Ayhan Bilgen: HDP aynı söylemleri tekrarlayamaz

HDP Kars Milletvekili Ayhan Bilgen, "Cizre-Sur sürecinde demokratik siyaset kurumlarının sorunu çözmeye güç yetirememiş olması elbette HDP’nin geleneksel tabanında ciddi bir sorgulama nedeni olmuştur. Ancak bunun iktidara ya da başka Kürt partilerine bir oy kaymasına dönüşmesini beklemek ham hayaldir" diyor. Bilgen, HDP'nin nasıl bir yol izleyeceği sorusuna ise şu yanıtı veriyor: "HDP, kuruluş döneminin koşullarına sahip değil. Dolayısıyla kurulduğu dönemin atraksiyonlarını aynı söylemle tekrarlayamaz."

Özlem Akarsu Çelik oakarsucelik@gazeteduvar.com.tr

HDP Kars Milletvekili Ayhan Bilgen 31 Ocak 2017 tarihinde tutuklandı, 8 Eylül 2017’de serbest bırakıldı. Tutuklandığında partinin sözcüsüydü. Diyarbakır 5’inci Ağır Ceza Mahkemesi'nde hakkında 3 ayrı suçtan 23 yıla kadar hapis cezası istemiyle dava açılan Bilgen'in avukatları, müvekkillerinin tutuksuz yargılanması için tahliye talebinde bulunmuştu. Talebi değerlendiren mahkeme heyeti, Bilgen'in tahliyesine karar verdi.

MAZLUM-DER’in eski Başkanı Bilgen, bir dönem Özgür Gündem ve Evrensel’de köşe yazarlığı, İMC Televizyonu’nda yöneticilik yapmış bir isim. Gazeteci kökenli milletvekilleri genelde siyasette başarılı olamazlar. Bilgen bunun aykırı örneklerinden. İktidar partisinden ana muhalefete kadar her kesimin saygı duyduğu bir isim. Bu nedenle tutuklanması epey tepki çekti. Kuruluşundan bu yana AK Parti’de yer alan bir siyasetçi sohbetimizde şöyle demişti, “Biz AK Partililer olarak keşke Ayhan Bilgen, HDP’de değil bizde siyaset yapsaydı diye iç geçirirken Bilgen’in tutuklanmasına şahitlik ettik. Onun tutukluluğunu kendi tabanımıza anlatamıyoruz.”

“Cezaevinde kendime ayıracak 15 saatim vardı, bol bol okudum” diyen Bilgen, yaklaşık 8 aylık mahpusluğunda üç kitap kaleme aldı. İlk kitabı 'Gereği Düşünüldü-Açık Mektup', Bilgen hapishanedeyken yayınlandı. İki kitabı da basılmak üzere yayınevinde. 'Ya Toplumsal Muhalefet Ya Adanmış Siyaset' adlı kitabında Bilgen, Türkiye’de siyaset tarzı ve muhalefetin sorunlarını ele alıyor. 'Kullanılan Kur’an Yağmalanan Vatan' adlı üçüncü kitabında ise milliyetçilik ve din söylemlerinin savaş politikalarını meşrulaştırmakta nasıl kullanıldığını anlatıyor. Ayhan Bilgen’le Türkiye-ABD arasındaki krizden Melih Gökçek’e, Kürdistan referandumundan Katalonya’ya kadar pek çok konuda değerlendirmelerde bulundu.

‘ABD VE TÜRKİYE POPÜLİST OTORİTER SİYASETİN BEDELİNİ YAŞIYOR’

En sıcak gündem maddesiyle başlayalım isterseniz; ABD ile Türkiye arasında vize başvurularını karşılıklı askıya almaya kadar varan krizin sonuçları neler olabilir?

