Ayfer Tunç: Roman yazmak, aynı zamanda tarih yazmaktır

Ayfer Tunç'la 'Kuru Kız' romanını konuştuk. Tunç, "Ben mutlu sonlar yazan bir yazar değilim, hatta bazı okurlarım karakterlerime karşı acıma-sız olduğumu söylerler" dedi.

Abone ol

DUVAR - Ayfer Tunç'un tüm zamanların mağdurları üzerine yazdığı 'Kuru Kız' romanı, Can Yayınları tarafından yayımlandı. 

'Kuru Kız', yazarın düzenli okuyucuları için 'ters köşe' bir kitap çünkü Tunç'un söylediği gibi en umutlu romanı... Okuyucu, bu kez dünyanın sonunda, Ushuaia’daki 'Kuru Kız'ın bilinmeyen bir yerdeki hayatına ortak oluyor. Milleti bilinmese de her yere, her millete uyuyor 'Kuru Kız'. Romandaki karakterler de öyle, hiçbiri adı konmamış insanlar arasında geçiyor. Kitap, bu yönüyle evrensel bir dile hitap ederken, kadının toplumsal hayattaki yerini, yapılan iyilikleri de tekrar gözden geçirmemizi sağlıyor.

Ayfer Tunç’la yeni kitabı 'Kuru Kız'ı konuştuk.

Kitabın adı olan 'Kuru Kız', henüz içeriğini bilmeyenlere hemen 'kız kurusu'nu çağrıştırıyor. 'Kuru Kız' demenizin nedeni bu cümleyi başta sizin kabul etmemeniz mi? Yani bir kadının başka bir kadına bu tanımlamayı yakıştırmamasından mı?

Meselesi sadece kız kurusu olmadığı için kitabın adı 'Kuru Kız'. Karakterin hayatı kuru, bedeni kuru, içinde bulunduğu çevre ruhen kuru ve okurlarımın alışık olduğunun aksine, romanın dili de süssüz, kuru olduğu için 'Kuru Kız'. Hayatta uygunsuz bulduğum kavramları, tabirleri, durumları romanda kullanmama gibi bir sınırım yok! Aksine, edebiyatın işlerinden birinin bu türden ayrımcı, aşağılayıcı, ötekileştirici sınırların üstünden geçmek, bunları belirginleştirmek ve böylece tartışmaya açmak olduğunu düşünüyorum. Romanın meselesi sözgelimi ayrımcılıksa, yazar bence temanın çevresinden dolanmamalı, meselenin adını söylemekten imtina etmemelidir. Teşhisin adını bulandırmak içeriği zayıflatır, silikleştirir, önemsizleştirir. Yazarın derdi, bu türden tabirleri veya durumları karakterlerine yakıştırıp yakıştırmamak değil, bunların toplumda yarattığı hasarı göstermektir. Anlatının geçtiği zaman diliminde yürürlükte olan toplumsal meseleleri var kılmak yazarın sorumluluğudur. Çünkü roman yazmak, aynı zamanda tarih yazmaktır. Anlatının geçtiği tarihte hangi tabir kullanılıyorsa yazar bunu kullanır, sanki o tabir hiç olmamış gibi davranamaz. Kız kurusu tabiri bu toplumun uzun yıllar boyunca evlenememiş kızlar için kullandığı, şehirleşmenin artması, kadınların sosyal ve ekonomik hayata daha çok katılmasıyla günümüzde yürürlükten kalkan bir gerçekliktir. Bu gerçeklik hiç yaşanmamış gibi davranamayız.

Bu sorunuz bana son günlerin önemli bir konusunu hatırlattı. Bugünlerde İngiltere’de epeyce hararetli bir tartışma var biliyorsunuz; Agatha Christie gibi bazı yazarların kitaplarından ayrımcı, ötekileştirici ifadeler ayıklanıyor. Bunu çok yanlış buluyorum. Christie’nin söz konusu uygunsuz tabirleri kullanması toplumun o dönemde ötekilere nasıl baktığının tarihsel bir kanıtı aynı zamanda, bunun tarihi tahrif etmekten bir farkı yok. Bunları ayıklamaya çalışmaları, Avrupa’nın günahlarının tarihsel izlerini silmek gibi geliyor bana.

'OKURLA KARAKTERİN ARASINA MESAFE KOYDUM'

Kahramanın adı kitap boyunca 'Kuru Kız' olarak geçiyor ve bizler gerçek adını bir türlü öğrenemiyoruz. Kendi hayatını hep ikinci plana atan biri. Bu nedenle mi kızın adı yok? Kızın adının olmamasını Duygu Asena’nın 'Kadının Adı Yok' kitabına gönderme mi diye de düşünmedim değil...

