Ayhan Yalçınkaya: Aleviler kimlikçilik batağında yüzüyor
Ayhan Yalçınkaya ve Halil Karaçalı'nın derlediği 'Aleviler ve Sosyalistler, Sosyalistler ve Aleviler: Ötekisi, Ötekinin Kendisi, Karşılaşmalar' Dipnot Yayınları tarafından yayımlandı. Alevilerin kimlikçilik batağına düştüğünü vurgulayan Yalçınkaya, "Kimlik ile kimlikçiliği birbirine karıştırmamak gerekir. Kimliğin neyi, nasıl yaptığı ile kimlikçiliğin neyi, nasıl yaptığı birbirinden farklıdır. Benim itirazım özel olarak kimlikçiliğe ilişkin..." dedi.
DUVAR - Ayhan Yalçınkaya ve Halil Karaçalı'nın derlediği 'Aleviler ve Sosyalistler, Sosyalistler ve Aleviler: Ötekisi, Ötekinin Kendisi, Karşılaşmalar' çok boyutlu bir biçimde, geçmişten bugüne sosyalistler ile Aleviler arasında gelişen ilişkilerin, sosyalizm ile Alevilik arasında kurulmaya çalışılan bağlantıların tartışılmasını hedefliyor. Alevilerin dikkatini yine Alevilerin kendisine, bu kez sosyalist hareketle ilişkileri ve bunun tarihsel bağlamına yöneltmeye dönük bir girişim olan bu eser, kendi sorunlarıyla diğer topluluklar arasındaki sorunların ortak zeminlerinden koparılmaya çalışılan Alevilerin, en azından başka bir tarihe sahip olduklarını hatırlamak bakımından önemli bir işlevi de yerine getiriyor.
Şükrü Aslan, Seçil Aslan Çoşkuner, Murat Coşkuner, Dilek Kızıldağ Soileau, Mehmet Ertan, İbrahim Bahadır, Hüseyin Aygün, Cemal Salman, Ali Duran Topuz, Kelime Ata, Yelda Yürekli, Fikriye Yücesoy, Ayhan Yalçınkaya, Menekşe Aykan, Erdoğan Aydın, Demir Küçükaydın, Sefa Feza Arslan, ve İsmail Beşikci'nin katkıda bulunduğu çalışmayı Ayhan Yalçınkaya ile konuştuk.
5-6 Ekim tarihlerinde İzmir’de gerçekleşen “Aleviler ve Sosyalistler, Sosyalistler ve Aleviler: Ötekisi, Ötekinin Kendisi, Karşılaşmalar” sempozyumu sosyalist ve Alevi topluluklar arasında tartışmalara neden oldu. Bu tartışmaların ana hatlarını ve gelen itirazları konuşarak başlamak isterim.
Sempozyum ve ardından, sunulan bildirilerin kitaplaşma süreci içinde aslında bize doğrudan yönelen bir itiraz ya da eleştiri pek olmadı. En sonda söyleyeceğimi en başta söyleyeyim: Özellikle kitaptan hareketle, kitabın dışarıdan yazarlarından biri olan Sayın Dr. İsmail Beşikci ile kitapta yer alan yazısından da izleneceği gibi, Sayın Demir Küçükaydın’ın ciddi eleştirileri ve itirazları oldu. İsmail Hocamız, Rêya Heqîyê anlayışı üzerinden kitabın eksikliğine dikkat çekti ki bu aynı zamanda sempozyuma da teşmil edilebilir. Başka bir platformda ilgili eleştiriye yanıt verdim. Ama Sayın Beşikci özsel bir din kavrayışından hareketle, esasen Aleviliğin mahiyeti ve bizim sempozyumda ve kitapta veri saydığımızı düşündüğü Alevilik anlayışına itiraz ediyordu. Oysa ne sempozyumun, ne kitabın omurgasını, Aleviliğin mahiyeti oluşturmaktadır. Sayın Küçükaydın’ın eleştirilerini de ayrıntılı bir şekilde değerlendirme sürecindeyiz ve yakında okurlarla paylaşacağız. Onun değerlendirmeleri burada yer verilemeyecek kadar kapsamlı ve kendi kapsamınca bir yanıtı gerektiriyor. Bu iki hususu not ettikten sonra, her ne kadar doğrudan bize yönelmesi son derece sınırlı da olsa, gözlemlerimiz doğrultusunda, hem sempozyuma, hem kitaba yönelik itiraz ve eleştirileri birkaç noktada toplayabiliriz sanırım.
'YAPTIĞIMIZ ŞEY ALEVİLİĞİ SİYASETE ALET ETMEK DEĞİL'
Bunlardan ilki, bizim sosyalistler ve Aleviler ilişkisini masaya yatırarak Aleviliği siyasete bir kez daha alet etmiş olduğumuz, siyasetten Aleviliğe hayır gelmeyeceği yönündeki itiraz. Bu itiraz çok masumane görünse de, yaygınlıkla hayali olup olmadığını bile düşünmeden kendini sözüm ona geleneksel bir Aleviliğe bağlı sayan kesimlerden geliyor ki bunların ağırlıklı kısmını ideolojik-politik olarak düpedüz milliyetçi, hatta küçük bir azınlık da olsa, açıkça ırkçı ve elbette devletçi refleksler ve Aleviliği sıradan ortodoks bir din gibi kavrayan, ortodoks dinleri de hakimiyet ilişkileri dışında ve hakim olanın gözünün ötesinde göremeyen bir zihniyetin ürünleri oluşturuyor.
Çoğunlukla, açıkça saldırmaktan çekinenlerin başvurduğu bir söylemsel unsur bu. Oysa bizim yaptığımız şey Aleviliği siyasete alet etmek filan değil; (etsek etsek siyaseti Aleviliğe alet ederiz, o ayrı) Alevilerin kendi tarihlerinde önemli bir rol oynayan bir dönemi ve bu dönemin faillerini, onlarla kurulan karşılıklı ilişkileri, bütün bunların o günden bugüne nasıl değiştiğini en azından Aleviler açısından ve mümkünse sosyalistler cephesinden de buna ilişkin yaklaşımları anlamaya çalışmaktı. Eğer buna siyasete alet etmek deniyorsa; biz buna muhtemelen devam edeceğiz. Şunu ekleyerek: Bize bu eleştiriyi getirenler devletin her tür kurumuyla kol kola girerek, devletin seferber ettiği her soy ideolojiyi Alevi topluluklara pompalarken, devletin kendilerine sunduğu olanaklardan nemalanırken Aleviliği siyasete alet etmiyor da, biz mi alet ediyoruz?
