Aynalı Pasaj... Çıplaklığın estetik ve politik parıltıları
Kadın çıplaklığı, bir kıyafetin yakasından görünen işlevsel bir güzellik mesela, eğer eril iktidara cezayı çağrıştırıyorsa, bu bir yönetim ve tahakküm aracı olan ‘genel ahlak’ ideolojisinin etkisi değildir. Olsa olsa çıplaklığın, çıplak vücudun evrensel güzelliğiyle hemen eşitlik ve özgürlük çağrıştıran bir imgeye dönüşüyor olmasından duyulan siyasi bir korkudur.
İnsan bedeni, benim için işlevsel olanın uyumunun zaman içinde güzelliğe dönüşmesinin, güzellik olarak algılanmasının sembolü ve kanıtıdır. İşlevlerin uyumundaki güzellik saptandığı, izlendiği, arzu edildiği çağın estetik ideolojisini aşan, evrensel bir gerçekliktir. Soyunan, soyunmuş insanın vücudu doğal işlevselliğin evrim sürecinde edindiği müthiş uyumundaki estetiği sergilemiş olmanın yanı sıra bir de eşitlik imgesi edinir. Her biri birer sınıfsal ve kültürel işaret olan örtülerinden sıyrılmış çıplak insanın bedeni bütün hiyerarşilere itiraz eden bir işaret, bir eşitlenme düzlemi oluşturur.
Paradoksal olarak, iktidar aygıtları kışladan cezaevine birçok şiddet kurumunda insan bedenini soyma cihetine gider. Ama bu, tam da insanın bedenini iktidarın elinden kaçırmak, iktidara yakalatmamak, örtmek, savunmak istediği bir yerde teşebbüs edilen bir soyma, çıplak koyma eylemidir ve çıplak bedenin güzellik ve eşitliğini ortadan kaldırma amaçlı operasyonlar öncesinde gerçekleşir. Çıplak beden birazdan aygıtın şiddetinin sınır tanımaz elinin gölgesiyle örtülecektir.
Fakat tam da çıplak bedenin ışıldamasıyla iktidar aygıtının elinin gölgesinin karartması arasındaki o kısacık zaman aralığında güzellik ve eşitlik unutulmaz biçimde görünür olmuş, az öteden bakanın vicdanını ve belki de arzusunu harekete geçirmiştir bile.
2000'li yılların ilk yarısında Irak'taki Ebu Gureyb cezaevinden sızan işgal kuvvetlerinin yaptığı işkencelerin fotoğraflarındaki, doğrudan insanları soyarak ve çıplak bedenlerine el koyarak, o çıplak bedenleri yığma, yığınsallaştırma yoluyla güzelliğin eşitlikçi biricikliğinden mahrum kılarak hedeflenen aşağılama ve bunun üzerinden ötekileştirme, işkeneccilerin istediğinin tam tersi bir etki uyandırmıyor muydu? Batı giyim ideolojisine aykırı, Arap ikonografisinin öğesi olan uzun entarilerinden, ak fistanlarından sıyrılmış o bedenler nasıl da bizdendi, nasıl da herkestendi, nasıl da evrensel anatomi estetiğinin kataloğuna dairdi?
68 Baharı’nda Batı kentlerinde göstericiler kamusal alanda soyunmayı, çıplaklığı bir protesto ve direniş eylemine dönüştürmüşlerdi. Dönemin uç vermiş cinsel devriminden çok, protestocuların çıplaklığın eşitleyici imgesiyle sınıfsız toplum özlemine işaret ettiklerini düşünürüm çıplak göstericilerin fotoğraflarına bakarken.
Seks işçileri ve trans kadınlar da kamusal alanda gözaltına alınırken ya da saldırıya uğradıklarında bir direniş refleksi olarak soyunurlar. Soyunmak, anatomilerinde hemen saptanacak estetik uyumun güzelliğine sığınmak ya da doğal eşitliklerini gözler önüne sermek anlamı taşıyor olabilir mi onlar için?
Kadın çıplaklığı, bir kıyafetin yakasından görünen işlevsel bir güzellik mesela, eğer eril iktidara cezayı çağrıştırıyorsa, bu bir yönetim ve tahakküm aracı olan ‘genel ahlak’ ideolojisinin etkisi değildir. Olsa olsa çıplaklığın, çıplak vücudun evrensel güzelliğiyle hemen eşitlik ve özgürlük çağrıştıran bir imgeye dönüşüyor olmasından duyulan siyasi bir korkudur.