Dış politika tümüyle gerçeklikten kopuk ve iç kamuoyu algısı gözetilerek yönetiliyor. ABD-Türkiye ilişkileri açıklık, tutarlılık ve sürdürülebilirlikten uzak, tamamıyla hamaset ve kuşatma kıskacına sıkışmıştır. Sorunlar, onları ciddiye alıp toplumsal çıkarlar eksenli çözmeye yönelmek yerine, kapalı kapılar arkasında kotarılan işlerin savunmasına yönelik lobi zeminine hapsolmuştur. Öngörülemez bir pozisyona oturmuş ilişkilerin Türkiye açısından ciddi bir risk oluşturan boyutu vize kararıyla açık restleşmeye dönüşmüştür.

Reza Zarrab ve Halk Bankası gibi konular fiili bir rehine durumunu doğurmuştur. Yine Suriye'de Türkiye'nin destek verdiği kimi gruplar ciddi bir kriz konusudur. Vize, bardağı taşıran damla, yani patlama noktasıdır. İçeride otoriterleşme, dışarıda restleşme ile örtülemez. Türkiye geri adım atsa da dikiş tutması zor bir tablo ortaya çıktı. Yöneticilerin yaptığının bedelini toplum ödeyecek. Popülist otoriter siyasetin bedelini iki ülke de somut yaşıyor. Mekanizmalar yerini liderlerin tercihine bırakınca sınırlar daha kolay aşınıyor.

‘GİDİŞATTAN RAHATSIZ HERKESE HİTAP EDECEK BİR SİYASET’

Serbest bırakıldıktan sonra savcılık tekrar tutuklanmanızı istedi. HDP milletvekillerini bırakıp tekrar tutuklamak adeta rutine dönüştürülmüş durumda. Sizin de tutuklanabileceğiniz konuşulurken tam tersi oldu. Karar sizin için de sürpriz miydi?

Bu sürecin objektif değerlendirmesini yapmak hukuki argümanlarla mümkün değil. Tamamen siyasi hesaplarla söz konusu olan bir tutukluluk. Burada ne dosyanın içeriği tutuklamaya imkân veriyordu ne de yargılama süreci rutin seyir içinde gerçekleşti. Elbette ki içeride de bütün arkadaşlar elimizden geldiğince siyasi sorumluluğumuzu yerine getirmeye çalıştık. Ne yazık ki çıktıktan sonra büyük bir mutluluk duyma imkânı yok çünkü içeride hâlâ 100’ün üzerinde gazeteci, eş başkanlarımız, akademisyenler, parti yöneticileri var.

Bütün bu sürecin benim için ifade ettiği anlam, bu kadar keyfi uygulamaları durduracak geriletecek güçlü bir toplumsal siyasetin nasıl inşa edilebileceği sorusudur. Bu sorunun cevabını cezaevinde de yaklaşık 8 ay boyunca aramaya çalıştım. Sorun aslında iktidarın gücüne odaklı bir tartışma yapmak değil. Tam tersine muhalefetin eksikliklerine yoğunlaşarak güçlü bir alternatifi toplumun önüne koyamamaktan kaynaklı sorumluluğumuzla yüzleşmek gerekiyor. Bu da yeniden yapılanmadan geçiyor. Bu yeniden yapılanmanın sokakta, örgütsüz ama ülkenin gidişatından rahatsız herkese hitap edebilecek bir siyaset alternatifinin hedeflenmesi ekseninde olması gerekiyor. Yani dar örgütçü refleksler, geçmişe takılmış siyasi önyargılar değil çok geniş kesimleri kapsayabilecek ve ülkeyle ilgili iddiaların kişisel ya da siyasi hesaplarla daraltılmadığı bir konseptte geliştirilmesi gerekiyor.

‘CHP, AKP VE MHP İLE MİLLİYETÇİLİK YARIŞINA MI GİRMELİ?’

En son Kürdistan referandumunda gördük ki sözünü ettiğiniz o refleksleri bırakmak öyle kolay değil. Kimi sosyalist hareketler 'evet' dememenin gerekçelerini sıraladılar.

