Geçen hafta Gazete Duvar’da
“İslamcı aydının krizi yazısını neden yazmadım!” başlıklı bir
yazı yazmıştım. Bir süredir Türkiye’de aydın kimliği üzerine
yazdığım yazıların dördüncüsü olarak. Bu yazıya ve bu yazıyla
bağlantılı olarak sosyal medyada yaptığım bazı değerlendirmelere
verilen tepkiler nedeniyle bu konuyu biraz daha açmak gerektiğine
karar verdim. Hatta daha önce yazdığım dört yazıya verilen
tepkileri genel olarak düşündüğümde şu anda okumakta olduğunuz ve
haftaya okuyacağınız yazıların hepsinden önce yazılması gerekirdi
belki. Hatamı üstleniyorum.
Dilimizde önce “münevver”, sonra "aydın" kavramları Batı
dillerindeki "entelektüel"in çevirisi olarak ortaya çıktı.
Entelektüel profili de Türkiye’ye modernleşme paketi içinde gelen
kavram ve kurumlardan biridir. Antik Yunan kamusallığında ortaya
çıkan Socrates örneğini bir yana bırakırsak entelektüel büyük
ölçüde modern bir fenomendir. Avrupa'da entelektüeli ve onun
özerkliğini mümkün kılan Rönesans'tan beri varolan geniş bir
kültürel kamusal alanın varlığıdır. Özellikle İtalyan şehir
cumhuriyetlerinden Antik Yunan’ın yeniden doğuşuyla gelişen
Platonik akademiler, hümanizm hareketi, matbaa sayesinde ortaya
çıktı entelektüel. Biz hâlâ onun özellikleri idealize edelim, hatta
mitleştirelim, fetişleştirelim ancak entelektüelin gayet reel,
tarihsel bir fenomen olduğunu da gözden kaçırmayalım. Aslında şunu
demek istiyorum: Entelektüel özellikle Avrupa tarihinin bir
ürünüdür ve ortaya çıkması için belli tarihsel koşullar gereklidir.
Mesele sadece insanların fedakârlıklarıyla, cefakarlıklarıyla
ilgili değildir yani.
Osmanlı modernleşmesi döneminde bu Avrupai fenomen önce
“münevver” kavramıyla karşılandı. Bu kavram da tıpkı modern eğitim
kurumları gibi, anayasacılık gibi, matbaa gibi Batı’dan gelmişti.
Ama her dışarıdan gelen kavram ve kurum gibi Osmanlı-Türkiye
tecrübesinin koşullarıyla bir araya gelince belli ölçülerde biçim
değiştirdi. Bu tecrübenin koşullarına uyum sağladı. Osmanlı
modernleşmesi özellikle İstanbul’da belli bir kültürel kamusal alan
üretti. Matbaa, gazeteler, tefrikalar, romanlar, tiyatro oyunları,
çeviriler vb. yeni bir toplumsal tipi mümkün kıldı: Münevver. Bu
münevver hangi görüşe sahip olursa olsun kültürel genetik olarak
örneğin medrese ulemasından farklı bir tipolojiyi temsil ediyordu.
En azından bu tipolojiler farklı mekteplerde okumuş çocuklardı.
Şerif Mardin’in yapıtlarına bakıldığında Türkiye’deki “iki kültür”
geleneğinin kökenlerinin bu “iki mektep”e kadar götürebileceğini
görebiliriz.
Ancak Osmanlı münevveri Avrupalı entelektüel kadar özerk olamadı
hiç. Çünkü Osmanlı tecrübesinde kültürel kamusal alan Avrupa’da
olduğu kadar geniş ve sivil değildi. “Sivil” sıfatından
“liberal”den başka bir tonlama duyamamak Türkiye’ye özgü bir
sosyolojik sağırlık biçimidir! Oysa Avrupa tecrübesinde sivillik
doğrudan kamusal alanın korunaklılığyla ilgili bir meseledir. Bu
korunaklılığın içinde çeşitli fikirlere ver vardır göreli olarak.
