Anayasa Mahkemesi, Barış Akademisyenleri’nin “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisi yüzünden Terörle Mücadele Yasası 7/2’den yargılanmasını “hak ihlali” saydı. İhlal edilen hak, ifade özgürlüğü. AYM demiş oldu ki: Akademisyenlerin bildirisindeki tespit ve talepleri dile getirmiş olmak, “silahlı terör örgütünün propagandasını yapma” diye suçlanamaz.
Zaten nasıl suçlanıyordu, bu baştan anlamsız, mesnetsiz değil miydi, diye soramıyoruz, çünkü hukuk denen şeyin atomlarını parçalayıp tuğralı-ayyıldızlı füme arka cam imalatında kullandık.
Buna rağmen, başta bu keyfî baskı döneminin “yargı” adı altında yürüttüğü baskı ve sindirme pratiğinin en ağır yükünü çeken avukatlar ve pek az başka hukukçu, hukuk, yasallık, anayasa gibi kavram ve kurumlar yeniden hayatımıza girebilsin -ve bu defa, eksiksiz halleri, gerçek kılıklarıyla, doğru dürüst girsin- diye uğraşıyor. Hukuk alanındaki hukuk, yargı alanındaki adalet mücadelesinin üretken kıdemlilerinden, Demokrat Yargı Eşbaşkanı Orhan Gazi Ertekin, AYM’nin Barış Akademisyenleri ile ilgili kararı vesilesiyle, böyle bir yargılamanın yapılmasının temelsizliğini ve hukuken yanlışlığını ortaya koyarken, yaşadıklarımıza dair ufuk açıcı tartışma imkânı sundu.
AKADEMİSYENLERİN TESPİT VE TALEPLERİ
Ertekin’e kulak vermeden önce hatırlayalım, söz konusu bildiriyi imzalayan akademisyenler hangi tespitleri ortaya koymuş, neler talep etmişlerdi:
Tespit: Devletin birçok yerde haftalarca süren sokağa çıkma yasakları koyup insanları fiilen açlığa susuzluğa mahkûm etmesi, yerleşim yerlerine anca savaşta kullanılacak ağır silahlarla saldırması, birçok insan ve yurttaş hakkının ihlalidir, anayasaya ve TC’nin altına imza attığı uluslararası sözleşmelere aykırıdır.
Talepler:
1. Katliam-sürgün politikalarından vazgeçilsin,
2. Sokağa çıkma yasakları kaldırılsın,
3. İnsan haklarını ihlal edenler soruşturulsun, cezalandırılsın,
4. Vatandaşın zararı tazmin edilsin,
5. Bağımsız gözlemciler yıkım bölgelerinde raporlama yapabilsin,
6. Müzakere koşulları hazırlansın, çözüm ve kalıcı barış için görüşmeler başlasın,
7. Görüşmelerde toplumun geniş kesimlerinden bağımsız gözlemciler bulunsun.
İmzacı akademisyenler, bu bildiriyle yetinmeyeceklerini, “siyasî partiler, meclis ve uluslararası kamuoyu nezdinde” temaslar yürüteceklerini de metne eklemişlerdi. En çok temas edebildikleri muhatap, mahkemeler oldu! İki bin küsur duruşmaya girip çıktılar, yılları adliye koridorlarında geçti.
KENDİ YARATTIĞI HUKUKA BAŞKASINI FAİL ATAMAK
Orhan Gazi Ertekin, öncelikle şu tespiti savaş meydanının ortasına yerleştirip AYM kararına kaide inşa ediyor: İktidar “kendi yarattığı (özellikle 2011-2015 arası) bir ‘müzakere hukuku’nu yargılayamaz. Kendi yarattığı ‘barış hukuku’nu hasım olarak gösteremez. Kendi yarattığı hukuktan dolayı başkasını fail haline getiremez”. Ve dahası: “Kendi geçmiş hukuk ve yargısını kendisini dışarıda tutarak mahkûm edemez.”
Ertekin’e göre, iktidar görüş ve tavır değiştirse bile, “geçmiş hukukî performansına ilişkin tüm o beyan, tavır ve uygulamalarına ‘yargılayan’ olarak dahil olamaz.” Yani eğer geçmişte bizzat hukukî ilan ettiğini şimdi suç sayıp birilerini cezalandıracaksa, kendi de, ‘ortamı yaratmış olan’ sıfatıyla, birlikte yargılanmalı. Kabaca ifade edersek: Sırrı Süreyya Önder’i, Abdullah Öcalan’a mesaj götürdü, ondan mektup getirdi diye suçlayamazsınız; bu suçlama konusu olacaksa, Önder’in eylemine yol açmış, hattâ onu teşvik etmiş olduğunuzdan siz de onunla birlikte yargılanmalısınız. Barış Akademisyenleri'ni de yargılayamazsınız, çünkü Çözüm Süreci ortamını bizzat yarattınız; onlar şimdi yıktığınızın yeniden tesisini istediler.