Parça parça gündeme gelen sorunlarla ilgili belki dili, söylemi herkesin yeniden gözden geçirmesi gerekiyor. Herkesin maksimize ettiği beklentisini dillendirmek yerine daha geniş bir uzlaşma zemini yakalayabileceği önceliklerini siyasetinin merkezine taşıması gerekiyor. HDP, Ortadoğu’da mikro milliyetçilik ve etnik, mezhebî eksenli ulus devlet politikalarını insanlık için doğru bir çözüm olarak görmüyor ama bir taraftan da Türkiye’de neredeyse özel olarak bir Kürt karşıtlığı ekseninde tutarsız, dışlayıcı bir siyasetin egemenliği söz konusu. Dolayısıyla burada hem Kürtler arasındaki tartışmaların dışına çıkmak hem de Türkiye’deki egemen iktidar blokunun -bana göre tamamen göz boyamaya dayalı- gerilim siyasetinin dışında bir noktaya dikkat çekmek gerekiyor. Bu tavrın tutarsızlığını, çelişkisini teşhir etmektir.

Elbette ki, Irak’ın geleceği Türkiye’nin geleceğini ilgilendirir. Ama iç güvenlik kaygısı bir başka ülkenin egemenlik haklarının sınırlarını zorlamamalıdır. Bu konuda CHP örneğin bugün referandumla ilgili oluşturulmuş ve abartılmış korkuya mı teslim olmalı yoksa kendi kurucu siyaset referansını oluşturan 'Yurtta sulh, cihanda sulh' ilkesi etrafında mı şekillendirmeli bakış açısını? Ya da evrensel sosyal demokrasinin erekleriyle mi bir söylem inşa etmeli yoksa AKP ve MHP ile milliyetçilik yarışına mı girmeli? Burada hem demokrasinin hem barışın gereği olan topluma da anlatılabilir alternatif bir muhalefet söylemi pekâlâ inşa edilebilir.

Her partinin elbette kendine özgü hassasiyetleri vardır ama 'Yenikapı ruhu' diye anamuhalefet üzerinde oluşturulan baskının siyaseten CHP’yi hareket edemez, kımıldayamaz, kimseyle temas kuramaz ve hiçbir cesur itirazı ortaya koyamaz hale getirdiğini CHP tabanının da milletvekili çoğunluğunun da çok net biçimde gördüğü kanaatindeyim.

‘BİRLİKTE YAŞAM HUKUKU DEMOKRATİK ANAYASA İLE SOMUTLAŞMALI’

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun Adalet Yürüyüşü ve ardından partinin gerçekleştirdiği Adalet Kurultayı, partinin siyasi iktidar tarafından 'Yenikapı ruhu' söylemiyle teslim alınma çabasına bir meydan okuma olarak da değerlendirildi. Sizce de böyle miydi?

Ben Adalet Yürüyüşü’nün ve Çanakkale’deki etkinliğin (Adalet Kurultayı) 2017 referandumundan 2019 seçimlerine doğru bir genişleme stratejisi açısından son derece önemli olduğu düşüncesindeyim. Fakat buradaki asıl riskin, adalet gibi meşruiyet alanı son derece geniş olan bir kavramın bir noktadan sonra muğlak ve soyut bir pozisyona düşmesinin aşılması gerektiği kanaatindeyim. Pekâla referandumda hayır oyu veren MHP tabanının da AKP içerisindeki daha liberal veya muhafazakâr ama gidişattan rahatsız çevrelerin de HDP’nin de sosyal demokratların da üzerinde uzlaşabileceği yeni bir birlikte yaşam hukukunun somutlaşması gerekiyor. Bana göre bunun doğal ve kaçınılmaz başlığı “demokratik anayasa”dır. Bu noktada somutlaşmadan sadece ekonomi gündemiyle mesafe almak zordur. Elbette Türkiye seçmeni açısından ekonomi hep birinci öncelikli seçmen davranışı gerekçesidir. Ama örgütlü çevrelerin sadece ekonomi söylemi üzerinde bir arada tutmak kolay olmayacaktır.