Nostaljisi olmayan, olamayan bir doküman: Aydınlar Dilekçesi
Bundan 38 yıl önce bugün, ülkede henüz 12 Eylül 1980 darbesinin (82) anayasası ile bütün kurum ve cezai düzenlemeleri tıkır tıkır, cazur cuzur işliyorken, bir grup yazar, gazeteci, akademisyen ve sanatçının kaleme alıp imzaya açtığı bir metin yayımlandı. Gazetelerde ‘Aydınlar Dilekçesi’ adıyla duyurulan ve Cumhurbaşkanlığı ile Meclis Başkanlığına hitaben yazılmış olan dilekçenin başlığı ‘Türkiye'de Demokratik Düzene İlişkin Gözlem ve İstemler’di.
Çok cesurca bir aydın girişimi olan ‘Aydınlar Dilekçesi’ ya da bildirisine, Aziz Nesin, Prof. Dr. Hüsnü Göksel, Prof. Dr. Bahri Savcı, Doç. Dr. Haluk Gerger, Prof. Dr. Yakup Kepenek, Prof. Dr. İlhan Tekeli, Doç. Dr. Yalçın Küçük, Erbil Tuşalp, Uğur Mumcu, Prof. Dr. Şerafettin Turan, Doç. Dr. Murat Belge ve Doç. Dr. Mete Tuncay’dan oluşan bir grup uzun tartışmalardan sonra son halini vermiş, dilekçeyi sembolik olarak Çankaya Köşkü’ne götüren heyet ise yine Aziz Nesin’in öncülüğünde Prof. Dr. Bahri Savcı, Prof. Dr. Fehmi Yavuz, Prof. Dr. Hüsnü Göksel, Bilgesu Erenus, Esin Afşar’dan oluşturulmuştu.
Bazıları bildirinin yayımlanmasının hemen ardından imzasını çeken ya da okumadan imzaladığını ifade eden 1300 imzacıyı, Kenan Evren, elbette ki hemen“vatan haini” ve “ahlak yoksunu” olmakla suçladı, hedef tahtasına koydu ve çok geçmeden metnin ilk imzacılarından bir grup sanık sandalyesine oturtuldu.
Aziz Nesin, Hasan Gürsel, İlhan Tekeli, Uğur Mumcu, Erbil Tuşalp, Haluk Gerger, Bahri Savcı, Yalçın Küçük, Mahmut Öngören, Mete Tunçay, Şerafettin Turan, Yakup Kepenek, Murat Belge, Halit Çelenk, Mehmet Emin Değer, Korkut Boratav, Mustafa Ekmekçi, Tahsin Saraç, Nurkut İnan, İnci Aral, Güler Tanyolaç, Güngör Aydın, Haldun Özen, Haki Bülent Tanık, Güngör Dilmen, Gencay Gürsoy, Vedat Türkali, Özay Erkılıç, Salih Şencan, Kemal Demirel, Vecdi Sayar, Tului Sönmez, Onat Kutlar, İlhan Selçuk, Ümit Erdoğan, Berna Moran, Minu İnkaya, Veli Lök, Emre Kapkın, Cahit Tanör, Yılmaz Tokman, Şinasi Acar, Ali Oralp Basım, Ruşen Hakkı Özpençe, Hayri Tütüncüler, Güngör Türkeli, Atıf Yılmaz, Başar Sabuncu, Orhan Ş. Balcıoğlu, Erdal Öz, Turgut Kazan, Talat Mete, Ercan Ülker, Ahmet Kocabıyık, Ali Cumhur Ertekin, Yılmaz Polat, Gürsoy Dinç, Cemal Nedret Erdem, Muhittin Yavuz Aksu’nun askeri mahkemede yargılandığı dava 1986 Şubat ayında bütün sanıkların beraatiyle sonuçlandı.
‘Aydınlar Dilekçesi’ yayımlandığı sırada cezaevindeydim. Güneşli, pırıl pırıl bir bahar günü beton duvarları aşıp parmaklıklar arasından koğuşa dolmuştu. Gazetenin birinci sayfasını masaya sermiş bakıyorduk. Birinci sayfada metni hazırlayan aydınların küçük vesikalık fotoğrafları dizilmişti. Eğilip hepsini yanaklarından öpesim geldi. Öyle umutlanmıştık.