Umarım Orhan Gazi Ertekin’in aşağıda tartışma konusu edeceğim hukukî argümanını gündelik mantıkla ele alırken yanlış yapmıyorumdur.
Ertekin, “Kürtlerin siyasî merkez ile politik ve hukukî mesafesinin sürekli olarak yeniden kurulduğu, örgütlendiği, yeniden kararlaştırıldığı (…) müzakere, savaş, uzlaşma ve vaatler alanı”na işaretle, bu alan, diyor, “Cumhuriyet’in başından itibaren hep varolmuştur. (…) Cumhuriyetin başından AKP’li 2010’lu yıllara kadar Kürtler ile bir ‘mesele’ olarak ilgilenilmiş, buna karşılık AKP ile birlikte ilk defa bir ‘çözüm’ olarak ilişki kurulmaya başlanmıştır. Buna karşılık bu gelişmeler ve görüşmeler nedeniyle hiçbir yargılama söz konusu olmadı. Ne Mustafa Kemal Atatürk ne Özal ne 28 Şubat generalleri ne de Mevcut AKP hükümeti.”
Ve söz şu berbat istisnaya geliyor: “Evet tek bir istisna ile tabiî ki. 7 Şubat 2012 MİT soruşturmasından bahsediyoruz.”
FETHULLAHÇILARIN KONUMU VE REJİM TARİFİ
Ertekin, Fethullahçı teşkilatın marifetlerini hatırlatıyor, “Çözüm Süreci’nin tüm aşamalarını ve gelişmelerini lağvetmek için bütün gücü ile yüklenmesi”ne dikkat çekiyor: “barış hukuku süreçlerini lağvetmek bir Cemaat projesiydi”. Ve bugün bizi ilgilendiren esas olguyu, “KCK davalarının hakimlerinin neredeyse tümünün tutuklu olduğunu ve yargılandıklarını” vurguluyor.
Duymuşsunuzdur, Osman Kavala ve onunla birlikte Gezi isyanını tertiplemekle suçlanan Taksim Dayanışması ve Anadolu Kültür mensuplarının davasında da aynı durum var: Dayanaksız, delilsiz, ucûbe iddianame, Fethullahçı polislerin raporları, Fethullahçı savcıların yaptığı hazırlık üzerine kurulu.
Bir defa daha, Türkiye Cumhuriyeti’nin yürürlükteki rejiminin nasıl tarif edileceği sorununa gelip dayanıyoruz: Yürürlüktekini lağvedip başka hukuk düzlemi ve çerçevesini var etmek üzere, darbe tertiplemek dahil her türlü girişime kalkışmış birilerini yargılarken, onların kurduğu komplo sistemini, arkasındaki yaklaşım ve uygulamalarıyla birlikte, olduğu gibi devralan iktidar koalisyonu bize hükmediyor. Bu arada, geçmişte borusu ötmüş komplocu teşkilatınkilere taş çıkartacak yeni hukukî ve insanî katliamları art arda diziyor.
HUKUKÎ PROBLEM, SİYASÎ ETKEN
Orhan Gazi Ertekin’in bende soru işaretleri yaratan gerekçelendirmesi şöyle billurlaşıyor: “15 Temmuz girişimi akim kaldığında hükümetin Oslo görüşmeleri, Dolmabahçe mutabakatı ve halen de yürürlüğünü sürdüren Çözüm Süreci Yasası da bir ‘hukuk’ haline gelmiş oldu.” Ertekin, bu zeminin, ancak darbe gibi, mevcut yapıyı temeliyle birlikte altüst edecek bir dönüşümden sonra ortadan kalkmış sayılabileceğini belirtiyor.
Ertekin’e göre, yaşananlar, “hukuk açısından bu çok somut ve apaçık bilinen süreçler”. Bu kabûle dayanarak soruyor: “Peki (…) nasıl olup da yargılanma bütün bu barış hukuku ve müzakerelerinin tamamen dışında kalan imzacıların kaderine düştü? İhale nasıl olup da akademisyenlerin üzerinde kaldı? Müzakerelerin neredeyse tek muhalifi olan Gülen Cemaati yenilmemiş miydi?”
Tek muhalif Fethullahçılar değildi ki! İnşa edilmeye çalışılan yeni otokrasiye karşı tavır alan muhalefet cephesinin kimi unsurları da Çözüm Süreci’ne karşıydı, muhtemelen hâlâ kısmen karşı. Üstelik, Kürtlerle eşitlikçi, barışçı bir çözüme herkesten çok, şiddetle karşı duran, bunu sabote etmek için elinden geleni ardına koymayacağını ve maalesef bunun için gerekli imkânlara sahip olduğunu bildiğimiz, devletin çekirdeğindeki bir odak olarak tanımlanması hiç abartılı kaçmayacak olan birileri, hâlihazırdaki iktidar koalisyonunun parçası. İlaveten, bu odağın “sivil” kolu konumundaki MHP önderliği de iktidarın kritik unsuru.