İkinci eleştirel husus da sempozyumda ve kitabımızın kapağında kullandığımız görsel ile yani orak sembolünü Zülfikar sembolüyle bitiştirmemizle ilgili. Buna da başka bir yerde ayrıntılı bir yanıt vermiştim zaten. Biz bu sembolle hiçbir zaman Aleviliği erken gelmiş bir sosyalizm, sosyalizmi de Aleviliğin yeni hali filan gibi takdim etmedik kimseye. Böyle iddialarımız da yok zaten. Zülfikar Alevilerin yaygınlıkla kullandığı sembollerden biri; orak-çekiç ya da orak da sosyalistlerin aynı yaygınlıkta kullandığı sembollerin başında geliyor. İki sembolü birleştirerek kullanmak bunların birbirlerinin tarihlerinin bir parçası, en azından bu ülkede inkara gelmez bir iç içelik sergilediklerini görmekten öteye gitmiyor. Ancak eleştirenlerin çıkış noktası yine birinci grup eleştirilerde olduğu gibi, kendini açıktan politik olarak göstermek yerine, bir başka nokta: Kutsallık. Zülfikar’ın bir kılıç olarak üstlendiği ve taşıdığı kabul edilen kutsallığın, orakla yan yana getirildiğinde zedelendiği, onun kutsiyetini bozduğumuz, sıradanlaştırdığımız iddia edildi çoğunlukla. Burada kullandığımız sembollerin belirli bir kutsallıkla donatılmış olduğu doğru; bunu hiç inkar etmiyoruz ama iddia sahiplerinin aksine, biz orak sembolünün de belirli bir kutsallaştırmaya uğratıldığının farkındayız. Eğer kutsallığı bozduğumuz iddia ediliyorsa, o halde bu iddia gücünü orak sembolüyle Zülfikar sembolünün yan yana getirilmesinden alamaz. Aksi takdirde kutsallıklar arasında bir hiyerarşi kuruyorsunuz demektir. Yani en azından Zülfikar sembolü kutsal ama orak sembolü değil; öyle mi? Maalesef öyle değil. Dert kutsallığın ifadesi, taşıyıcılığı ise ikisi de kutsal! Bu iki kutsalın birleştirmesi de onlardaki kutsallığı bozmaz, eksiltmez; aksine her iki kutsalın nasıl da geçirgen, birbirine dönüşebilir, birbirini besleyebilir olduğunu gösterir ki bu haliyle bizim kullandığımız sembol ne oraktır, ne Zülfikar’dır artık. Bunu görmek yerine, orakla kullanılmış bir Zülfikar sembolünün Zülfikar sembolünün kutsallığını bozduğunu iddia eden herkes, dönüp kendi kutsallık sınırlarının nasıl da daraldığına, en önemlisi nasıl taşlaştığına ve bu haliyle de aslında sözüm ona ait olduğunu iddia ettiği Alevilik dinselliğinin Sünni hakim dinsellikten hiçbir farkının kalmadığına da dikkat etmelidir.
'KİMLİKÇİ REFLEKSLE BESLENEN GRUP...'
Eleştirileri toparlayabileceğimiz üçüncü grup, kimlikçi reflekslerle beslenen bir grup. Kestirmeden ve sokak ağzıyla söylenirse “Alevinin Aleviden başka dostu yoktur” düsturuna iman etmiş, Alevilerin kendi sınırlarını olabildiğince belirlemesini ve sıkıca savunmasını öne çıkaran, Aleviliği neredeyse Alevilerden başka kimsenin konuşamayacağı, tartışamayacağı noktasına kadar savrulmaya hazır “kimlik bekçileri.” Elbette her kimlik bekçiliğinin yaptığı ve yapacağı gibi, sarılınan kimlik her ne ise, sözüm ona onu rafine etmek, sözüm ona özüne döndürmek, sözüm ona asimilasyon ve çeşitli kötüye kullanım biçimlerinden korumak vesair gibi iddialarla yapılan şey, Aleviliğin gerek tarihini, gerek şimdiki zamanını kendi teo-politik kabulleri doğrultusunda budamak ve yeni bir bellek inşasından başka bir şey değildir. Biz istesek de istemesek de, görsek de görmesek de sosyalist hareketin belirli bir anlamda güçlü olduğu bir dönemde, diyelim 1970-1980 arası dönemde Aleviler sosyalist harekete etkin bir biçimde katıldıkları gibi, kendi kültürel unsurlarıyla da bu hareketi beslemişlerdir. Eğer aklımız 12 Eylül’ün faşist paşaları gibi çalışmıyorsa, bu dönemi Alevi toplulukların tarihinden silmek gibi bir şeye girişmezsiniz. Ama her kimlikçinin bir düşmana ihtiyacı vardır. Yalnızca dış düşmana değil, bir iç düşmana da. Çünkü kimlikçi, sınırların her an aşılabileceği, dahası kendi içinden, sırtından bıçaklanacağı korkusuyla yaşar ve bu korkuyla kendini yeniden yeniden üretir. İşte bugünkü kimlikçi Alevi hareketinin unsurları da kendi içlerindeki düşman arayışını Alevilerin tarihinin kopmaz bir parçası olan sosyalist evlatlarında, sosyalist ana babalarında ve dedelerinde/ninelerinde bulmuş haldeler. Kimlikçi refleksleri nedeniyle de bu ilişkiyi anlamak istemiyorlar; düşmanlaştırmak istiyorlar. Ancak ne yazık ki bu düşmanlık ilişkisini kurarken ileri sürdükleri bütün argümanlar milliyetçi cepheden, devletçi argümanlardan devşirilmiş durumda. Örneğin bırakalım Alevileri, Aleviliğin başına gelen her şeyden sosyalistleri Marksistleri sorumlu tutmak gibi anlayışlar. Bunun için uzağa gitmeye gerek yok. Diyanet’in bağrında yetişip Türkeş’in elini öperek Alevilik çalışan Abdülkadir Sezgin gibi faşistler, her fırsatta Marksistleri suçlamaya hazır Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak gibi tarihçiler oldukça, bu kesim onların argümanlarını tepe tepe kullanmaya devam edecek gibi duruyor.