Duygu Asena çok takdir ettiğim bir feminist ama kitabının adına gönderme yapmadım. Edebi olarak adsız olması gerektiği için karakterin adı yok. 'Kuru Kız'da romanın yapısında yer alan iki şeyin adı var. Biri dünyanın sonundaki şehir Ushuaia, diğeri Ushuaia’da onu seven, evlenmek isteyen Miguel. Roman, belirsiz bir şehirde, hiçbirinin adı konmamış insanlar arasında geçiyor. Kişilerin tümü köftecinin karısı, demir doğramacı, hocanım gibi bir özelliğiyle anılıyor. Bu ad ve mekan belirsizliği, romanın geçtiği coğrafyanın bizim gibi toplumların çok geniş, daha gelişmiş toplumların daha az geniş yerlerinde geçebilecek olmasını imliyor. Kuru kız, Pakistanlı da olabilir, Moldovalı da olabilir, Çinli, Vietnamlı, hatta Amerikalı da olabilir. Bu belirsizlik hikâyeyi daha geniş bir coğrafyaya yayıyor, aynı zamanda karakter ile okur arasına mesafe koyuyor. Bu mesafe gerekli miydi? Evet, bu romanda gerekliydi. Diğer romanlarımda okurlar filmografik anlatımım nedeniyle çok çabuk metne dalar, karakteri bir tanıdığıymış gibi takip ederler. Burada okurun karakteri daha geniş bir algı alanında takip etmesini istedim. Bu nedenle karakterle arasına mesafe koymak gerekiyordu, bu mesafeyi de belirsizlikle sağlamaya çalıştım.

Kuru Kız, Ayfer Tunç, 216 syf., Can Yayınları, 2023.

''KURU KIZ', TEK UMUTLU ROMANIM'

Dünyanın sonundaki Ushuaia şehri, kuru kızın yeni hayatının başlangıcı. Bir yanda bir son, diğer yanda başlangıç, bir yanda umut, bir yanda ümitsizlik. Kitap hep temaların birbirini tamamladığı bir yin yang gibi, yanılıyor muyum?

Temaların birbirini tamamladığı bir anlamda doğru ama evrende her şeyin bir kutbu vardır, biri diğerine dönüşür veya içerir şeklinde özetleyebileceğimiz yin yang felsefesi çok ilgilendiğim bir kavram değil. Hiç aklımdan da geçmedi. Ama son ve başlangıç hali romanın daha ilk cümlesiyle, 'hayatını bir de tersten yaşamak' şeklinde ortaya koyduğum bir durum oldu. Umut kavramı, romanın bütününe içkindir. Ben mutlu sonlar yazan bir yazar değilim, hatta bazı okurlarım karakterlerime karşı acımasız olduğumu söylerler. Haklıdırlar ama kuru kız öncekilerden çok farklı bir karakter. 'Kuru Kız'ın en umutlu, hatta tek umutlu romanım olduğunu söylerseniz itiraz etmem. Aslında umut benim için çok tartışmalı bir kavramdır. Boş umuda inanmam. Umudu işe yarar hale getiren şey eylemdir. Eylemsiz umut hiçbir şeydir, hatta zararlıdır. Kuru kızın boş bir umudu yok, bir gün dünyayı tanıyacağına ilişkin belli belirsiz bir inancı var. Bir gün eyleme geçiyor, o eylem ona umudu da getiriyor ve kazanıyor. Bu şekilde özetleyebiliriz.

Kitapta kahramanımız bir kelimeden hareketle Hulki Aktunç’un 'Argo Sözlüğü’nde aynı kelimenin değişik türlerinin söyleyiş biçimlerine değiniyor, sonunda da onu anıyorsunuz. Bir okuyucu olarak hem bilgilendim hem de hoşuma gitti. Bu fikir nasıl doğdu?