‘KÜRTLER, TÜM YÖNETİMLERİ DEĞİŞİME ZORLAYACAK GÜÇLÜ BİR DİNAMİKTİR”

Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin tüm baskılara rağmen yaptığı referandum neyi değiştirdi?

Değişim ne sadece Kürtler arasındaki doğal rekabetle daraltılabilecek ne de bölge ülkelerinin eski statükoyu koruma refleksiyle bastırılabilecek bir durumdadır. Bir biçimde yüz yıl önce haritalarda cetvellerle çizilerek kurulan dengelerin, toplumsal talepler ve bölgesel gelişmelerin basıncıyla sürdürülemez hale gelmesiyle karşı karşıyayız. Doğru, akılcı olan, Kürtler dâhil bütün Orta Doğu halklarının lehine olan bu sürecin kabul edilebilir bir yaklaşımla yönetilmesidir. Kafkasya ve Balkanlar değişimi iyi yönetememenin kanlı faturasını yaşadı. Yugoslavya örneği tam bir travmadır. Kimin ne kadar payı olduğu konusunda birbirini suçlamak yerine herkesin kendisini sorgulamasıyla Orta Doğu’da değişimi insani değerler tüketilmeden yönetmek mümkündür.

Orta Doğu’da ihtiyaç duyulan Kürtlerin eski pozisyonuna mahkûm edilmesi ve diğer halklarla çatışma zeminine sokulması değil dezavantajlı durumun pozitif ayrımcılıkla hakkaniyetli yeni bir dengeye kavuşturulması ve Ortadoğu’nun sorunlarının Ortadoğu halkları tarafından çözülebileceği bir ekonomik kültürel işbirliği konseptinin geliştirilebilmesidir. Kürtler yaşadıkları bölgedeki bütün yönetimleri değişime zorlayacak güçlü bir dinamiktir. Yüz yıllık yok sayma siyasetinin sorunlarını halının altına süpürerek devam ettirmeye kalkmak sadece operasyonların derinleşmesine, daha çok kan akmasına ve bir arada yaşamın daha da zorlaşmasına hizmet eder.

‘SAVAŞ NARALARI, HAMASET MESAJLARI GERÇEK DEĞİL’

Siz “pozitif ayrımcılıkla hakkaniyetli yeni bir denge” diyorsunuz, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ise Kerkük için en az 5 bin ülkücü gönüllüden bahsediyor, Barzani’ye dedesinin 'akıbetini' hatırlatıyor, “82 Kerkük, 83 Musul…”diyor. Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek ise toplumu, alınacak vergilerin silah için kullanılacağını söyleyerek ikna etmeye çalıştı. Bu savaş naraları ne kadar gerçek?

Özellikle uluslararası ekonomi konusunda söylem siyasetinin reel politikle makasının açılmasını dikkatle izlemek gerektiğini düşünüyorum. Yani hamaset dolu mesajlar, savaş naraları, iç politika açısından anlaşılabilir ama bölgesel gerçeklik açısından söz konusu olamayacak bir tutumu ifade eder. Türkiye’nin yüz yıl önceki maceracı ittihatçı yaklaşıma geri dönmesi mümkün değil. Ben özellikle cari açık ve bunun içerisinde enerji harcamalarının ifade ettiği payın Irak’a yönelik politikada belirleyici olacağını düşünüyorum.

Dünya parlamento geleneğinin başlangıcı kabul edilen Magna Carta ve İngiltere deneyimi 800 yıl öncesinden çok net bir ölçüyü ortaya koymaktadır. Parlamentoların varlık sebebi savaş ilan etme ve vergi koyma kararlarının kral tarafından değil halk ve onun temsilcileri tarafından alınabilmesidir. Bu iki stratejik kararı halkın iradesi doğrultusunda alamayan rejimlerin şeklen demokrasi gibi gözükmesi hiçbir şey ifade etmez. Bir süredir hükümetin Suriye ve Irak politikasının kendi tabanında bile destek bulmuyor olmasının yanı sıra yüksek vergi ve zamlarla borçlanmayla tamamen savaşa dönük bir ekonomik stratejinin tercih edilmesi halka rağmen sürdürülmek istenen bir siyasettir.