Son olarak belki Alevi hareketinin unsurları bakımından sorunuzu yanıtlayabilirim. Bu sempozyumun ağırlıklı tüm yükünü çeken Narlıdere merkezli dernekle daha önce de biz yine İzmir’de “Öteki Olarak Ölmek” başlığıyla bir sempozyum düzenlemiştik. Hatta bunu da kitaplaştırmıştık. Bu sempozyumda Aleviler, KAOS-GL, Halkların Köprüsü Derneği, Barış Anneleri gibi gruplar yan yana gelmeyi başarıp ölülerimiz üzerine konuşmuşlardı. O sempozyum da bu sempozyum kadar eleştirilmişti. Atanmış cinsiyeti ve buna bağlı rol ve işlevleri reddeden, toplumsal cinsiyet kimliği farklı kesimlerle Alevileri yan yana düşünmek birilerinin tüylerini diken diken etmeye yetip artmıştı. Aynı şekilde Rumların deneyimlerini, Barış annelerinin deneyimlerini, Mülteci ölülerini konuşmak….Hiç değişmez, hep aynı şey sorulur: Bütün bunların Alevilikle, Alevilerle ilgisi ne? Anlaşılacağı gibi, bu soruyu aklına düşüren kişinin Alevilik evreni kendi Aleviliğiyle donmuştur ve tam da bu haliyle, en azından benim Alevilik kavrayışım gereği, Aleviliğin tümüyle dışına düşmüştür! Alevilik, içinde bulunduğu tarihsel, sosyo-politik, sosyo-kültürel ortamdan koparak deneyimlenen bir şey değildir. Yani, “dünya yansın bize bir şey olmasın” diyemeyeceğiniz gibi, komşusu açlıktan ölürken tıkınıp namaza durmak ve cennet hayalleri kurmak en azından benim bildiğim Alevilik evreninin unsurlarından değildir! Oysa Aleviliğin evrenini Alevilikten ibaret gören bu tutum, tam da açların yanıbaşında tıkınıp cennet için namaza durmaya benziyor! Bugün bu ülkenin tüm azınlıklarıyla, tüm ötekileriyle kendini bağlı saymayan her Alevinin Aleviliğini kişisel olarak zan altında kabul ediyorum.
'CHP'Yİ DEVLETSİZ DÜŞÜNEMEYİZ'
“Sosyalist hareket, bugün hangi noktada bulunursa bulunsun Alevi toplulukların kendi tarihlerinin bir parçasıdır” diyorsunuz. Bugüne baktığımızda sosyalist hareket kadar CHP’de de ciddi bir Alevi örgütlülüğü olduğunu görüyoruz. Sosyalizmden, CHP'ye giden süreçte Alevilerin yaşadıkları politik ve düşünsel süreci nasıl yorumlarsınız?
CHP’yi öncelikle devletsiz düşünemeyiz. Kurucu partisi olduğu devleti kendi eseri sayan bir örgütlenme ve bu devlete asla toz kondurmayan bir siyasal parti: Söz konusu olan devletse, CHP için de, diğer sağcı partiler için olduğu gibi gerisi teferruattır! Sorunuza bir itiraz yöneltmek zorundayım: CHP içinde ciddi bir Alevi örgütlülüğü mü var? Ne demek bu? Alevi kökenli, kimlikli insanların CHP içinde siyaset yaptığı anlamına mı geliyor? Yoksa CHP içinde bir Alevi hizbinin varlığı anlamına mı geliyor? Yoksa Alevilerin yoğun olarak CHP’ye oy verdiği anlamına mı? CHP içindeki Sünni varlığından hareketle, hatta Alevilere ve Alevilere düşman bir Sünni refleksin varlığından hareketle, CHP’ye oy veren Sünnilerden hareketle CHP içindeki Sünni varlığından söz etmiyorsunuz da neden Alevilerin CHP içinde siyaset yapmayı seçiyor oluşu, CHP içindeki Alevi varlığı olarak işaretleniyor acaba? Bunun kendisi başlı başına bir ayrımcılık, bir stigmata uygulaması değil mi? Dahası, bizzat CHP’nin kendisi sürekli olarak, alışkın olunduğu üzere her kongresinde bu stigma silahını çekmiyor mu? Böylesi bir söyleşide bu silahı çekmek de nedir? Sözüm asli olarak elbette size değil ama artık bayat sakıza dönmüş bu saptamalardan ve söylemsel unsurlardan vazgeçmeliyiz.
ALEVİLERİN MESAFELİ OLDUĞU ÜÇ ŞEY...
Bu itirazı arkamızda bırakarak sorunuzun yönelmeye çalıştığını varsaydığım hususa gelince: Kitabımızda yer verdiğimiz kendi yazımda görüleceği gibi, orada bir şeye özellikle dikkat çekmiştim. Alevilerin neye karşı mesafeli olduklarına ilişkin. İzninizle bir alıntı yapayım: “Alevilerin (Kemalizm’le ve Cumhuriyet’le ilişkilenme biçimlerine dair genişletilebilecek tartışmalar bir yana) genel olarak üç şeye karşı mesafeli olduğu yaygınlıkla kabul edilir. Bunlardan ilki herhangi bir dinin ama elbette en başta İslam’ın şer’i okuma ve tecrübe ediliş biçimleri; ikincisi herhangi bir ırkı ya da etnisiteyi temel alan çeşitli meşrepten milliyetçilikten ırkçılığa kadar uzanan yaklaşımlar ve nihayet sonuncusu, biçimi ne olursa olsun, devletin ta kendisi. Bu üç şey karşısında Alevilerin mesafelenme ihtiyacı nereden kaynaklanır diye sorduğumuzda, bu üç unsurun da ortak bir özelliği karşımıza çıkacaktır. Üçü de Alevilerin kendi dinleriyle koşullu, daima korumak istedikleri, kendilerini kuran şeyle aralarında yer alan boşluğu gasp eder; üçü de o boşluğu ele geçirmeye, o boşluğa yerleşmeye, o boşluğu ele geçirdikten sonra kendisinin biricik hakikat ve hatta biricik Alevi, öpöz Alevinin kendisinden gayrı olmadığını iddiaya girişirler.” Sorunuzu bu perspektiften doğru yanıtlarsam, bugün bu üç şey, Türkiye tarihinde hiç olmadığı kadar üst üste bindi, hatta birbiriyle özdeşleşti. Artık devletten bağımsız bir din, devletten bağımsız bir milliyetçilikten söz etmek ne kadar açıklayıcı ise, devleti de kendisine form kazandıran bu tek adam rejiminden bağımsız düşünmek o kadar açıklayıcı olur. Bu üç unsurun birbirleriyle değişen ilişkileri Alevilerin de bunlarla ilişkilerini belirli düzeylerde, tahmin edilebileceği gibi etkilemiş, hatta belirlemiştir. Yani bir devlet partisi olarak diyelim CHP ile ilişkileri CHP’nin bu üç unsurla ilişkilerine karşı son derece hassastır. CHP’nin bu üç unsurları ilişkileri de bugün, en başta söylediğim cümle gereği, aslında tek bir unsura indirgenebilir hale gelmiştir: Yani söz konusu olan devletse gerisi teferruattır! Alevilerin de bu devletin sınırları ve sorunları içinde yaşadığını biliyoruz ve unutmuyoruz, değil mi? Öyleyse bir Alevinin CHP içinde siyaset yapma arzusu ya da onun içindeki siyasal varlığı, bir Sünni’nin bir Ermeni’nin ya da bir kadının varlığı kadar ayırt edici bir özellik taşır. Ancak onlar kadar ve benzer bir biçimde açıklanmaya muhtaçtır. Ama nedense böyle yapılmıyor. Söz konusu olan Aleviler oldu mu derhal, üstelik Alevilik üstüne bir satır bir bilgiye bile ihtiyaç duyulmadan, AKP ağzıyla, Aleviler tarihleri ve dinleriyle yargılanmaya ve CHP içindeki siyasal varlıkları, özel bir ağırlık ve anlamla donatılıp yanıt aranmaya başlanıyor. Eğer yöntem bu ise, toplulukları onlara atfettiğimiz tarihleri ve dinleriyle tartarak mevcut siyasallaşma biçimlerini zan altında bırakacaksak, Alevilerden önce AKP’ye can taşıyan başka unsurlar, hele şöyle bir sıraya girsin derim!