Sık sık söylerim, yazarken hangi fikrin nasıl doğduğunu bilmemiz çoğu zaman mümkün değildir çünkü yazmak bilinç ile bilinçdışının birlikte çalıştığı, bir alacakaranlık eylemidir. Dolayısıyla yazma anında fikrin nasıl çıktığını değil, o fikri metnin içinde nasıl işleyeceğimizi düşünürüz. Sonra üstünde durursak, kaynağını belki bulabiliriz ama ben pek de aramam. Türk edebiyatının çok değerli bazı yazarlarının hak ettikleri yerde olmamalarını bir türlü hazmedemiyorum. Hulki Aktunç bunlardan biri. Edebiyatımızın baş taçlarındandır. Türk edebiyatına sadece çok iyi öyküler, romanlar, şiirler bırakmakla kalmamış; işçilikle de hizmet etmiş, koskoca bir 'Argo Sözlüğü' yazmış, Türkçe’nin peşinden koşmuş, Türkçe’yi her yerde yakalayıp kayda geçirmiş, genç yazarların elinden tutmuş, onlara yol gösterici olmuş bir yazar. Hulki Aktunç’un bugün çok daha fazla okunması gerektiğini düşünüyorum. Bu sanırım hem bilincimin hem bilinçdışımın bir yerlerinde duruyor.

Kuru kızın evini elinden almak isteyenler ortaya çıkıp da kuru kızın zihninde 'ketenpere' kelimesi belirince 'Argo Sözlüğü' ve Hulki Aktunç kendiliğinden metne sızdı. Ama önemli bir nedeni daha var, o da kitaplarından birinin adının 'Gidenler Dönmeyenler' olması. Kuru kızın eylemi dünyanın sonuna gitmek ve ona bir cendereyi layık gören yere dönmemek olduğu için Hulki Aktunç’un o kitabı edebi bir figür olarak da romanda yerini aldı.

'KİTABIN TEMEL MESELESİ KADININ TOPLUMDAKİ YERİ'

'Kuru Kız'da dikkatimi çeken şeylerden biri de, "Ölümün bile erkek gerektirmesi çok saçmaydı" sözü. Çünkü baktığınızda gerçekten bir cenazeyi kadının kaldıramayacağı düşünülür, nedense cenazelerde erkekler ön sıradadır. Bunu kitaba alma nedeniniz altını çizmek mi?

Nâzım Hikmet, 1930’larda yazdığı 'Kadınlarımız' şiirinde "sanki hiç yaşamamış gibi ölen/ve soframızdaki yeri/öküzümüzden sonra gelen" dizeleriyle kadının toplumsal hayattaki yerini çıplak ve sert bir gerçekle vurgulamıştı. 'Kuru Kız'ın temel meselesi de kadının bugün toplumdaki yeri. Nâzım Hikmet’in çağından bugüne gelirken kadının yeri konusunda kaydettiğimiz ilerleme hala çok sınırlı. Özellikle toplumsal/dinsel ritüeller söz konusu olduğunda kadının yerindeki ilerleme daha da sınırlı. Cenazeler dinsel ritüellerdir ve dinsel ritüellerde tutuculuk hayatın diğer alanlarından daha fazladır. Ama bugün toplumsal çözülmenin yaşandığı bir çağı yaşıyoruz, öyle yalnızız ki hayatımızda dinsel ritüelin gerektirdiği bir erkek akrabamız olmayabilir. Ne yapacağız? Cenazemizi kadınların mezara indirmesini mi isteyeceğiz yoksa hiç tanımadığımız, cenazemizde bulunma gerekçesi olmayan herhangi bir erkek, sırf erkek olduğu için indirme hakkına sahip mi olacak? Modern zamanlar bu tür soruları hızla çoğaltıyor. Kuru kız çevresindekilerden çok daha önce bu soruları seziyor. Cevabını bilmiyor ama sorma cesareti var.

'Kuru Kız' iyiliğin içinde kibir olduğunu düşünenlerden… Siz de iyiliği ve merhameti tartışmaya açıyor, "Birinin iyilik yaptıktan sonra kendini üstün hissetmenin verdiği bu doygunluk olmasa kimsenin kimseye iyilik yapacağı yoktu aslında" diyorsunuz. Belki sınırlı da olsa iyilik sadece kişinin kendisini iyi ve işe yaramış olmak için yapacağı bir eylem olamaz mı? Her iyilik yapan artık üstün hissetmek için mi yapıyor sizce?

Okurun aslında gayet iyi bildiği, yine de ara sıra düştüğü tuzak, romanda geçen cümlelerin yazarın görüşü olduğunu yanılgısıdır. Romanlarda karakterlerin ağzından veya zihninden çıkan düşünceler veya sözler yazara değil, karaktere aittir. Yazar kendi düşüncelerini karakterler aracılığıyla ortaya koyabilir elbette ama bunu yaparken kendi düşüncesinin karşıtlarını da romana yerleştirir. İyiliğin içinde kibir olduğu kuru kızın fikri, o böyle olduğuna inanıyor. Neden? Çünkü o güne kadar yaşadığı hayat, ona bunu pek çok kez ispat etmiş. Romanın sonuna gelirken komşularının iyilik gösterisi içine sakladıkları kötü niyetleri kuru kızın pek haksız da olmadığını gösteriyor.

