Bi tık aşağı, bi tık yukarı, bi tık sola, bi tık sağa artık her şey. Daha çok tık sağa yine de tabii. Böyle arzuluyor demek ki Türkiye toplumu her şeyi, ki evet, böyle arzuluyor. Cuk oturdu yani toplumun isterlerine ki, bir ‘bi tık’ isterisi, her yerde şimdi.
Eski, yeni kavramların, deyimlerin, deyişlerin ideolojik
bagajlarını ortaya seren yazılarına bayılıyorum Tanıl Bora’nın.
Birikim’de yayımlıyor. Ben de bir süredir şu ‘bi tık’ lafına
takıldım. Düşünüyorum üzerine.
Bi tık aşağı, bi tık yukarı, bi tık sola, bi tık sağa artık her
şey. Daha çok tık sağa yine de tabii. Böyle arzuluyor demek ki
Türkiye toplumu her şeyi, ki evet, böyle arzuluyor.
Cuk oturdu yani toplumun isterlerine ki, bir ‘bi tık’ isterisi,
her yerde şimdi.
Peki, öyleyse…
Bi tık nedir be yahu, ne kadardır?
Olsa da olur, olmasa da olur mudur? Yani bu mudur?
Az mıdır, çok mudur? Bu kadar olsa olmaz mıdır?
Bu kadarından memnun musundur? Bu kadarla kalsa olmaz mıdır?
Uzlaşmaya hazır mısındır? Yetinmeye hazır? İstediğin bu kadarcık
mıdır?
Laf olsun torba dolsun diye mi söylüyorsundur? Bi tıkla torban
dolacak mıdır?
Bi tık bi tık daha ömür geçer mi? Bi tık bi tık daha yol biter
mi? Bir gün kalbin tık diye durmaz mı?
Tek tek basaraktan tık tık sayaraktan nereye, nereye kadar?
Gitmek istediğin yer buradan bi tık daha mı iyi bir yer? Yapmak
istediğin şey bundan bi tık mı iyi bir şey?
Bi tık için değer mi?
Yani…
‘Bi tık’, günümüzde ölçüsüzlüğün ölçüsü, kritersizliğin ölçütü,
vazgeçmişliğin hamlesi, hareketin rölantisi, kinetiğin statiği,
talepkârlığın kanaatkârlığı, uzlaşmacılığın cilvesi, gayrı memnun
bir memnuniyetin ifadesi, ne istediğini bilememenin, üzerine de
düşünmemenin dışavurumu, beğeni yoksunluğunun mazereti, değişim
isteksizliğinin değişkeni, ütopyadan kaçışın, radikalizm
korkusunun, ittifak arayışlarının miskin programı…
Üstelik dijital bile değil, analog…
Yeşil
bumerang
Kapitalist sınıf elindeki medya gücünü de kullanarak kavramları
denetim altında tutar. Kimi kavramı tedavülden kaldırırken, kimini
tedavüle sokar, çarpıtır, dejenere eder, manipülasyon aracı haline
getirir. ‘İklim değişikliği’ gibi mesela. ‘Küresel ısınma’ mesela
daha az kullanılır oldu o devreye girince, ‘iklim krizi’ kavramı
bile unutulur yakında. Tercih edilen kavram artık ‘iklim
değişikliği’dir. Doğrusu, yani olan ‘iklim ısınması’dır ama bu
fazla korkutucu, kapitalist üretim tarzının krizini fazlasıyla
afişe ediyor, dolayısıyla kullanımı tercih edilmiyor. ‘Karbon ayak
izi’ ise kullanıldıkça elini rahatlatıyor, güçlendiriyor kapitalist
sınıfın. Bu kavramla oynanan oyun daha da sinsi bir manipülasyon.
‘Yeşil yıkama’nın dik âlâsı. Bir süredir en fazla zehirli atık
bırakan, en yoğun doğa katliamını yapan deterjandan yakıta, içme
suyundan çocuk bezine çok sayıda marka utanmadan, arlanmadan
kendisini doğa korumacılık şampiyonasının lideri olarak lanse
ediyor televizyon reklamlarında. İşledikleri doğa suçlarına yönelik
tek bir özeleştiri yapmadan, tazminata girişmeden adeta bir sivil
toplum örgütü, halk inisiyatifi ağzıyla konuştukları bu reklam
metinleri ile doğayı tam gaz kirletmeye devam eden ürünlerini
tercih etmeye, tüketmeye çağırıyorlar toplumu. Üstelik bunu
yaparken bir suçlu da saptıyor, buluyorlar: Birey. Tüketici birey.