İkinci olarak, Alevilerin dün sosyalist harekete olan yoğun ilgisi tam da sosyalist hareketin bu üç mesafelenilecek şeyle mesafeli oluşuydu. Ama 12 Eylül faşizmi ve ardından yükselen Kürt siyasal hareketiyle birlikte sosyalist hareketin de mesafelenmesinde ciddi değişiklikler gündeme geldi. Tersinden ya da düzünden, belki de zaten var olan bir şeyin açığa çıkması olarak milliyetçileşme, ortodoks Sünni deneyiminden boncuk çıkartma girişimleri, devletin devlet olduğunu unutup, şimdi imha edilmiş olan barış sürecinde olduğu gibi, toplumsal/siyasal olanı ihmal ile devletin arkasına hizalanmalar…Bu mesafe değişiklikleri, zaten 12 Eylül faşizminin ezdiği sosyalist hareketler ve unsurlarla Aleviler arasında da yeni mesafeler inşa etti ne yazık ki. Bu yeni mesafeleri de doldurmaya soyunan her anlayış da kendisini hakiki Alevilik olarak dayattı. Bugün Aleviler içinde gözlenen sert tartışmalar aslında bir anlamda bunun kavgası. Yani Aleviler aslında yeniden mesafelenme ihtiyacındalar ve burada tümel olarak bir şey söyleme şansımız ne yazık ki yok. Ancak çok kabaca tarafları işaret edebiliriz: CHP-MHP-AKP üzerinden Aleviliği Atatürkçülük olarak sunan ve makbul bir Alevilik peşinde olanlar; devleti Batı ülkelerinin sözüm ona burjuva demokrasisi içinde kavrayıp bir burjuva devletin ihtiyaçları doğrultusunda yeni bir Alevilik inşa etmeye girişenler (tahmin edilebileceği gibi Cumhuriyet devrimleri güzellemesiyle birinci gruba kolayca eklemlenirler), din ile sosyalizmin ya da komünalizminin uyuşmazlığı kabulüyle Aleviliği bir din olmaktan çıkarıp yeni bir din olarak inşa etmeye girişenler ile Aleviliğin kendisinin bizzat bir sapma, bir islamizasyon olduğu iddiasıyla sözüm ona adı başka tadı başka bir öz Alevilik arayanlar (ki tahmin edileceği gibi, bunlarda üçüncü grupla kolayca eklemlenir). Bütün bunlar gözetildiğinde yaptığımız sempozyum ve kitabın nasıl bir rahatsızlık yaratmış olabileceği sanırım kolayca kestirilebilir.
'ALEVİLER HIZLA KOMÜNİST İLAN EDİLDİLER'
Sosyalizm ile Aleviler arasında çekilen setin devlet eliyle olduğunu vurguluyorsunuz. Bu noktada, Dersim, Madımak, Çorum ve Köyceğiz’de yaşanan katliamlarla ilgili kamusal anlamda sorumluluk almayıp, tazminden uzak, reddiyeci bir tavır takınan devlet inşasının Aleviler içinde yeni bir ‘Alevilik’ yaratma noktasında izlediği asimilasyon politikaları nelerdir?
Aslında bu sorunuz üzerinde çok duruldu, halen de duruluyor çeşitli boyutlarıyla, çeşitli düzlemlerde. Tekrara düşmek pahasına ve aynı anda çok da tekrara düşmemek adına, kısaca beş on cümlede Cumhuriyet tarihinin başından beri, Alevilerin başına gelenlerin, sizin deyiminizle asimilasyon politikalarının uğraklarını işaretleyebiliriz: Aleviler başlangıçta öz be öz Türk’tü; hatta Türklük tüm unsurlarıyla onların içinde yaşıyordu; dinleri yerine göre Türklere has Müslümanlık, yerine göre ve çoğunlukla şamanlıktan öte bir şey değildi; sanki şamanlık diye bir din varmış gibi. Ama bu öpöz Türkler dağ başlarında yaşadığı için şamanlığı Müslümanlık sanıp batıl inançlara gömülmüşler ve bunları kullanan kötü niyetli çıkarcı dedeler, seyyidlerin elinde oyuncak olmuşlardı. “Bunlar madem ki batıl inançlı topluluklar, öyleyse eğitelim, modern eğitim ve bilim bu cehaleti ortadan kaldıracak, Alevilik diye ortada dolaşıp din taklidi yapan şey ortadan kalkacaktır. Ama eğitimin önünden bu dedeleri, seyyidleri, cemleri, erkanları çekelim hele bir.” Bunlar yasaklansın, imha edilsin. Böylece kendine Alevi diyen doğru yolu bulacaktır sayemizde. “Dedeleri aradan çekelim ki bu topluluklara hem devlet görünsün, hem onlar devleti görsün.” Sonra Aleviler hızla komünist ilan edildiler. Komünizm ile Aleviliğin derdi aynıydı. İkisi de devlet düşmanıydı, din düşmanıydı. İkisi de ahlaksızdı zaten. Biri kadınları kolektivize ediyordu, öteki mum söndü yapıyordu. Öyleyse vurun Alevi’ye demek vurun komüniste demekten gayrı değildir; vurun! Kanlı Maraş katliamı. Zaten bu katliamı da komünistler tezgahlamıştır, kesin. Derken Kürt siyasal hareketi işi bozdu; denize düşen Alevi’ye sarılmak zorunda kaldı ama sarılabilmek için bile Alevileri katletmek gerekiyordu; Sivas Katliamı. Böylece Aleviler Kızılırmak’ın, Fırat’ın batısına alınıp taltif edildiler; doğu yakasının canı çıksın, size bir şey olmasın! Böylece son uğrağa girildi: Bin yıllık politikadan vazgeçme; yani Alevilerin Müslüman olmadığı, hatta herhangi bir dinlerinin olmadığı, herhangi bir dine katılabilmeleri için kırk dereden su getirmeleri gerektiği argümanını terk etmek gerekiyordu; yoksa Alevileri nasıl ikna edeceğiz? Alevilerin de Müslüman olduğu ama Müslümanlık içinde kültürel bir zenginlik olduğu, Alevi toplulukları