Peki ben ne düşünüyorum iyilik hakkında? Kuru kız kadar katı olmamakla birlikte benzer şekilde düşünüyorum aslında. Elbette insan kendini üstün hissetmek amacıyla değil, gerekçesini aklına getirmeden, neredeyse bilinçsizce iyilik yapabilir. Ama 'kendini işe yaramış hissetmek' bile bir faydacılıktır. Ben iyiliği iyilik yapanın değil, iyiliğe maruz kalanın açısından ele almayı tercih ediyorum. Merhametten maraz doğar sözü merhamete muhtaç kalmış olmanın yarattığı hasardan kaynaklanır. Kendisine iyilik yapılmasına muhtaç kalmış olmak bir düşkünlük halidir, ağırdır, taşınması zor bir yüktür, insanın bununla barışması kolay değildir. Bu nedenle toplumlar 'nankör' kavramını üretmiştir. Nankör, iyilik yapan kişinin kibrini pekiştirmeye yarar, ben sana bir iyilik yaptım ve sen kıymetini bilmedin demektir. Burada da bir kibir yok mu sizce?

İdeal (dolayısıyla asla gerçekleşmeyecek) toplum, kimsenin kimseye iyilik yapmadığı çünkü kimsenin kendisine iyilik yapılmasına ihtiyaç duymadığı toplumdur. Yüksek ahlak bu nedenle iyiliğin isimsiz olması gerektiğini vurgular. 'Sağ elin verdiğini sol el görmesin' hadisi bu anonimliğin gerekliliğini anlatır. Ama bugün her şey gibi iyilik yapmayı da şov haline getiren, görünürlüğün yüksek bir paye olduğu bir çağı yaşıyoruz ve şimdi iyilik hiç olmadığı kadar kibirli bir duygu bence.

'METİNLERİ BİR MESELE ETRAFINDA ÖRÜYORUM'

Kitapta hukuku takmayan, kabadayılıkla ve insanları sindirerek zengin olan, kadınları saymayan erkekler ağırlıkta ve öylesine doğal akışında, öyle gerçekçiler ki… Bir yazar olarak böylesine yazma nedeniniz farkındalığı arttırmak mı? 

Romanda bir meselenin ortaya konma biçimi farkındalığı artırabilir elbette ama ben edebiyata yararcı bir gözle bakmıyorum. Metinleri bir mesele etrafında örüyorum. Bu örgü elbette toplumsal arızaları, sürtüşme çatışma alanlarını ortaya koyuyor. Altını çizdiğiniz erkek tipi bugün toplumumuzda egemen olan, üstelik giderek çirkinleşen, toplumları sindirerek yönetmek arzusunu şehvetle dışa vuran siyasi iktidarların daha da güçlenmesi için bütün toplumsal araçları kullandığı bir erkek tipi. Hepimiz farkındayız bunların, biliyoruz, görüyoruz. Mesele bu çirkinlikle nasıl baş edeceğimizi düşünmek. Buna farkındalığı artırmak diyebiliriz.

İnternetle aranız nasıl? Zira bu kitap kahramanın da etkisiyle sanal alemde daha çok vakit geçirdiğinizi düşündürdü.

İnternetle kuru kız kadar ilgili değilim açıkçası, sanal alemde fazla zaman geçirmiyorum, hatta interneti gereğinden az bile kullanıyor olabilirim. İnternetin hayatımda doz aşımı yaratmasını istemiyorum. Ben geçmişi güzelleme çabasında olan bir yazar değilim, yaşadığımız zamanla ilgiliyim ama öte yandan hayatı kolaylaştıran değiştiren yeniliklerin, buluşların diğer yönlerini de görme eğilimindeyim. Dijital devrim hayatımızı kökünden sarstı, bir anlamda cin şişeden çıktı. Bunun beklenmeyen olumsuz sonuçlarıyla da karşılaşacağız muhakkak. Yapay zeka tartışmaları buna bir işaret mesela. Peki nasıl olmalıydı derseniz bilmiyorum. Hayatta bir şeyler olur, bir şeyler değişir, bunu iyiye ve kötüye kullananlar çıkar. Buharlı makinelerin icadı da dünyanın düzenini kökünden sarsmıştı, internet de sarsıyor.