Bundan yaklaşık beş yüz yıl önce Erasmus Avrupa kamusal alanında ya
da o küçümsediğimiz terimle kültür piyasasında kitaplarının
geliriyle geçinebiliyordu. Benim bildiğim kadarıyla Türkiye’de
kitaplarının geliriyle geçinebilen ilk yazar Aziz Nesin idi.
Meselelere işte bu tarihsel derinlikten bakamazsak kavramlara
yaptığımız öznel atıfların ağırlığı altında eziliriz! Erasmus
kendisine önerilen üniversite kontratlarını, saray ve konak
münevverliği tekliflerini elinin tersiyle itiyordu çünkü bu tür
çalışmaların kendisinin entelektüel özerkliğine gölge
düşürebileceğini hesaplıyordu. Ancak Erasmus’un muhasebesi içinde
kitaplarından elde ettiği gelir onu yeterince korunaklı kılmıştı.
On dokuzuncu yüzyılın Osmanlı münevverlerinin ise çok büyük bölümü
devlet memuruydu. Tekrar başa dönersek: Münevver, sonra aydın
entelektüelin çevirisiydi ama maalesef Osmanlı-Türkiye tecrübesinde
entelektüel tutumu (ethos) ete kemiğe büründürecek tarihsel
koşullar yeterince güçlü değildi.
Dolayısıyla Türkiye’de münevver ve aydın genetik olarak asla
Avrupa entelektüeli kadar özerk olamadı. Yani ta başından beri.
Genetik kavramını kullanmam bu yüzden zaten! Münevver ve aydın
profili devlete, siyasete, ideolojiye çok daha bağımlıydı. Zaten
tarihsel olarak da onların yakın çevresinde yeşerdi, siyasete daha
yapışık bir biçimde tezahür etti. Hiçbir zaman yeterince sivil ve
kamusal olamadı.
Lafı daha fazla uzatmadan hemen ana fikri ifade edeyim: Münevver
ve aydın entelektüelin çevirileri olmalarına rağmen Türkiye
tecrübesinde hiçbir zaman Avrupa’da olduğu donanıma kavuşmamıştır.
Osmanlı-Türkiye tecrübesi çerçevesini çizmeye çalıştığım anlamda
aydın üretmiştir, entelektüel değil. Elbette Türkiye’de de aydın
zaman zaman entelektüel tutumlar alabilmiştir ama bu daha çok
istisnadır. Tanpınar hakkında yazdığım bir kitaptaki bir cümle
şöyleydi: “Entelektüelde hakikat duygusu, aydında ideoloji,
akademisyende ise kariyer ağır basar.” Türkiye’de aydın öncelikle
ideologtur.
Aydın oluş bir uzmanlık, bir diploma, bir statü ya da
malumatfuruşluk değildir. Daha çok bir işlevdir. Aydın, özellikle
de Türkiye'de, eğitimle, kültürle, sanatla, estetikle, felsefeyle
ideolojiler ve dolayısıyla siyaset arasında bağlantıyı kuran bir
profildir hepsi o kadar. Entelektüel profili bir üreticidir. Aydın
ise daha çok dağıtıcı, toparlayıcıdır. Meseleyi basit bir biçimde
anlatabilmek için, biraz indirgeme riskini göze alarak, anlatmaya
çalıştığım entelektüel değil de sadece aydın olan profile en yoğun
tipin köşe yazarı olduğunu belirteyim. En azından bir zamanlar
gazetelerin her sayfasında haberden çok köşe yazısı barındırmaları
aslında okurun malumattan çok kanaat aradığını işaret edebilir.
Dolayısıyla köşe yazarı ya da aydın işte bu kanaat pazarı her türlü
ideolojinin temsilini sağlıyordu.
Aydın profilini tarihsel ve sosyolojik olarak yerli yerine
oturtmak Türkiye’yi anlamanın temel koşullarından biridir. Onu hak
ettiğinden daha fazla yüceltmeye, fetişleştirmeye gerek yoktur.
Aydın kavramına asla taşıyamayacağı özellikler atfedersiniz sonuçta
hayal kırıklığına uğramanız kaçınılmazdır. Haftaya bu konuya devam
edeceğim.