Müslümanlığın sözüm ona gerçek kaynakları ve usülleriyle, alışkanlıklarıyla tanıştırma, dedeleri taltif etme, Alevi yazılı kaynaklarını sömüre sömüre çarptıra çarptıra yazma, el yazmalarını yağmalama. Kültürel bir zenginlik olduğu kabulüyle namaz da bizim cem de bizim ama biri ibadet, öteki ibadet sonrası zikir ayini; dileyen gelsin. Öyleyse cami-cemevi yan yana var olabilir. Ama ibadethane elbette camidir. Madem Aleviler de müslümandır ama Müslümanlıktan uzak kalmış Müslümanlar; öyleyse biz hakiki Müslümanlar olduğumuza göre, Hz. Ali de namazında niyazında müslümandı, hatta cami çıkışında vurulmuştu, öyleyse Aleviler Ali’yi sevenlerdir ama Alinin yollarını unutmuşlardır, bu yolu onlara öğretelim; biz onlardan daha çok Aleviyiz. Alevilerin Müslümanlıkla ve devletleriyle bir sorunu yoktur. Ama kendileri bir sorun. Bu sorunu ancak devlet eliyle biz çözeriz Onlara Müslümanlığı öğretecek adımlar atmalı, onları yoldan çıkarabilecek dedeleri pirleri engellemeli ve devletine sadık dedeler yetiştirmeliyiz. Ama bu arada Aleviler de boş durmasın: bizim sorunu çözebilmemiz için kendilerini tanımlasınlar hele; muhatabımız kim onu bilelim, her kafadan bir ses çıkmasın. Her kafadan bir ses çıkıyorsa bazı kafaları biz koparalım. Bektaşiler Alevi saymıyoruz, Caferileri saymıyoruz, Nusayrileri, Abdalları, Romanları saymıyoruz. Biz kime Alevi diyorsak Alevi odur. Bu saydıklarımızın dışında kalan Alevilerden solcuları filan da Alevi saymıyoruz elbette. Aksine bu solcu dediğimiz Marksistler ateist bir Alevilik peşinde ve Aleviliğin can düşmanları. Aleviler bu Marksistleri içlerinden atmalı. Alevilik bir sorun değildir ama onu bir sorun haline getirmeye çalışan Federal Almanya gibi dış güçler vardır ve bunlar Alisiz Alevilik peşindedir. Öyleyse onlara karşı içeride ve dışarıda kendimize bağlı aktörlerle mücadele etmeli hatta yeni aktörler yaratmalıyız. Ama asla Alevilik gbi bir sorunun varlığının avantajlarını terk etmemeliyiz. Alevilik sorunu madem maymuncuk gibi, bu maymuncuğu kullanacak Alevilere ihtiyacımız var demektir. Hem içimizde, hem her an dışımızda tutabileceğimiz Alevilere. Hem Türk, hem değil; hem Müslüman, hem değil.
Bütün bu manzaranın ortasında bugün asimilasyondan söz etmek olguya saygısızlıktır. Hele de bildiğimiz anlamda hukukun tümüyle sahneden çekildiği ve çıplak şiddetin her düğümü çözdüğü ve devlet eliyle çeşitli biçimlerde örgütlenmiş formlarının kendilerine her hakkı bulduğu bir düzlemde, asimilasyon fazla hafif kalmaz mı? Yetmiyormuş gibi, kamu istihdam politikalarının yürütülmesinde, kamu hizmetlerinin, bir bütün olarak tüm ulusal kaynakların dağıtımında biricik ölçü haline getirilen AKP-devlet tipi dindarlık şartı ortadayken, hangi asimilasyondan söz edeceğiz? Dahası DİB’in mevcut pozisyonu, eğitim süreçlerinin beşikten mezara dinselleştirilmesi ve bu sürecin dışında kalmaya asla izin verilmemesi ortadayken, hangi asimilasyondan sez ediyoruz sahi? Artık yürütülen Alevileri asimilasyon politikası değil, şiddet yoluyla zorla kültürlenmesidir. Ya kültürlenecekler ya yok olup gideceklerdir.
'ALEVİLERİN KİMLİKÇİLİK BATAĞINDA YÜZMEYE ÇALIŞTIĞINI SÖYLEYEBİLİRİZ'
Sempozyumdaki temel eleştirilerinizden biri de ‘kimlikçilik’ üzerine… Özellikle tartışmalarda Alevilerin geniş anlamda bir düşünsel perspektif üzerine söz aldığını belirtiyorsunuz. ‘Kimlikçilik’ noktasındaki eleştirileriniz nelerdir? Kimlik, bir noktada toplulukları belli bir aidiyet etrafında toplayıp hareketi ortaklaştırmaz mı?
Üstteki soruyla bağlayarak devam edeyim. Bugün Alevilerin hangi kanadından söz edersek edelim, bir kimlikçilik batağında yüzmeye çalıştığını söyleyebiliriz. Kafaları koparan kılıcı, gözlerine sokulan süngüyü görmekte ama bunun nedeninin kendi Aleviliklerine sarılmamakta olduğunu düşünmekte ve çözümü de sınırların iyice berkitildiği, grupların iyice küçültüldüğü, siyasetten kaçma adına dünyaya sırt dönüldüğü, o kılıcın Alevilerle birlikte başkalarının da kafasını kopardığının görülmek istenmediği bir dünyada görmektedir Aleviler; böyle bir dünya inşa etmek istiyorlar. Bu da kimlikçi refleksin bir özelliği zaten. Çünkü kimlikçi her daim gözünü yalnızca kendi sınırlarına ve kendi içine diker. Düşman aradığında da bunu dışarıdan çok içeride görür.
Söze girdik ama aslında baştan bir uyarıda bulunmak gerekirdi sanırım ya da yine bir itiraz: Kimlik ile kimlikçiliği birbirine karıştırmamak gerekir. Kimliğin neyi, nasıl yaptığı ile kimlikçiliğin neyi, nasıl yaptığı birbirinden farklıdır. Benim itirazım özel olarak kimlikçiliğe ilişkin ve buna bir önceki çalışmamamda çeşitli örneklerle değindim. Ancak madem sordunuz, o kitaptan da hareketle, kısaca özetlemeye çalışayım.