Nostaljisi yapılsın isterdim, isterdik herhalde 38 yıl sonra ‘Aydınlar Dilekçesi’nin. Ama yapamadık, yapılamıyor. Nostaljisi olamıyor Türkiye siyasetinin. Bu yüzden nostaljik değil, değildir bu metin, bu metin birkaç kuşağın hayatına ve Türkiye’ye dair hazin bir dokümandır.
Max Frisch’ten bugüne… İşgücü bekleyip insanla karşılaşanlar…
Almanca tiyatro yazınının en önemli isimlerinden, romanları da klasikler arasında sayılan İsviçreli yazar Max Frisch’in 111’nci doğum günü bugün.
Türkiye’de ‘Homo Faber’, ‘Biedermann ve Kundakçılar’, ‘Stiller’, ‘Kont Öderland’, ‘Locarnolu Eczacının Düşü’ gibi kitaplarıyla tanınan ve sevilen yazarın bir sözünü her fırsatta, yeri geldiğinde alıntılarım.
Irkçılığın bugün yine bütün şiddetiyle dünya sokaklarında ve sınır boylarında hüküm sürdüğü, sığınmacıların politik rant aracı ve ucuz işgücü olarak istismar edildiği bir dönemde durumu daha 1965’te kısacık bir cümleyle ortaya koymuş Max Frisch:
“Man hat Arbeitskräfte gerufen, es kommen Menschen.”
Türkçesi: “İşgücü çağırdılar, insanlar geldi.”
Bu söz bir yandan da bizim toplumumuza, milyonlarca yurttaşının ekonomik şartların zorlamasıyla 60’lı yıllardan bu yana ucuz işgücü olarak Avrupa ülkelerine göç ettiğini ve bugün sığınmacıların Türkiye’de maruz kaldığı ırkçılığın, ayrımcılığın, sömürünün farklı türleriyle bu ülkenin vatandaşlarının da oralarda onlarca yıl karşılaştığını, gittikleri yerlerde insan olduklarını kabul ettirmek için ayrıca bir mücadele verdiklerini hatırlatmalı.
Fizikçilere minnet ve saygıyla
Geçen hafta Samanyolu galaksisinin merkezindeki kara deliğin ilk görüntüsü yayımlandı. Evrenin oluşumuna ve işleyişine dair bilgi ve kanıtların art arda elde edilişini takip etmek müthiş heyecan verici oluyor.
Çağlar boyunca evreni keşfetmek ve anlamak için uğraşan fizikçilere her zaman minnet duydum, duyarım. Her keşif, her bilgi, her kanıt bir sonraki adımı getiriyor, mümkün kılıyor.
163 yıl önce bugün doğan Fransız fizikçi Pierre Curie, fizik bilimine yaptığı birçok başka katkının yanı sıra, kimyager hayat arkadaşı Marie Curie ile birlikte radyum elementini keşfetti. Ardından Henri Becquerel tarafından keşfedilen radyoaktivite fenomenleri üzerine yine hayat arkadaşıyla çok önemli çalışmalar yaptı. Curie çifti 1903 yılı Nobel Fizik Ödülü’nü Becquerel ile paylaşmıştır.
15 Mayıs tarihi bu üç öncü, mücadeleci biliminsanını minnet ve saygıyla hatırlamak için vesile olsun.
Haftanın müziği: Lara Downes Carlos Simon bestesi ‘Warmth from Other Sun’
Lara Downes, ABD’nin önde gelen piyanistlerinden kabul ediliyor. Lara Downes, aynı zamanda bir müzikal-politik aktivist. Yarı siyah olan Downes, klasik müzik alanında çok az siyah bestecinin tanındığını, çoğunun unutturulduğunu söylüyor. Genç piyanist, bir süre önce bir proje başlattı. Her ay ‘Migration’ adıyla sıra numaralı olarak çıkardığı bir EP’de siyah bestecilerin klasik müzik yapıtlarına yer veriyor. Bu haftanın müziği yeni bir hayat kurmak için Amerika’ya gelen siyah göçmenlerin hikâyesini anlatan, Carlos Simon bestesi ‘Warmth from Other Sun’.