Bu öyle döngüsel bir suçlama süreci ki, öyle alengirli bir süreç
ki, resmen bir hasıraltı tekniği, bir çarpıtma düzeneği, yeşil bir
söylem bumerangı. Tüketici birey, tam da onların bu markalarını
tükettiği için doğaya karşı suçludur, ‘karbon ayak izi’ onun ferdi
suçunun kanıtıdır bu reklam metinlerine göre. Eğer bu suçtan
aklanmak istiyorsa, birey nedamet getirmeli, bu defa kendilerini
reklam suyuyla yeşil yıkayan yine bu aynı markaları tüketmeye devam
etmelidir. ‘Karbon ayak izi’ kavramının kullanımı kapitalist
sınıfın elinde bir kurtuluş reçetesi oldu.
Sistemik, üretim düzeninin kendisinden gelen bir suç,
ferdileştiriliyor.
Kapitalist sınıf kendini suçtan sıyırırken, tüketici birey suçu
içselleştiriyor.
Kapitalist sınıf kâr maksimizasyonu faaliyetini sürdürürken,
birey kendisini doğa için mücadele ediyor sanıyor.
Köpekleri gözlerken
düşündüklerim
Bir ya da daha fazla köpekle beraber yaşamaya başladığınızda
ister istemez bir topluluğa (community) dahil oluyorsunuz. Ben de
köpeğim Yoldaş ile bir aile kurduğumdan beri günün belli
saatlerinde köpeklerini gezmeye, oynamaya çıkarmış insanlarla zaman
geçiriyorum. Bu sırada da eğitimden geçmiş ya da geçmekte olan
köpekleri tanıyorum. Eğitim adı altında bu köpeklere uygulanan
teknik, köpeklerden farklı bir tür üretmeye çalışmaktan başka bir
şey değil. Bir tür robotlaştırma, otomatizasyon, acımasız bir
süreç, Michel Foucault’nun deyimiyle faşizan bir ‘anatomipolitika’.
Arzulara ket vuran, yaşama sevincini dizginleyen bir disiplin
dayatması. Kişiliği ve mizacı böylesi sakatlanmış bir köpeğin
beraber yaşadığı insanlara öğretebileceği bir şey kalacağını
sanmıyorum. Oysa başka bir türle bir aile kurmak ya da aileye başka
bir tür katmak müthiş zenginleştirici bir şeydir. Köpek eğitiminde
rastladığım birçok öğe ve etkiyi insançocuklara yönelik okul
düzeninde de gözlemlemişimdir, saptamışımdır aslında. Oralarda da
çocukların yaratıcılığı sakatlanıyor. Dünyaları işgal ediliyor.
Köpeğim Yoldaş
Okul düzenine eleştirel bir bakış edinmemde 80’li yıllarda
okuduğum Ivan Illich’in ‘Okulsuz Toplum’ ve 90’larda
okuduğum Catherine Baker’ın ‘ZorunluEğitime
Hayır’ adlı kitaplarının büyük etkisi oldu.
Avusturyalı filozof Illich ile ise AFA Yayınları’ndan çıkan
‘H2O-Unutmanın Suları’ kitabıyla tanıştım. AFA Yayınları’nın 10 gün
kadar önce kaybettiğimiz kurucusu Atıl Ant’ı sevgiyle anıyorum
şimdi burada. AFA, henüz 12 Eylül 1980 darbesinin karanlığındaki
toplumumuzu solun, eleştirel düşüncenin yepyeni kavramları ile
tanıştıran bir yayıneviydi. Catherine Baker’ın kitabını basan
yayınevi de Ayrıntı Yayınları’ydı. Ayrıntı da programatik biçimde
yayımladığı kitaplarla aynı etkiyi yapmıştır toplumumuzda. İlk
bastığı kitap yine Ivan Illich’in ‘Şenlikli Toplum’ adlı kitabı
olan Ayrıntı Yayınları 1988’den beri faaliyette. İletişim Yayınları
da 1985’den beri bu ülkede kavram üretimiyle zenginleşen, dinamik
bir entelektüel hayatın her şeye rağmen sürmesinin en önemli
dayanaklarından biridir.