'TÜRKİYE’NİN İKİ KIRMIZI ÇİZGİSİ DE FİİLEN BOŞA ÇIKTI'

Türkiye hükümetinin Suriye Devlet Başkanı Esad ile aracılarla zaman zaman kapı arkası diplomasisi yürüttüğü bir süredir konuşuluyor...

Bir yıl önce Başika Kampı dolayısıyla İbadi (Irak Başbakanı Haydar el-İbadi) ile ilgili Türkiye siyasetinin nasıl bir dil kurduğunu hepimiz hatırlıyoruz. “Benim seviyemde, kalitemde değilsin. Haddini bil!” Diyarbakır’a getirilen Sünni Arapların lideri Türkiye’de yaşadı uzun süre. Araplara sahip çıkma iddiasının Irak merkezi yönetimiyle ilişkileri ne kadar bozduğunu, Irak Kürtleri ile girilen petrol alışverişinin merkezi yönetimle ilişkileri nasıl gergin bir noktaya getirdiğini hepimiz hatırlıyoruz. Suriye politikasında da benzer bir çelişkiler yığınıyla karşı karşıyayız. Türkiye iki kırmızı çizgiyle yola çıktı. Birisi Esad’ın mutlaka gitmesi, diğeri Kürtlerin yapısal kalıcı bir kazanım elde etmemesiydi. Fiilen ikisi de boşa çıktı.

Kürtler masada olmasın diye Suriye muhalefeti üzerinde baskı kurmanın Türkiye için hiçbir faydası olmadığı gibi Suriye’deki Sünni muhalefet tarafından bile artık savunulabilir olmadığı ifade edilmektedir. ‘Eğer iki düşmandan birini kabullenmek zorunda kalacaksak o Kürtler olacağına Baas rejimi olsun’ yaklaşımı AKP’nin 15 Temmuz’dan bu yana ittifak içinde olduğu çevrelerin tercihi olabilir ama bu yaklaşım AKP içi dengeler açısından da savunulabilir olmayacaktır. Suriye’de destek verilen gruplar Esad rejimiyle ilgili beş yıl boyunca son derece sert bir motivasyon içine sokulmuşken bu kadar hızlı manevra başta İHH (İnsani Yardım Vakfı) olmak üzere hükümet tabanıyla iç içe geçmiş birçok yapılanmayı zor duruma sokacaktır. Eğer Mavi Marmara manevrası gibi bir tercih, 15 Temmuz sonrası müttefiklere bir diyet gibi Esad konusunda hayata geçirilirse bu geleneksel muhafazakâr tabanda başka kırılmaları getirecektir. Kürtlerle ilgili yaklaşımın ise günlük siyaseti aşan boyutu tümüyle göz ardı edilmektedir. Dış politikanın en kalıcı ve güçlü dinamiklerinden birisi nüfustur. Sınır boyunca Kürt nüfusunun varlığı göz ardı edilerek sadece duvar örme üzerine kurulu bir güvenlik stratejisi aslında Türkiye’yi tecride ve içe kapanmaya mahkûm etmedir.