Kimlik bir yer kaplar; isteseniz de istemeseniz de neye mensupsanız o olarak kurulursunuz. Hem içeriden, hem dışarıdan. Kimlikçilik ise bir yer talep eder. Kimlik yer kapladığı ölçüde başka kimliklerle bulunduğu düzlemde her zaman öncelikle eşitlik talebiyle belirir. Kimlikçilik ise bağlandığı iddia ettiği kimliğin meşruiyetiyle ilgili olduğu içindir ki eşitlik değil, onay peşindedir. Bunun açık anlamı, eşitlik talep edenden farklı olarak, onay talep eden hakim çoğunluğun/çoğunlukçuluğun ya da egemenin bakışına muhtaçtır. Bu haliyle de kimlikçi, kendi mensubiyetinin aidiyetinden çok, gerek bu kesimler, gerek kendi hayali mensupları için önemli olan etiketleri öne çıkarmaya çalışır ama artık bunların da bir karşılığı yoktur. Karşılığı gerçek dünyadadır ama kimlikçi bu karşılığın üstünü örtmek için geleneksel karşılığını dayatır size: Karşınızdakinin cenaze şirketi sahibi bir burjuva olduğunu görmenizi istemez; önemli olan bir dede ya da dedesoylu olmasıdır! Aynı şekilde, karşınızdakinin tam bir rantiye oluşunu görmeniz istenmez; dededir ya, yeter! Kimlik, eşitlik (belki de bu sağlanırsa daha fazla yer kaplamak için eşitsizliğe de evrilebilir) mücadelesindeyken öncelikle kendi yerini tutar ve berkitmeye çalışır, o bir yerdedir; kimlikçi ise her yerde. Kimlik, kendi sınırlarını koruyabilmek için yerine sağlamca kök salmaya çalışırken, kimlikçi onayı nereden üretecekse oraya koşmaktan geri durmaz. Bir bakmışsınız DİB’le kol koladır, bir bakmışsınız uydurma bir üniversitenin uydurma ilahiyat fakültesinde, bir bakmışsınız bir enstitünün müdür vekili ya da Makedonya’da MHP ile kol kola… Kimlikçilik onay peşinde koştuğu için, her an her yerde olmak arzusu yüzünden aslında sözcüğün düz anlamıyla eklektik bir mahiyete sahiptir. Ancak bunu senkretizmle karıştırmamak gerekir. Alevilik içinde bu eklektik yaklaşımın en iyi örneği “Ramazan da bizim, Muharrem de bizim” söyledir. Hani utanmasalar Ali de bizim, Osman da bizim diyecekler! Ancak eklektisizmin varacağı yer nihayetinde bu olacağı için, kimlikçi bunu tersinden bir öze dönüş hareketiyle örtmeye girişir. Bunun için dilinden yol düşmez, yolun özü düşmez ama kendisi yoldan çoktan düşmüştür, o ayrı. Kimlikçi için öze dönüş ya da saflaşma çağrısı, örneğin dinimize siyaseti karıştırmayın çağrısında olduğu gibi, aslında en kötü ve olumsuz haliyle politiktir ama her zaman kendini dinselmiş gibi gösterir. Ancak en temelde kendi dinselliğinin unsurlarını saflaştırarak, diyelim 72 milleti bir nazarla görmekten çoktan vazgeçmiş, kendini Türklüğe bir kama gibi çakmıştır! Bu haliyle de kimlikçi hareket birlikte yaşamanın peşinde değildir. Mevcut iktidar şebekesi içinde pay almanın peşindedir. Somut bir örnek daha vereyim: Eğer “kardeşim ne ilgisi var LGBTİ+ hareketiyle Aleviliğin ya da biz Ermeni miyiz tutturdunuz bir Ermeni kardeşliği” gibi şeyler aklınıza geliyorsa, apaçık kimlikçisiniz. Bir kimlik olarak Alevilik, beden ile beden arasına girmeyi reddeder ve tam da kendisinin Ermeni olmadığının, Ermeninin ise Ermeni olduğunun ve Alevi olmadığının farkındalığıyla kardeşliği ilan ederken, kimlikçi hareket bedenlere el koyar ve kendi zırhını giydirerek o bedenleri birbirine dokunduğu anda can yakacak dikenlerle donatır. Sonuç olarak kimlik, eğer varsa söylemeye bile gerek yok, canlıdır, varlığı gereği canlıdır ve başka kimliklerle etkileşim halinde canlılığını ve varlığını sürdürür. Kimlikçi hareketin savunduğu kimlik ise çoktan ölmüştür ve ölüyü diriltme peşindedir. Ancak bu diriltme ameliyesinde yapılan şey de ölüye üflenecek ruh, sözüm ona bir yandan saflaşma politikalarıyla, hayali, katı, donmuş sınırlarıyla sağlama alınmış bir kimliğe sahipmiş gibi gösterilen Alevilikten alınıyormuş gibi, esasen o ruhun, o kimliğin dışından, onay mercilerinden derlenip ölüye üflenmeye çalışılmasıdır! Bu haliyle kimlik asla kendinde bir varlık değildir. Ve asla bir durumu yansıtmaz, bir süreci yansıtır. Oysa kimlikçi için kimlik daima sabit bir duruma, tarihten kaçırılmış bir duruma karşılık gelir. Bunu da yaygın biçimde temsillere, sembollere, performanslara sığınarak göstermeye ve kanıtlamaya çalışır. Bu açıdan kimliğin varlığı gereği kendisi bir yapış ve aynı kimliğe sahip başkalarınca bir yapılageliş olmasına karşın, kimlikçinin savunduğu kimlik, daima temsil edilmek zorunda olunan, temsil edeceği şeyi bulamadığı ölçüde de analarının atalarının mezarlarını eşeleyerek oradan çıkardıkları ölüye muktedir ağzından soluk üflenmeye çalışılan hayali bir kimliktir.
Bu çerçeveden hareket ettiğimizde kimlikçi hareketlerin, başka hareketlerle ortaklığın önündeki en temel engel olduğu görülecektir. Bırakalım başka hareketlerle ortaklığı, örneğin bırakalım Alevi hareketi ile Kürt siyasal hareketi arasındaki ortaklaşma imkanlarını, kimlikçi hareket Alevi hareketinin içindeki tüm unsurları düşmanlaştırmaya hazırdır. Dolayısıyla tam da bu yüzden, bugün Aleviler, sözüm ona ortak bir kimliğe, Alevilik kimliğine sahip olmakla birlikte, kimlikçi reflekslere teslimiyetleriyle ortak hareket etme imkanından yoksundur. Çünkü her biri sabit, öz, tarih ve toplum dışı, kendi sınırlarından başkasını umursamayan ve kendi kimliğinin o kapalı sınırlar içinde yaşanılan bir Alevilikle ilgili olduğunu sanıyor; dahası buna başkalarını da inandırmaya, kendi yalanına iman diye sarılmaya çalışıyor.