Yayınevlerini beslemeyen toplumlar okullara mahkûm olur.
Marquez ve
gazetecilik
Gazetecilikle edebiyatçılığı eşzamanlı ya da artzamanlı yapan
yazarlara kendimi yakın hissederim. Benim durumum da budur
çünkü. Ben birini diğerine tercih etmedim, edemedim. Gabriel Garcia
Marquez ise etmiş. Hem de hiç kendisinden bekleneceği gibi değil.
20’nci yüzyılın 21’inciye de sarkarak en önemli edebiyatçılarından
biri olarak tarihe geçen Marquez, yazmaya gazetecilikle başlıyor.
Ve bütün edebi başarılarının yanı sıra ömrünün sonuna kadar
gazeteciliğini de sürdürüyor. Geçen yıl Türkçe’de de yayımlanan
‘Yüzyılın Skandalı (Can Yayınları)’ adlı, 1950-1984 arası
gazete ve dergi yazılarını içeren kitaptan da öğreniyoruz ki,
Marquez, gazeteciliği her fırsatta ‘dünyanın en iyi mesleği’ olarak
tanımlarmış ve her sorulduğunda da kendini önce gazeteci olarak
tanıtırmış. Kitapta ilginç ayrıntılar var. Gabo, 1998’te Nobel
Ödülü’nden aldığı paranın bir kısmıyla Cambio dergisini satın alır
ve son gazete yazılarının bazılarını bu dergide yayımlar. Şarkıcı
Shakira ve Hugo Chavez portreleri bu yazılarının en tanınanlarıdır.
Portre yazmayı çok seven bir gazeteci olarak beni bu ayrıntı da çok
sevindirmiştir kitabı okurken. 1995 yılından itibaren Marquez, yeni
gazetecilik yöntemleri geliştirerek Latin Amerikalı gazeteciler
yetiştirmeyi amaçlayan Yeni İber-Amerikan Gazeteciliği Vakfı’nda
atölyeler düzenlemiştir. Ölümünün ardından Kolombiya
Parlamentosu’nun çıkardığı bir yasayla Marquez’in gazetecilik
mirasının tanınması ve yeni kuşaklara aktarılması amacıyla,
Cartagena de Indias’ta, Gabo Vakfı’yla bağlantılı olarak kalıcı bir
Gabo Merkezi kurulmuştur. Latin Amerikan edebiyatının ‘büyülü
gerçekçilik’ akımının kurucularından Marquez’in gündelik gerçekliğe
bu denli bağımlı gazete yazılarına ne kadar büyü kattığını bu
kitabı okuyanlar saptayacaktır. Edebiyatçı gazetecilerin
haberlerinde bu ‘olayın kendisiyle yetinememe’ durumu hep dikkat
çeker ama. O köpürtme, abartma, estetize etme eğilimi… Thomas
Bernhard da işe gazeteci olarak koyulan edebiyatçılardandır mesela
ve haberleri abartarak haber merkezine geçtiği, sıradan bir trafik
kazasına trajik sahneler eklediği için birkaç işinden kovulmuştur.
Zaten edebiyatçı olarak da daha yaşarken ülkesinde ‘Abartı
Sanatçısı (Übertreibungskünstler)’ olarak tanımlanmıştır Bernhard.
Ve kendisi de bu tanımı memnuniyetle kabullenmiştir.
Bugün Gabriel Garcia Marquez’in ölümünün 8’inci yıldönümü.
Marquez gibi bir yazar ne ölçüde ölürse tabii…
Marquez
Kavramsal bir memnuniyet
anı
Geçen akşam Survivor’da Gönüllüler takımından Ogeday Girişken
ile Ünlüler takımından Sema Aydemir ağız kavgasına tutuştu.
Tartışmanın bir yerinde Ogeday, “Benim en çok hassas olduğum bir
konu aslında. Ben cinsiyetçi, seksist ya da ötekileştirme gibi
konulara çok takılırım. Hatta kendi takım arkadaşlarımdan biri
yaparsa bile ben burada direkt müdahale ederim” diye girdi konuya.
Memnun oldum, sevindim o zaman, sempati duydum, “Bu kavramlar böyle
hiç beklemediğim bir yerde de kullanılıyorsa artık…” dedim
içimden.