'KÜRESEL TEHDİT KARŞISINDA KÜRESEL DAYANIŞMA'

İspanya’da muhalefetteki Podemos'un lideri Iglesias, Katalonya Özerk Bölgesi'ndeki bağımsızlık referandumunun ardından, ‘İspanya'nın AB içindeki bir Türkiye’ye dönüşmesine şahit olabileceklerini’ söyledi. Avrupa’da yükselen sağı konuşup duruyoruz. Birçok ülkede Naziler sokaklarda kitlesel eylemler yapıyor. Almanya’da ırkçı parti olarak tanımlanan AfD Meclis’te 92 kişiyle temsil edilecek. AB’nin eskisi gibi “evrensel değerler”den söz etmek için önce dönüp kendine bakması lazım. Zaten bu değerlerden söz edildiği de yok. ABD’de Trump, Rusya’da Putin ve diğerleri… Bütün bunların arasında Erdoğan neden göze batsın?

Küresel ölçekte popülist otoriterliğin insanlığı çok ciddi bir tehdit altına soktuğu ortada. Amerika’daki seçimler, Avrupa’da yükselen yabancı düşmanı partiler, Almanya, şunu çok net gösteriyor ki, karşı karşıya bulunduğumuz durum sadece Türkiye’ye özgü değil. Aslında bu küresel tehdit karşısında küresel dayanışma ve tutarlı bir demokratik tavrı geliştirme sorumluluğunu ortaya çıkartıyor.

Ne yazık ki bazen eski şablonlarla düşünmek kendi tezleriyle de çelişik duruma düşen yaklaşımları ortaya çıkarıyor. İspanya ve Katalanlar ile ilgili değerlendirme biçimleri Türkiye sosyalist hareketi açısından da önemli bir sınav oldu. Halklar eksenli değil devlet merkezli yorum, şeklî olarak antiemperyalist sloganların arkasına saklansa da esas itibariyle devrimci değişimi geciktiren bir işlev görmektedir. Türkiye’nin bir süredir karşı karşıya kaldığı “Olağanüstü Hal” gerekçeli uygulamalar Avrupa’da göstermelik tepkilerle geçiştiriliyorsa tam da bunun iki önemli nedeni olduğunu görmemiz gerekiyor. Birisi Türkiye’yle girilen silah ticareti başta olmak üzere ekonomik ilişkiler, diğeri de 'ötekilerin Avrupası'ndan yükselen güçlü itirazı bastırabilmek için sergilenen önleyici müdahale yaklaşımıdır. Sorunun elbette bir boyutunu böyle dönemlerde siyasi liderlerin kişilikleri, psikolojileri, hatta çaresizlikleri şekillendirir. Ama onları ayakta tutan sadece kişisel hırsları değil küresel destekçilerin ve dengelerin hâlâ onlar lehine bir rol oynuyor olmasıdır.

'YEREL SEÇİM, CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMİNİN ÖN SINAVI OLACAK'

Bu saptamanızı yerele indirgeyerek siyasi iktidarın Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı ile ilişkisine odaklanırsak, Recep Tayyip Erdoğan ile Melih Gökçek ilişkisini nasıl okuyorsunuz?

Burada aslında Erdoğan’ın kendi siyasi ömrünü uzatmak için cesaretle parti içinde operasyon yapma iradesi aynı zamanda bir iç iktidar mücadelesinin de zeminini oluşturmaktadır. Parti içinde, örgütte ya da belediyelerde kendisine daha güçlü alan açmak isteyenler Erdoğan’ın yenilenme stratejisini fırsata çevirmek istiyorlar.

İlk yerel seçim, ardından yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçiminin ön sınavı olacak. Yerel seçim sınavını kaybetmenin riskini göze alamayan Erdoğan kendisini, bunun için ne gerekiyorsa yapmak zorunda hissediyor. Yani bu konuyu yolsuzluklarla mücadele ya da FETÖ ile mücadele gibi kamufle etmenin hiçbir tutarlılığı ve inandırıcılığı yok.

