Aydınlık Hayaller: Mumbai'deki hayatların şiiri 

Olağanüstü olayların sıralandığı bir senaryo yerine daha çok duyusal bir salınma atmosferinde etkileyici bir şiirsel güç taşıyan, bedenler ve kamera arasında gerçekleşen bir ‘dansın’ yarattığı bir ‘hafiflik’ ve kurtuluş duygusu yaratan bir hikaye ile karşılaşıyoruz.

Kerem Bumin kbumin@hotmail.com

2024 Cannes Film Festivali'nde Hindistan sinemasının festivaldeki eksikliği dile getirilmişti. Bu ülke sineması yaklaşık 30 yıldır Cannes film seçkisinde yer bulamıyor, bu kadar üretken bir sinemanın asla dikkat çeken bir yapım çıkaramaması doğal olarak herkesi düşündürüyordu.

‘Aydınlık Hayaller’ filminin bu sene Cannes Film Festivali'ne seçilmekle kalmayıp üstelik festivalden bir anlamda ‘ikincilik’ ödülü olan ‘Büyük Jüri Ödülü’ ile ayrılması tabii ki hoş bir sürpriz oldu ama bu başarı, bir ülke sinemasının kalıcı bir şekilde tekrar ‘uyanmasını’ başlatır mı bilemeyiz!

MUMBAI’DE KAYBOLMAK!

Yönetmen Payal Kapadia, filminin açılış sekansından itibaren hikayesinin adeta ‘kalbinde’ yer alacak ve bir anlamda başkarakterlerden biri haline gelecek Mumbai şehrini, buranın merkezini ve içinde akan insan trafiğini göstererek tanıtıyor. Yönetmen bu mahşeri insan yığınını sunarken, insanların hareketlerini, yüz ifadelerini ‘o anda’ yakalayarak, dinamik bir sinematografik dille, ışık hüzmeleriyle ‘delinmiş’ bir gökyüzüne sahip bu devasa şehre bir nefes ve bir ruh katmayı beceriyor.

Yönetmen bizce bu açılış sekansından itibaren, kendine has yönetmenlik dokunuşunu hissettiriyor. Bu kadar anonim bir ortamda, yavaş yavaş ana karakterlerle tanışmaya başlarken, ne bir fazla dikkat çekme gayreti ne de bir ortamı süsleme isteği görüyoruz. Başka bir deyişle yönetmen ‘doğallıktan’ yana tavır koyuyor. Ama bu doğallık bizce çok hassas hatta kırılgan…

Hikaye ilerledikçe şehrin kaotik kalabalığı arasından ‘sıyrılan’ iki kadını tanıyoruz: Prabha ve Anu! İkisi de aynı hastanede çalışan hemşireler ve sadece meslektaş değil aynı zamanda ev arkadaşılar. Üstelik ikisi de ‘aşk’ açısından yaralılar: Prahba, Almanya’ya çalışmak için gitmiş eşinden uzun zamandır ‘kopmuş’ sadece kağıt üzerinde evli duran bir kadın. Daha genç olan Anu ise gizliden Müslüman olan bir gençle aşk yaşıyor ama hem etrafındaki toplum hem de aileler için bu durum ayıp ve yasak!

SADELİKTE FARK YARATMAK…

İlk bakışta bu iki ‘imkansız aşk’ ilişkisi yaşayan kadın son derece karamsar ve sıkıntılı bir tablo çizebilecekken senaryo bu yolu seçmiyor. Kuşkusuz yaşadıkları büyük şehrin hem sosyal ve ekonomik açıdan baskısı eksik olmuyor ama iki ana karakter de pasif görünmelerine rağmen kendilerini tamamen olayların akışına bırakmış kadınlar değiller!

Bu kadar sınırlandırılan bir ortamda bile iki kadın belli ölçülerde iyimser bir tablo çiziyorlar. Gündelik hayatlarında işlerini layığıyla yapıyor, özel ve kişisel zamanlarında ise ilişkilerini dengelemeye çalışıyorlar. Bu tutum, hem sevgilisiyle gizliden buluşan ve mesajlaşan Anu’da hem de kendisine özel ilgi gösteren bir doktorla yakınlaşmaya başlayan Phahba’da mevcut.

Yönetmen hikayede bu iki ana karakterin yanına Parvaty adında üçüncü bir kadın da ekliyor. Onlarla aynı hastanede çalışan ve bir ‘inşaat’’ projesiyle (haksız bir şekilde) evinden çıkmak zorunda kalan bu kadın, yaşanan çarpık şehirleşmenin altını çizen bir karakter …

SIRA DIŞI OLAYLARA İHTİYAÇ YOK!

Filmde dikkatimizi çeken bir başka nokta hikayenin bütününde oldukça düz ve sade bir anlatım olması. Sık sık Phahba ve Anu’yu hastanede, işlerinin başında görüyoruz. Yakınlaştıkları insanlar ve başlarından geçen olaylar çok şaşırtan özelliklere sahip değiller. Ve hikayedeki olay örgüsü ciddi bir entrika veya katmanlı bir krizi göstermiyor. Üstelik belki de en önemlisi Phahba ve Anu’nun yaşadığı duygusal süreçlerin nereye varacağını tahmin edebiliyoruz. Ama yönetmen tabiri caizse ‘bunu dert etmiyor’! Asıl amacının seyirciyi şaşırtmak olmadığını en baştan açık ediyor. Olağanüstü olayların sıralandığı bir senaryo yerine daha çok duyusal bir salınma atmosferinde etkileyici bir şiirsel güç taşıyan, bedenler ve kamera arasında gerçekleşen bir ‘dansın’ yarattığı bir ‘hafiflik’ ve kurtuluş duygusu yaratan bir hikaye ile karşılaşıyoruz. Bizce bunu başarmak bile sadece tek başına çok değerli!

Karakterlerinin kamusal alandaki yaşamlarının sıradanlığı kadar gündelik hayatımızda kullandığımız nesnelere de (Phahba’nın uzaklardaki kocasından kendisine gönderilen bir pilav pişirme tavası) bir anlam yükleyen yönetmen kendisine hedef olarak, duyarsız ve duygusuz büyük bir şehirde ‘doğaya’ kaçışı bir özgürleşme sürecine dönüştürmeyi koyuyor. Bu süreç karakterleri adeta ‘içimize işleyen’ bir mistisizm ve sanki nefes alan bir ‘yalnızlık’ dünyasının içine yerleştiriyor. Bu kadar büyük ve kalabalık bir şehirde kendi dünyasında yalnız kalmak!

Sonuçta yönetmen Kapadia sadece kalabalık içinden anonim kişileri ortaya çıkarmakla yetinmiyor aynı zamanda onlara hayatlarında ‘geri çekilmelerine’ sağlam bir dayanak noktası sağlayan bir duygusal dünya ve derinlik de katıyor. Bizce her sinemaseverin deneyimlemesi gereken bir sinema türü!

Tüm yazılarını göster