Cumhurbaşkanı Erdoğan, önceki günkü kabine toplantısının bitiminde yaptığı konuşmada, “Salgın ve onunla bağlantılı ekonomik sosyal sorunlara güvenenler, hüsrana uğramaya mahkumdurlar” dedi. Doğru söyledi.
Salgın ve onunla bağlantılı ekonomik sosyal meseleleri iyi yönetemediğinin farkında. Ama bunun için siyasi bir bedel ödemek zorunda kalacağını da hiç zannetmiyor. Karşısında, iktidarın bu türden sorunlar altında ezilip kendiliğinden gideceği ihtimaline bel bağlamış bir muhalefet varken, kim olsa böyle düşünür.
Muhalefet topluma bel bağlamış olabilir ama o da yapılamayan muhalefetin icracısına dönüşmek zorunda hiç değil. "Düğüne kimse gelmez" endişesiyle hastalığını saklayıp, davetlilere korona virüsü bulaştıranların, karantinadan kaçıp tatile gitmeye çalışanların memleketinde, salgının altıncı ayında bile günlük vaka sayısının binin üzerinde, ölümlerin onlu sayılarda seyretmesinin bel bağlanacak hiçbir siyasi sonucu olmaz.
Ekonomi, evet, belki iktidarı siyasi bir bedel ödemeye mecbur bırakabilirdi. Ama orada da bugün için siyasal iktidarı tehdit edecek toplumsal herhangi bir tepki yok. Erdoğan ve onun iletişim aygıtları dışında herkes ekonomide gidişatın çok kötü olduğunu söylüyor ama ekonomik durum siyasal gündemi asla belirlemiyor. Gören gözler Türkiye’nin şu anda tarihinin en büyük yoksulluğunu yaşadığını söylüyor ama her günkü hayatın içinde olmasına rağmen bu yoksulluk yeterince siyasallaşamıyor. Dövizdeki artışın Hazine garantili projelerin iş ve aş derdindeki kamuya yükünü milyarlarca lira artırmış olması, mesela, kimsenin umurunda mı?
Ekonomik durumun siyasal gündem üzerinde belirleyici olabilmesi/siyasallaşması, iktidarın kafasında ekonomik durumun kendisini destekleyen kitlelerde büyük çaplı bir davranış değişikliğine yol açacağı ya da açmakta olduğu endişesinin doğmasıyla mümkün olur. Çeşitli konularda yapılan anketler AKP’ye ve siyasetine verilen desteğin azaldığını söylüyor. Ne var ki AKP'den çekilen oyların nereye gittiği ya da gideceği de belli değil; anketler ne konuda yapılmış olursa olsun, her birinde kararsızların oranı ciddi sayılması gereken rakamlarda dolaşıyor. Doğal olarak bu durum da şimdilik iktidarın kafasında ciddi bir endişe yaratmıyor.
Kapitalizm pek çok açıdan incelenebilir fakat ekonomi kaçınılmaz başlangıç noktasıdır. Çünkü ekonomi, kapitalist toplumsal ilişkiler ağının kurucu unsurudur. Böyle olduğu için, düşünce ve sosyal teori açısından da elverişli bir kategoridir. İnsan ve toplumsal dünya (ve elbette ki siyaset) üzerine düşünen bir kafa, epeyce sorunun karşılığını ekonomide bulabilir. Fakat bu böyledir diye toplumdan da hemen buna uyum göstermesini bekleyemeyiz. Toplum, yapılamayan muhalefet gibi, teorik eleştirinin de icracısına dönüşmek zorunda değildir.
Toplumsal durumun eleştirel incelemesi, mevcut durumun tarihsel, yani koşullara bağlı ve geçici olduğunu bilir, ya da bilmelidir. Eleştirel göz, onun geçişini izler; kendine özgü hareketini anlamaya çalışır. Toplumsalı gözlediğimiz tarihsel an, kendisinin gerçekte ne olduğunu ve bizi nereye götüreceğini ele vermek için zamanın akışına ihtiyaç duyar. Fakat zamanın akışı tekinsiz bir yolculuk olduğundan, durumun nereye varacağı kesin değildir. Toplumu gözleyen eleştirel zihin, zamanın olağan tehlikelerine sadece teori ile karşı durulamayacağını gayet iyi bilir. Anlamaya çalıştığı nesnenin kendisini sunmasına sabır gösteren aklın sadakati, nesnenin yolculuğuna yön verecek eyleme de gereksinim duyar.
Bugün toplumun umut edilen yönde icra eylemediği Türkiye’de de teorinin kendi icracısına dönüşme gerekliliği var. Yani -bazıları bu laftan hiç hoşlanmasa da- aydının görevi var, maalesef.
Aydının kendinden beklenen görevi her zaman doğru şekilde yerine getirmesi de beklenemez. O da sorumluluğunu üstlendiği toplum gibi deneyerek, yanılarak, olgunlaşarak özgürlük ve demokrasi yolunda bir birikim oluşturur. Ne var ki Türkiye’de muhalefet efradının ekserisi de, sanki demokrasinin zaferi için gerekli tüm koşullar mevcutmuş gibi, deneyen aydınına karşı acımasız bir tavır içerisindedir. Haydar Ergülen’in “yetmez ama evetçilere” yönelik “özür” temalı yazısına verilen tepkilerdeki nobranlık bunu bir kez daha hatırlattı. Özet geçmeye gerek yok, herkes konuyu biliyor. Zaten önemli olan “yetmez evetçilik” meselesi de değil. Mesele, şikâyet edilen koşulları değiştirecek somut bir eylemlilik içinde olmayı tercih edip etmeme meselesidir. “Yetmez ama evetçi” denilen aydınlar, politik açıdan yanlış ya da doğru fark etmez, koşulları değiştirecek somut bir eylemlilik içinde olmayı tercih etmiş insanlardır. Türkiye’nin demokrasi deneyimine, şikâyet ettikleri koşulları değiştirecek somut bir eylemlilik içinde olmayı tercih etmeyip, o koşulların kendilerine verdiği muhalif kimliği, oturdukları yerden, en çok da sosyal medya üzerinden ona buna çamur atma yöntemiyle ortaya koymaya çalışanlardan daha fazla hizmet etmişlerdir. “Yetmez ama evetçiler”, gözlemledikleri nesnenin geçişini izlerken yolculuğuna da yön verme arzusuyla risk almışlardır. Nesne onları yanıltmış olsa da bu hamleleri, muhalif kimliklerini eylem olarak değil bir prestij olarak yaşamayı sürdürenler karşısında şüphesiz daha faydalı bir tavır olmuştur.
Muhalif kimliğime toz konmasın da isterse dünya batsın diyenlerin yaptığı muhalefetin, Türkiye toplumunun ortaya koydukları teorik eleştirilerinin icracısına dönüşmesine hizmet etmediği ve etmeyeceği çok açık.