İktidar içi tartışmaları hafife almak doğru değil ama muhalefetin bütün beklentisinin buraya odaklanmasını da algı siyaseti açısından Erdoğan’ın başarısı olarak okumak mümkün. Burada elbette ki geçmişle ilgili tartışmaların kamuoyuna açık seyretme ihtimali toplumun gerçekleri öğrenmesinin neredeyse tek imkânı olarak karşımıza çıkıyor. Bu da önemli bir kazanıma dönüştürülebilir. Fakat niyetin ne olduğunun farkında olarak değerlendirme yapmalıyız. Bu niyetin tümüyle ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmak uğruna atılmış adımlar olduğu unutulmadan tartışma yürütülmelidir. Bu anlamda özellikle 'metal yorgunluğu' diye tarif edilen durumun, çok daha misyon tükenişi düzeyinde bir tartışmaya dönüştürülmesi gerekiyor. Yoksa bazı şahısların siyasi ömürlerinin bitmesi, yerlerine yeni yıpranmamış yüzlerin gelerek yapısal çürümenin üstünün örtülmesi tehlikesiyle karşı karşıya kalırız. Bu da Türkiye’ye yeni on yılları kaybettirir.

AK PARTİ’NİN YEREL SEÇİM STRATEJİSİ

Cumhurbaşkanı Erdoğan’a epey bir süredir yakın çevresine 'koşulsuz biatçılardan başka kimseyi yaklaştırmadığı' eleştirileri yöneltiliyor. Peki Erdoğan’ın gölgesine hapsolmuş, giderek silikleşen AK Parti, bu koşullarda nasıl bir yerel seçim stratejisi izleyerek kazanmayı planlıyor?

Elindeki bütün kozları özellikle büyükşehirler için sahaya sürecekleri görülüyor. Başbakan’ın büyük ihtimalle dâhil olduğu bir bakanlar kurulu listesiyle belediye başkanlıkları yarışına girilecek. Artık parlamentonun aritmetiğinin çok büyük bir önemi olmadığı için Cumhurbaşkanlığı seçiminde yapmayı hedefledikleri birinci turda kazanmak için kurulacak ittifakta en küçük partilere bile bol keseden milletvekilliği kontenjanı verme stratejisi yerel seçimlerde de denenecektir. Meclis üyelikleri, daha az nüfuslu şehirler ya da ilçe belediyeleriyle ilgili bir ittifak stratejisinin yürütüleceğini düşünüyorum. HÜDA-PAR, BBP, MHP blokunun yerel seçimde de korunabilmesi için bazı iktidar imkânları paylaşılacaktır. Bunun karşısında alternatif adayların çıkartılması noktasında özellikle CHP’nin “personel yönetiminde”, “adama göre iş değil işe göre adam” mantığıyla hareket edebilmesi gerekiyor.

Belediyeler, siyasette güçlenme aracı olarak görülmemeli. Siyasetteki çürümeyi durdurabilmek için toplumsal siyasetin inşa edileceği ve gerçekten demokrasinin beşiği rolünü oynayacak bir strateji belirlenmelidir. Ünlü isimlerle yarışmanın yolu, aynı minderde umurgörmüş şöhret yarışına girmek değil yarışı başka bir mindere çekecek paradigma hegemonyası hedeflemektir.

'BELEDİYE SEÇİMLERİ, KAYYUM YÖNETİMİNİN NASIL GERİ TEPTİĞİNİ GÖSTERECEK'

7 Haziran 2015 seçiminden bu yana HDP’ye yaşatılanlar ortada. Gelinen nokta, partiniz için bir var olma mücadelesine dönüştü. Parti içinde de sert tartışmalar yapıldı, yapılıyor. Bu koşullarda HDP ne kadar/nasıl direnecek?

HDP’ye yönelik yürütülen dışlama, cezalandırma, burun sürtme stratejisinin başarılı olamayacağını ispatlamak bile geleceğe dair önemli bir umut vesilesidir. HDP’nin özgünlüğü, kişisel siyasi hesaplarla ya da güçlü bir lider karizmasıyla ortaya çıkmış şahıs partisi olması değil bir sorunun zorunluluklarla ayakta tuttuğu bir siyasi hareket mirasına sahip olmasıdır. Dolayısıyla önümüzdeki dönemde HDP’yi tümüyle demokratik zeminin dışına itmeye dair arayış ve planlamalar boşa çıkartılabildiği ölçüde o tarihsel mirasın yeni beklentilerle buluşması mümkün olacaktır.

