak görevi var. Öncelikler de bulunulan ülkedeki vatandaşın ihtiyaçları ve şimdilerde FETÖ ile mücadele gibi dar bir bölgeyle kısıtlı. Bugünlerdeki aksilikleri de dışişleri personeline fatura etmek bu yüzden haksızlık olur.

MS: Bu kadar merkeze bağlılığa rağmen yine de yetmiyor ama galiba. Muhammed Ali olayı Dışişleri’ne bırakılsaydı yaşanmazdı, Cumhurbaşkanlığı’nca halledildiği için oldu deniyor.

AS: Yarı-başkanlık olup, idari yapısı bize benzeyen Fransa’daki sistemde başkan Fransa demek. Aynı zamanda yürütmenin de başı. Federal Almanya’da ise şansölye Merkel yürütmenin başıdır. Ama Almanya, Cumhurbaşkanı’dır. Oysa Almanya Cumhurbaşkanı’nın adını bilmeyiz pek. Şimdi bu bizde fiiliyatta değişti. Haliyle dış ilişkilerde de pek çok konuyu değiştirdi. Örneğin Rusya’yla ilişkilerin toparlanması gibi işler esasen saraydan yürüdü gibi geliyor. Böyle olunca da denizi geçip derede boğulmak gibi oluyor. O manada bence de Muhammed Ali cenazesi protokoler bir felaketti. Aksaklıktı. Organizasyon Dışişleri’ne bırakılsaydı, böyle olacağını sanmam.

Buna ilaveten şimdi bir de siyasi idarenin pek çok konuda dışişlerine dayattığı “hayırı cevap olarak kabul etmiyorum” meselelesi var. Ama diplomaside zorla güzellik olmuyor. Zorlarsanız tam aksi sonuç verir.

MS: Yahu bir de ikna gücüne fazla iman yok mu? Hatırlıyorum, Davutoğlu “Esad’a saatlerce anlattım anlamadı” diyordu. Bir devlet adamının fikirleri nasıl birkaç saatte başka bir devlet adamı tarafından değiştirilebilir? Bu çok naif değil mi?

AS: “60 defa gittim en son oturduğumda 8 saat çıkmadım yanından” demişti, bu tabii bana da amatörce geliyor. Hillary Clinton’ın son yayılan e-postalarında görmüşsündür, “Neyi özlemeyeceksin?” diyorlar, “Türkiye dışişleri bakanının uzun tarih derslerini” diyor. Yahut Esad’a gidip Suriye’yi Esad’a anlatmak. Kürt konusunu, Kürdistan tarihini Barzani’ye anlatmak. Herkese herşeyin doğrusunu anlatmak ve bilmek. Bunlar nedir bilmiyorum ama işe yaramadığı kesin. Örneğin uluslararası bir zirve olur, orada insanların vakti belli. Orada onbeş yirmi dakika ayaküstü vaktiniz vardır. Kafanızda üç dört konu vardır ve hepsine ikişer üçer cümle hazır olması gerekir. Serbest bir sohbet imkanı yoktur.

MS: Peki oralarda işe yarar mı konuşmalar?

AS: E faydası olabilir tabii. Yüz yüze temas önemlidir.

MS: Demokrasisi bizden daha iyi ülkelerle karşılaştırdık hep. Bir de daha kötü olanlar var. Onlarla karşılaştırırsak nasıldır bizim diplomasimiz?

AS: Aslında şöyle. Demokrasisinden pek söz edilemeyecek pek çok ülkede kuvvetli dışişleri vardır. Mesela sıkleti, haritadaki yeri, demokrasisi belli bazı Arap ülkelerinde Dışişleri ve İstihbarat Teşkilatları kuvvetlidir. Zaten ana dilleri de Arapça. Ana dili Arapça olunca malum Fas kıyılarından Yemen’e, Oman’a kadar, yanlış bilmiyorsam kabaca 400 milyonluk bir nüfus havzası demek. Birleşmiş Milletler’in beş resmi dilinden biri de Arapça. Zaten bir adım önde başlamış oluyorsun. Sen de bilirsin bir de bu tip ülkelerde genellikle ikinci dil de iyi bilinir. İngilizceyi bilir Ürdün özelinde örneğin. Lübnan’da buna Fransızca da eklenir. Fas böyle olabilir. Cezayir keza… Bu ülkelerin dışişlerinde hep belirli bir kalite vardır. Ama bu tabii bize hedef gösterilecek bir olumlu örnek sayılmaz hala.

MS: Sanki hep bir dışarıdan yardım eli bekliyor gibi bir hal var bir de memlekette.

AS: Tabii, bir de “niye bizim demokrasimize sahip çıkılmıyor” mevzusu var. Sanıyorlar ki herkes, özellikle ABD her gün, her an  Türkiye’yi düşünüyor, konuşuyor. Suudi Arabistan demokrasisine de sahip çıkan yok. Üstelik herkes kapısında bekliyor silah satmak, elektronik sistemler satmak için. Türkiye o ligde değildi. Ama maalesef hızla oraya düşme yolunda. O ligde değilsek harita üzerindeki yerimiz ve NATO üyeliği sayesinde. Bu ikisinden başka bir şey kalmadı elimizde. Bu ikisi sayesinde Türkiye pek itilip kakılmaz ama demokrasisine hür dünyadan sahip çıkan da olmaz.

MS: Bitmeyen NATO mevzusu ile bitirelim…

AS: Evet bir de o var. Türkiye’de yelpazenin en soluyla en koyu İslamcının anlaştığı az sayıda konudan biri bu. “Bu darbeyi NATO yaptı”, “NATO’ya hayır” vesaire. E çıkalım NATO’dan.

Bana sorarsanız Türkiye’nin iki diplomatik zaferi var. Biri Hatay’ın Türkiye’ye katılması. Bütünüyle diplomasiyle kazanılmış bir yerdir Hatay. İkincisi de rahmetli asılan Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’lu Menderes zamanında NATO’ya katılınmasıdır. Benim için böyle.

MS: Neden NATO bu kadar önemli? Neden sağcı solcu herkes bu kadar karşı?

AS: NATO karşıtlığı patolojik bir hal aldı. Çoğunluk NATO’yu bir tür melanet yuvası, kendi tuhaf ritüelleri olan bir gizli örgüt gibi görüyor. Oysa NATO bir askeri işbirliği teşkilatıdır. Doğru, baskın gücü de ABD’dir. Zaten ABD’nin Avrupa’daki kuvvet komutanı “EUCOM” aynı zamanda NATO komutanıdır -“SACEUR”. NATO’nun Soğuk Savaş döneminde cephe gerisi direnişi için kurdurduğu (ünlü olan İtalyan Gladio benzeri) kontrgerilla yapılanmalarının Türkiye’de büyük ölçüde dejenere olduğu iddiası ve Soğuk Savaş bitmesine rağmen bir türlü ortadan kaldırılamadığı sorusu da mutlaka TBMM tarafından denetlenmesi ve medya tarafından araştırılması gereken konulardır. Ama genel anlamda NATO, Türkiye’nin yegane gerçek Batı çıpası ve savunmasının da omurgasıdır. NATO’suz ulusal savunma çok zayıflar hatta ortadan kalkar.

Tüm yazılarını göster