'APAÇIK ALEVİFOBİ DEVREDEDİR'
Bugün iktidarda bulunan AK Parti, ilk yıllarında liberal bir söylemle Alevilerle yakınlaşmaya çalıştı fakat son yıllarda görüyoruz ki bu liberal söylem yerini ırkçı, militarist anlayışa bıraktı. Bu noktada kimi sosyalistlerin Alevileri yalnız bıraktığına dair söylemler var. Sizce Alevilik, her ne kadar sosyalist hareketle omuz omuza olsa da yalnız kalıyor mu? Türkiye sol/ sosyalist hareket içinde ‘Alevifobi’den bahsedebilir miyiz?
Sorunuzu sondan başlayarak yanıtlayayım. Biliyorsunuz, tam bu başlıkla olmasa bile, sorunuzun içeriğiyle ilgili bir yazı kitabımızda yer alıyor. Dolayısıyla soruyu yanıtlaması gereken belki de o yazımızın yazarı; Prof. Dr. Sefa Feza Arslan’dır. Şimdi ondan rol çalmak istemem ama yazısından çok çarpıcı bir örneği de anmadan geçemeyeceğim. Pek solcu, pek sosyalist diye taltif edilen ve hareket içindeki kıdemiyle ilgili olsa gerek karşısında saygı geçişi yapmamız beklenen Murat Belge bir zamanlar şöyle yazıyordu: “Yüksek Yargı’daki durum var. Alevilik orada örgütlü: kimi düşman, kimi dost olarak gördüğü de kendi açısından açık seçik ortada. Kararları da bunu gösteriyor.” Şimdi bu satırlara baktığınızda Murat Belge’yi nereye koyacaksınız? Bu satırların inkara gelmez bir Alevifobiyle malül olduğu açık. O halde durumu nasıl kurtarabiliriz? Belki bir yolu vardır: Murat Belge’yi sol ya da sosyalist saymayarak; tersine sol/sosyalist muhalefetin başına gelmiş liberal bile olmayı becerememiş bir isim addederek! Örnekler çoğaltılabilir. Ama bunun yerine ilgili yazıdan da yararlanarak bir soyutlama ve gruplama yapmayı deneyeyim: Eğer sol/sosyalist hareket Kemalizm ile Aleviler ve hatta Alevilik arasında bir özdeşleşme, karşılıklı yoğun etkileşim ya da geçişkenlik iddiasında bulunuyorsa; Alevilik ve Alevilerin CHP ile özdeşleştirilmesi, onların CHP’nin arka bahçesi sayılması, CHP’nin bir Alevi partisi olduğu iddiası dillendiriliyorsa; kim Alevilik ile komünizm arasında negatif bir özdeşleşme kuruyorsa, şimdi geçerli olmasa da geçmişten bugüne, Türk ordu ve yargı sisteminin Alevilerin tekelinde olduğu, bu iki gücü Alevilerin kontrol ettiği, bu iki alanda Alevi olmanın başlıca istihdam şartlarından biri olduğu iddia edilmişse; Alevilerin kendilerini devletle özdeşleştirdikleri, kendilerini Cumhuriyetin kurucusu sürdürücüsü ve sahibi olarak kavrayarak aslında cellatlarına aşık kurban rolünü oynadıkları ileri sürülüyorsa, nihayet 20 yıldır tüm toplumsal hayatın Devletlü Sünnilik tarafından dinselleştirmesi karşısında sözü “Canım Aleviler düşünsün”e getiriyorsa….Evet, orada apaçık Alevifobi devrededir ve bu merkezli iddiaların her cümlesinin altının üstünün kazınması gerekir.
Gelelim sosyalistlerin Alevileri yalnız bıraktığına ilişkin iddialara. Ne yapmış ya da ne yapmamışlar da sosyalistler Alevileri yalnız bırakmışlar acaba? Basit örnek: Alevi hareketinin örgütlemeyi başardığı kitlesel mitingler sadece Alevilerin meydanlara akmasıyla mı gerçekleştirildi? Sol ya da sosyalist muhalefet Alevi hareketini çoğun kayıtsız koşulsuz destekledi; yalnız bırakmak yerine. Eleştirilecekse bu eleştirilmeli. Kendini sosyalist sanan Alevi kimlikçinin mızmızlanmasından öteye gitmiyor bu şikayet. Sosyalistlerin Alevileri yalnız bıraktığı gibi bir iddianın ortaya atılabilmesinin koşullarından biri, sosyalist hareketin kimlikçi hareketler karşısında (çoğu karşılaştığı sorunda olduğu gibi) açık seçik bir politikasının olmaması; daha da somutlarsak benzer bir biçimde din, laiklik ve aidiyetlerin biraradalığı konularında açık seçik ve ikna edici, genel bir tutum ortaya koyamaması. Yoksa, tüm bunlar vardı da sosyalistler özel olarak Alevileri mi yalnız bıraktı? Bu iddia bana gülünç geliyor doğrusu.
Yaşadıkları yerler kolluk kuvvet baskılarıyla, devlet destekli kimi grupların tacizleriyle dağıtılmış olan Aleviler, büyük şehirlerde kendi gettolarını yarattılar ve geçen zaman içinde ‘Alevi mahallesi’ olarak anılmaya başladı bu yerler. Şimdiyse bu mahalleler, neoliberal politikalarla, ‘müteahhitlik’ çılgınlığıyla dağıtılıyor. Her anlamda saldırıya ve tacize karşı tetikte olan Alevilerin köylerinin, mahallelerinin bu denli hoyratça ve politik bir amaç doğrultusunda dağıtılmasını nasıl okumalıyız? Birlikte yaşama hafızasını ve dayanışmayı yeniden kurmanın yolu nedir?