Kriz dönemlerinde siyasi tutarlılık, ilkeli yaklaşım, ciddi bir toplumsal teveccühü beraberinde getirebilir. Kriminalize etme ve korkutarak yöneticilerin yalnızlaştırılması planlaması hiçbir şekilde başarıya ulaşmayacaktır. Özellikle Kürt sorununun dönemsel ve bölgesel belirleyici gücü, HDP’nin kendisini yenileyerek ayakta durma ve büyüme stratejisinin ana motivasyonunu oluşturmaktadır. Kürt sorununun niteliğindeki değişiklik özellikle batıdaki büyük Kürt nüfusunun beklentileri, HDP’nin yeni bir barış stratejisi ve demokratikleşme iradesini inşa etmede güçlü bir rol oynamasını zorunlu kılmaktadır.

İlk belediye seçimleri kayyum yönteminin nasıl geri teptiğini gösterecektir. Cizre-Sur sürecinde demokratik siyaset kurumlarının sorunu çözmeye güç yetirememiş olması elbette HDP’nin geleneksel tabanında ciddi bir sorgulama ve tartışma nedeni olmuştur. Ancak bunun Kürt sorununda çok daha antidemokratik yerde duran iktidara ya da başka Kürt partilerine bir oy kaymasına dönüşmesini beklemek ham hayaldir.

'HDP KURULUŞ DÖNEMİNİN KOŞULLARINA SAHİP DEĞİL'

HDP’li belediyelere el konulurken, belediye başkanları, milletvekilleri tutuklanırken HDP’nin kitlesi sokağa çıkmadı. HDP olarak sizden esaslı bir özeleştiri bekleniyor. Bu süreci nasıl aşmayı planlıyorsunuz?

İktidar tarafından kurulmak istenen korku eşiğinin aşılmaya başlandığı düşüncesindeyim. İnsanların demokratik eylemlere katılmaktaki çekincesi elbette ki ağır yargılamalarla da ilişkili olmakla birlikte belki daha önemlisi demokratik siyasetin çözüm üretebilme kapasitesinin sorgulanıyor olmasıyla bağlantılıdır. Bu da siyaset kurumunun yeniden bir güven tazeleme ihtiyacı duyması ve belki bugün yaşanan krizi bir yeniden yapılanma fırsatına dönüştürmesiyle aşılabilir.

HDP, kuruluş döneminin koşullarına sahip değil. Dolayısıyla kurulduğu dönemin atraksiyonlarını aynı söylemle tekrarlayamaz. Bugünkü koşullarda özeleştirinin somut sonucu, kendi değerleriyle tutarlı karar alma süreçlerinin ve görevlendirme sisteminin bir alternatif olarak geliştirilebilmesiyle mümkündür.

Siyasetteki genel yozlaşmadan en az etkilenmiş olmak önemli görülebilir ama Türkiye’nin sorunlarının siyaset eliyle çözülebilmesi için çok daha radikal demokrasiye uygun hamlelerin açılımların gelişmesi gerekiyor. HDP’nin en öncelikli gündemi, toplumsal dinamiklerin siyasete taşınabilmesi ve siyasette hak ettiği yeri elde edebilmesine aracılık etmektir, kolaylaştırıcı rol oynamaktır. Bu da kariyerizme, kişisel hesaplarla siyaset yapmaya sıfır toleransla mümkün olabilir. HDP’nin gücü ekonomik imkânlarından, medya imkânlarından değil kendisine inanmış ve çok ağır bedeller ödemiş sistem mağduru toplumsal kesimlerin fedakârlığından gelir. Bu gücün farkında olmak ve hakkını vermek HDP’nin birinci gündemi olmalıdır.

Tüm yazılarını göster