Aynalar, perdeler, kör noktalar, kadınlar: Festivalin ardından
Bir festival daha bitti, şehirden nice hikayeyle beraber Annie Ernaux geçti. Kadınların hem kendi hikayelerini yeniden hem de ‘erkek alanı’ sayılan hikayeleri cesur ve yenilikçi yaklaşımlarla ele aldıkları filmleri ödüllendirildi. Bakarsınız pek yakında ülkemize bahar da gerçekten gelir…
42. İstanbul Film Festivali, dün akşam Soho House’da gerçekleşen ödül töreniyle sona erdi. Deprem travmasından çoğumuz maskelerimizi çoktan atmış olsak da Covid-19 illetinin hâlâ sürmesine ve elbette yaklaşan seçimlerin umutlu gerginliğine günlük yaşama damga vuran ruh hali, “sanki her şey biraz felaket”. Umut Subaşı’nın Ulusal Yarışma’da mansiyonla ödüllendirilen tatlı ve özgün filminin sevdiğim isminden ödünç aldım bu tanımı. Tüm bunların olağan festival coşkusuna da ket vurmaması imkânsız. Festival ruhumuza, iyi bir zamanlamayla, iyi geldi.
Pek çok firem olduysa da ödül alan filmlerin neredeyse tümünü izleme şansını buldum. Festival ödüllerine kadın yönetmenlerin damga vurmasının yanı sıra en iyi filmlerin bazıları da “kadın hikâyeleri” içerenlerdi. Nobel’i aldıktan sonra değil bendeki “Yalın Tutku”nun Cem Yayınevi baskısıyla çok erken yaşlarda keşfetmiş olmaktan duyduğum gururu gizleyemeyeceğim Annie Ernaux’un “Süper-8 Yılları” filmiyle beraber İstanbul ziyareti bu yılki festivalin en değerli yanlarından biriydi. Şimdi kitabı yazı için tekrar elime aldım, kapaktaki adam Erkan Baş’a benzemiyor, hayır. Her sakallıyı dedemiz sanmak kabilinden bu ara her pos bıyıklıyı Baş’a benzetir olduk. “Boğa Boğa” da Çiftlik Bank dolandırıcısını becerikli Ripley’le buluşturan sosyopat rolünde bence tam manasıyla döktüren Kıvanç Tatlıtuğ, günlerce bıyıktan sebep Erkan Baş benzerliğiyle konuşuldu durdu. Festivalin ulusal yarışmasındaki favorilerimden olan film 21 Nisan’da Netflix’te gösterimde olacak, izleyince göreceksiniz, alakası yok. (Evet “artık” her şey politik olduğu için Ernaux kitabı girişinden bile Erkan Baş çıktı.)
Bu kitabı imzalatmak ve bence en hak edilmiş Nobel ödüllerinden birini almış, çok sevdiğim kadın yazarla tanışmak büyük hayalimdi. Bütün haftayı buna göre ayarladığım halde basın toplantısı gününde öyle absürt bir dizi aksilik yaşadım ki… Sabah gözümü açtığımda kaç yıllık şifremi üst üste yanlış girdiğim için telefonum kilitlendi. Hiç başıma gelmiş şey değil. Yağmur yağsa üstüne alınan müzmin mağdur tipi narsisistlerden nefret ettiğim için normal gün olsa asla köşeye taşımazdım ama Annie’ye o kadar yakınken olacak iş mi. (Tabii toplantı saati geçtikten çok sonra doğrusunu girdim.) Telefonsuzca da olsa sonunda toplantıya koşarken bankamatik ekran önünü mesken tutmuş bir tekir her nasılsa oraya düşen kartımın üstüne çöreklendi. Kediyle aramı bozup kendimi pençeletmeden kartı alabilmek için tam 10 dakika uğraştım. Artık yetişmenin mümkün olmadığı anda hiçbir şey olmamış gibi poposunu sallaya sallaya aşağıdaki mamasını yemeye indi. Kedi canına onun istemediği hiçbir şeyi yaptıramıyorsunuz, buna rağmen hastasıyız işte türün.
Özetle ucunda Ernaux olmasa bahsini etmeye çekineceğim bu “derdini seveyim” olaylarıyla toplantıyı kaçırdım. Neyse ki “Kızılcık Şerbeti Övüyoruz” grubu vesilesiyle de bu ara bol bol hasret giderdiğim sevgili ve yardımsever gazeteci arkadaşım Bahar Çuhadar’dan değerli notlarını aldım. Sonra “onsuz bir festival düşünemem”e en yakışan isimlerden biri olan sevgili Alin Taşçıyan da sohbetimizde İstanbul’daki zamanının önemli kısmını beraber geçirdiği yazardan epey bahsetti. “Tam yazdığı gibi, yazdıklarına yakışan bir yazar” dedi ki hayal ettiğim de buydu. O sadeliği cesaretiyle yarışan kitaplar başka türlü çıkmaz, çıkamaz zaten. Annie Ernaux’nun basın toplantısındaki şu çok değerli sözleri Bahar’ın notlarından aktaracağım:
“Edebiyat etten, kemikten ve kandan oluşur. Hayata ne kadar yaklaşırsa o kadar edebiyat olur.”