Ertekin’in bunu hesaba katmayışını sorun ederken, bir yandan da, siyasî nitelikli bu etkenin hukuk zemini tartışmasına ne ölçüde katılması gerektiğinden emin değilim: Bu olgu, Ertekin’in “bir hukuk oluştu” diye adlandırdığı durumu ne derece sallantıya sokar?
15 TEMMUZ 2016 MI, 8 HAZİRAN 2015 Mİ?
Eğer akıl yürütmesi esas olarak hukuk âleminin yollarında, oranın dili ve mantığıyla ilerlediği için bir şeyleri anlayamamış değilsem, ikna olamıyorum: 15 Temmuz darbe girişimi akim kaldığında Çözüm Süreci Yasası “bir ‘hukuk’ haline” gelmiş olabilir mi? Bana olamaz gibi görünüyor. Zira Çözüm Süreci ile 15 Temmuz arasında, 7 Haziran 2015 seçim sonuçlarının fiilen iptali var. 1 Kasım’da tekrarlanan seçimde devlet-rejim açısından benzer “fiyasko” yaşanmasın diye memlekette oluşturulan, insan haklarının, yurttaş haklarının hiçe sayıldığı savaş ve seferberlik ortamı var. Gerçekte seçimin, “millet iradesi”nin tanınmaması anlamına geldiği halde seçimle tasdiklenip yasallık kazandırılan hukuk-dışılığa kayma süreci var. Bu adım, bizim genel yayın yönetmeni Ali Duran Topuz’un siyasî literatürümüze kazandırdığı kavramla anti-hukuk rejimine doğru atıldı. Hukukî her şeyin zemini olarak anayasallık ve giriş katından terasa kadar ezcümle yasallığın, yasal sistemin güvencesi, dayanağı ve sürdürücüsü olan kurumların işlevsiz kılındığı, padişah fermanına tâbi kılındığı bugünkü rejime geçtik. Fakat hâlâ, pek çok maddî-pratik sebeple, hukuk varmış gibi yapılması gerekiyor. Tabiî günün birinde asgarî hukuk düzenine sahip olmaksızın bizimki gibi bir ülkenin varlığını sürdürmesi mümkün olmadığından, bu mecburiyete sürekli işaret etme gereği, olmadığı yerde dahi hukuku varsayma tutumuna yöneltiyor çoğumuzu. Başka çare olmadığından.
“NE OLUR, BİLİNMEZ” VAZİYETİ
Ertekin de zihin açıcı yazısının sonunda bu çaresizliğe ve mecburiyete işaret ediyor. Barış Akademisyenleri davalarının “politik gelişmelerin belirlenemez doğasının içinde” seyrettiğini, “kaderinin de buna göre seyredeceğini” öncelikle hatırlatıyor: “…önceki verdiği kararların ilk derece mahkemeleri tarafından nasıl karşılandığına dair tecrübelerimiz ile düşündüğümüzde” diyor, Anayasa Mahkemesi’nin “hak ihlali” kararının “henüz nasıl sonuçlar doğuracağını bilmiyoruz”. Ertekin’e göre, siyasî düzlemde “her şeyi ve herkesi içine alıp sürükleyebilecek bir geçici ittifaklar ve uzlaşmalar alanı” süregittiğinden, AYM kararının iktidar koalisyonu taraflarının “birbirlerine karşı kullanacağı bir imkân ve ihtimal” haline gelmesi de mümkün.
Ertekin’in yazısının sonunda dile getirdiği tespit, muhalefet açısından bundan sonrası için önem taşıyan bir somut mevzuyu ortaya getiriyor: “Nihayetinde şu aşamada Barış Akademisyenleri'nin son üç yıllık yargılanma süreçlerinin sonuna gelindiği açıktır. Artık hukukî risk akademisyenler alanının dışında bir yerde varlığını sürdürecektir.”
Kim bilir nerede?
* * *
Bir süredir adliye koridorlarında ömür tüketen akademisyenler, tahminimce, padişah fermanıyla yoksun bırakıldıkları işlerine geri dönmenin mücadelesini yaparken, asgarî hukuk zemininin yeniden tesisi için uğraş vereceklerin ön saflarında yer alacaklardır.
Bu süre içerisinde -ve muhtemelen bir süre daha- üniversite öğrencilerini, memleketin onlara en çok faydası dokunabilecek, idealist, çalışkan ve dürüst hocalarından yoksun bırakanlarsa, adalet dozu yüksek yasallık yerleştikçe icraat sahalarını kaybedeceklerinden, bugünkü anti-hukuk rejiminin sürmesi için ellerinden geleni artlarına koymayacaklardır. Pek az istisnayla Türkiye’deki hemen bütün siyasî eğilimlerin el birliğiyle muhafaza ve müdafaa ettikleri milliyetçilik zırhına bürünmüş olarak...