Sorunuzun birinci kısmına ilişkin yanıtımı aslında çok kısaca yukarıda vermiştim: Bugün Alevilerin karşı karşıya olduğu saldırılar bir şeyi inkara gelmez bir biçimde gösteriyor: Aleviler şöyle ya da böyle ya “kültürlenecekler” ya yok olup gidecekler. Mevcut siyasal rejimin, kendi tabanı olduğu kabul ettiği Sünni dindarlığın farklı biçimlerine bile tahammülü kalmamışken, Alevilere tahammül edebileceğini, bakın Aleviler açısından aslında çok aşağılayıcı bir sözcük kullanıyorum, düşünmek için ya saf ya da AKP “liberali” olmak gerekir. AKP hiçbir evresinde, iddiaların aksine Alevilere karşı sözüm ona liberal bir politika geliştirmedi. Atatürkçülükten öğrendiği dersi Aleviler üzerinde test etti. Başarılı da oldu. Ama artık mevcut rejime kendi biçtiği bu elbise bile dar geliyor. Alevilerin bu elbisenin içinde kendi hallerine bırakılmasıyla varlıklarına tahammül edilmesi söz konusu değil. Alevi yerleşim yerlerine saldırıların, genel olarak AKP’nin silahlı kolu olduğu sermayeyle, bu ülkenin iktisadi politikalarıyla da yakından bir ilişkisi var elbette ama bunu paranteze alırsak, bu saldırılar, hangi araçlarla yapılırsa yapılsın, bir yandan bölgedeki mülk sahiplerine rant havucu uzatılırken, aynı anda ilgili bölgelerin kriminalizasyonu ve hatta gerçekten de mafyöz örgütlenmelere ve eylemlere teslim edilmesiyle birlikte yürüyor. Somutlaştırmak için hayali bir örnek vereyim. Diyelim, Sünni bir yerleşim yerinde mafyöz bir örgütlenme uyuşturucu satışı yapmaya başladığında, mahalleli toplanıp çocuklarımızı zehirliyorsunuz diye satıcıyı dövüyorsa, polis yetişip o satıcıyı topluluğun elinden belki alıyor, belki almıyor; alıyorsa eğer satıcıya bir temiz sopa da kendisi çekiyor. Ve sonra doğru kodese. Aynı satıcı eğer Alevi mahallesinde Alevilerce aynı nedenle dövülürse, polis derhal geliyor, satıcıyı kurtarıyor, karakolda bayrakla poz verdiriyor, yetmiyor, satıcıyı dövenler polis tarafından dövülüyor ve satıcı vatan evladı bir ülkücü olarak taltif edilip karakoldan elini kolunu sallayarak çıkıyor! Ne demek istediğimi umarım anlatabildim?
Bu hayali örneği izlersek, böylesine derin bir yarılmanın, doğrudan kamu gücü eliyle örgütlendiği yerden birlikte yaşama arzusu, hafızası ve dayanışma çıkar mı? Devlet zaten öncelikle ortak hafızaya saldırıyor, yıllardır yapıyor bunu. Sosyal medya paylaşımlarından bile bunu izleyebilirsiniz; dolaylı olarak. Artık bir zamanlar diyelim Muğla’da Rumların nasıl Türklerle iç içe yaşadığına ilişkin anekdotlar hepimiz için tatlı bir hatıra mahiyetinde. Belki de burnunun direği sızlayarak bunu zikreden kişi, zorla boşaltılan Rum evlerinde altın aramaya koşan ilk dedenin torunu! Ve bugün Muğla sokaklarında Suriyeli saydığı her yabancıyı gördüğünde sokağa tükürüyor; Muğla Üniversitesi'nde her Kürt öğrenci linç edilmek istendiğinde, bu Kürtler de zaten çok oldular canım diye içinden geçiriyor. Sonra aynı kişi, Saburhane’nin Rumları üstüne güzellemeler dizmeye devam ediyor. Sahi, hangi ortak hafızadan söz ediyoruz? Hangi birlikte yaşamdan?
Umuyorum ki bu sorunuzla, ortak hafızayı, yeniden birlikte yaşama mücadelesini ve dayanışmayı, Atatürkçülerin Cumhuriyeti koruma kollama görevini Alevilere yıkması gibi, siz de Alevilerden beklemiyorsunuz. Hiçbir azınlık topluluk bu rolü üstlenemez; sadece Aleviler değil. Birlikte yaşayacaksak Kürt sorunumuzu Kürtlere yıkmaktan, Sünnilik ve din devleti sorunumuzu Alevilere yıkmaktan, kadın sorununu kadınlara yıkmaktan, heteronormativite ve heteroseksizm sorununu hetero olmayanlara yıkmaktan vazgeçerek işe başlamalıyız. Kim kendini hala Türk-Sünni-Erkek-Hetero olarak görüyorsa, tüm bu sorunlar karşısında çözüm de onda aranmalıdır. Derdi veren ya dermanını da verecek ya da yok ettiği her bir parçayla kendisi de küçüle ufala tarih sahnesinden silinecektir.
'BU SEMPOZYUM SERİNİN İLK HALKASI OLARAK DÜŞÜNÜLMÜŞTÜ'
Son olarak, gerçekleştirdiğiniz sempozyumun yarattığı tartışma zemini yeni çalışmalara olanak sağladı mı? Bu denli geniş kapsamlı bir sempozyum ya da kitap hazırlığınız var mı?
Aslında İzmir’de gerçekleştirdiğimiz bu sempozyum, bir serinin ilk halkası olarak düşünülmüştü. Yani Aleviler ve Sosyalistlerin ilişkilerini masaya yatırdıktan sonra, Alevilerle Kemalistlerin/Ulusalcıların ilişkilerini, ardından Alevilerle özel olarak faşist hareketin ilişkilenme biçimlerini ve nihayet Alevilerle İslamcıların ilişkilenme biçimlerini masaya yatırmayı planlamıştık ama ne yazık ki salgın hastalık ve ardından iktidarın salgını herkesi evine kapatmak için altın bir fırsat olarak değerlendirmesiyle, bütün planlarımız şimdilik suya düştü. Tüm başlıklar üzerinden çeşitli toplantılar düzenleyip her birini de derleyerek bir dizi kitap yayınlamayı hedeflemiştik. Bu salgın sona erse bile, pek umudum yok artık ama, iktidar şebekesi artık bu çeşit etkinliklere nefes aldıracak gibi durmuyor. Çünkü onun kontrolü dışında alınan her nefesi bir tehdit sayıyor, çünkü artık tüm sözleri tükendi, sırtları duvara dayandı, o kadar güçsüzler ki ve tam da bu kadar güçsüz oldukları için çok güçlü bir biçimde her yapmak istediklerini, hiçbir sınır tanımadan yapıyorlar. Yapıyorlar çünkü yapabiliyorlar. Umarım aynı şeyi bir gün biz de yapabiliriz; cümle yanılsamalarımızın ruhuna el Fatiha okuyup; elbette yanılsamalarımızı üreten, her birimizi bu şebekeye bağlayan zincirlerimizi gözden çıkarmayı başarabilirsek.