“Her zaman şöyle bir ayrım görüyoruz: Erkeklerin yazdığı gerçekleri daha çok yansıtır gibi görünüyor. Gerçeğin ne olduğuyla ilgili bir tekel kurmuşlar. Erkek yazar olduğunuz zaman bu edebiyat oluyor, kadınlarsa ‘birtakım kitaplar’ yazıyorlar. Yazdıkları edebiyat olarak tanımlanmıyor. Bunun altında saklı düşünce hala çok güçlü. (Burada tüm feministler içinden en mümkün mertebe yaratıcı ‘cinsiyetçisiz’ küfürleri etsin.)
“Ben Nobel’i alınca büyük bir öfke rüzgarı esti. Fransa’da hiç Nobel Edebiyat Ödülü almış kadın yoktu. Kadınlar bir şekilde hala meşru görülmüyor edebiyatta. O kadar geniş bir konu ki… Ben de bütün vaktimi buna odaklanarak geçirmiyorum ama yine de şöyle bir farklılık olduğunu söyleyebiliriz. Erkekler daha üstün olduklarına dair inançları nedeniyle gerçeğin büyük kısmını göz ardı ediyorlar aslında. Onların ihmal ettikleri gerçekleri kadınlar hissedebiliyor. Bunu ele alabilecek vizyona sahipler ve bunu yapıyorlar.”
Ağzınız bal yesin, tüm güzelliğiniz, zarafetinizle geldiğiniz 82 yaşın önü daha uzun ve sağlıklı olsun, kadınlara verdiğiniz güç ve ilham hep sürsün canımız Annie Ernaux.
Hahayt ama ne oluyor? Kadınlar bütün bu bin yıllık çelmelere inat yazının ve sanatın her alanından gümbür gümbür geliyor. Bu yılki festivalin çok önemli ödüllerini kadın yönetmenler aldı. İlginç bakış açısı ve özgün dramatik kurgusuyla, yakın tarihin günümüze uzanan ve pek az hikayede içerilmiş JİTEM, faili meçhuller vb. pek çok kabusunu politik gerilim/psikolojik gerilim/korku türlerinin bir harmanıyla ele alan filmi “Kör Noktada” (In The Blind Spot)la Ayşe Polat hem “en iyi senaryo” ödülünü aldı. Hem de film FIPRESCI ve Ulusal Yarışma’da Altın Lale En İyi Film ödülüne layık görüldü. Yerli örneğine çok az rastladığımız bir tema ve türler harmanındaki bu filmin bazı zorlayıcı “kör noktaları” olsa da cesareti ve yenilikçiliğiyle bile ilgiyi hak ettiğini kesinlikle söyleyebiliriz. Hele adı konmasa da “erkek mecrası” sayılan politik sinema alanında bir kadının böyle güçlü bir film ortaya koymuş olması ayrıca değerli.
İlk filmi “Şimdiki Zaman”dan beri ilgiyle takip ettiğim, bence Annie Ernaux’un bahsettiği “erkeklerin kendi üstünlüklerine aşırı inançtan ötürü ihmal ettikleri gerçekleri” ve gündeliğe saklı detayları görme biçimini pek sevdiğim, ayrıca da çok zarif ve mütevazı bir insan olan Belmin Söylemez, yolları bir tiyatro atölyesinde kesişen farklı kuşaktan üç kadının yer yer otobiyografik öğeler de içeren ve kuşkusuz adı gibi, birbirine ayna olan hikayelerini anlattığı özel filmi “Ayna Ayna”yla Ulusal Yarışmada “En İyi Yönetmen” ödülünü aldı. Filmin üç kadın oyuncusu, Laçin Ceylan, Şenay Aydın ve Manolya Maya da hak edilmiş performanslarla “En İyi Kadın Oyuncu” ödülünü aldılar. Bu filmde cesaretine, bildiği yoldan yürümekteki direngenliğine daima sevgi ve hayranlık duyduğum Laçin Ceylan’ın ‘bitiyatro’su da kendine özgü atmosferiyle aslında mekandan öte bir ‘rol’de, değinmeden geçemeyeceğim.
Yarışmanın belgesel gibi diğer kategorilerinde de kadınlar önemli ödüller aldı.
Bu arada yönetmeni kadın olmasa da izlediğim en etkileyici ‘kadın hikayeleri’nden biri olan Fikret Reyhan’ın “Cam Perde”si de Onat Kutlar Jüri Özel Ödülü’ne layık görüldü. Filmin baştan sona insanı geren toksik erkeğini canlandıran Alper Çankaya da En İyi Erkek Oyuncu ödülünü aldı. Her biri farklı açılardan daha kapsamlı incelenmeye değer bu üç filmden bir başka yazımda daha ayrıntılı bahsedeceğim.
Bir festival daha bitti, şehirden nice hikayeyle beraber Annie Ernaux geçti. Kadınların hem kendi hikayelerini yeniden hem de ‘erkek alanı’ sayılan hikayeleri cesur ve yenilikçi yaklaşımlarla ele aldıkları filmleri ödüllendirildi. Bakarsınız pek yakında ülkemize bahar da gerçekten gelir…