Aynalı Pasaj... Kavramlar ve kapitalizmin yıkanma iştahı…
Kapitalist şirketlerin avangard, radikal, politik sanatı iç etme (içselleştirme diyemeyeceğim) yol ve yöntemleri çok. Sponsorluk kurumu bunlardan en yaygını. Çevre kirliliği, sanayi atıkları ve elbette iklim krizi (ısınması) gibi hayati sorunlarda kılını kıpırdatmayan kapitalist işletmelerin pek rağbet ettiği sosyal-eleştirel konu başlıklı bienaller, bu kazan kazan ilişkiye iyi bir örnektir.
Kavramlar, maddeyi, dünyayı, evreni, toplumu ve hayatı anlama ve kavrama eylemi sırasında üretilir ve bir kere üretildikten ve isme dönüştükten sonra bu anlama eylemini, bu süreci her kullanımında yineler, reprezante eder. Süreç, kavramın içinde korunmuş, eylem kavramın içinde konserve edilmiştir. Kavramın üretilmesi, kavrama eyleminin adlandırılmasıdır. Bir kavramı kullanmak, bir anlama, kavrama eyleminin hem süreci hem adıdır. Kavram hem bir eylem süreci, hem de bir eylemin adıdır. Kavram, kavranılışınıadlandırdığı şeyin nasıl kavranıldığını da tarif eder. Bu arada şunu da fark ettim ki, Türkçe kavram sözcüğünün üretildiği kavramak fiil-mastarı da, kavramın Almanca’daki karşılığı begriff sözcüğünün üretildiği begreifen fiil-mastarı gibi imgesel olarak yine uzanıp elle sıkıca tutmaya, yani elle kavramaya gönderme yapmaktadır. Bu yazıda kastettiğim kavramak ise, bu eylemin zihinle, zihinde gerçekleşmesidir. Ve bu, kavramda resmedilmektedir. Her defasında…
Yeni kavramlar üretmek, yeni kavramları kullanmak zihni açar, düşünmeyi hızlandırır. Kavramlarını yitirmiş siyasetten, kavramsız bir siyaset pratiğinden toplumlar için fazla bir şey beklenmemelidir. Kavramlar üretmeyen, kavramlarla beslenmeyen siyasetin felsefeyle de bilimle de bağları kopar. Her yeni siyasi ve toplumsal sorun yeni kavramlar gerektirir, yeni kavramlar üreten, yeni kavramları kullanan siyasi programlar sorunların çözümüne erken ulaşır. Kavramlar, siyaseti tazeler, toplum ve dünyanın gerçek sorunlarına olan ilgisini ortaya koyar.
Son yıllarda kapitalizm karşıtı hareketler, özellikle de sol ekolojist hareket, her hareketlilik döneminde yeni kavramlar üretiyor. Her ne kadar kapitalist ideologlar ve propagandistler (reklamcılar) bu kavramların bazılarını istismar etmeye teşebbüs etse de çoğu güçlü ve parlak akılcılığıyla kalıcı oluyor.
Kapitalizm, bütün doğayı kirletiyor, kiri pasıyla, üretim dışkısıyla bütün canlılığı ölüme sürüklüyor ama kendisi yıkanmaya doyamıyor. Amacı elbette ürettiği pislikten, atıktan kamu sağlığını korumak değil, kendisini kamunun sağlıklı, tertemiz protesto ve direnişinden korumak. Yeşil yıkama kavramından bu köşede sıkça bahsettim. Kapitalizm kendisini yeşil yıkadığı gibi, bir de sanat (sanatla) yıkıyor epeydir. Sanat yıkama, kapitalizmin riyakârlığını ortaya sermek için üretilmiş yeni bir kavram…
Bu hafta, kapitalizmin bu sanat yıkama teşebbüslerine dair güncel bir örnek vereceğim. Sanatçılar, daha doğrusu büyük şirketlerle ve markalarla iş tutan sanatçılar bu ilişkilerinde çok dikkatli olmalıdır. Eğer sanatçı bağımsızlığı, kültürel değer, toplumsal yarar gibi dertleri varsa…
Festivallerde toksik sponsorluğa hayır…
Salzburger Festspiele, dünyanın en önemli müzik, opera ve tiyatro festivallerinden biri. Her yaz Avusturya’nın Salzburg şehrine dünyanın en önemli sanatçılarını ve on binlerce sanatseveri çekiyor. Klasik eserlerden modern sanatın en avangard yapıtlarına kadar geniş bir yelpazeden oluşturulan konser ve temsil etkinliklerinde dallarının en iyileri sahneye çıkıyor. 92 yıllık köklü bir festival olan Salzburger Festspiele’nin başlangıcındaki kurucu isimler, roman ve oyun yazarı Hugo von Hofmannsthal, tiyatro ve film yönetmeni Max Reinhardt, besteci Richard Strauss olmuşlardır.
Festival, zaman içinde Avusturya kültür hayatında o kadar önemli bir yere konumlanmış ki, kamuoyu festivalin prestiji ve sanatsal bağımsızlığının üzerine titriyor. Gerek devlet kurumları gerekse ticari kuruluşlar, festivale bütçelerinden büyük bir pay ayırırken, festival yönetimi de bunun bir bağımlılığa dönüşmesini engellemek için son derece titiz davranıyor. Böyle olunca de, çok sayıda muhalif, eleştirel, radikal, avangard tiyatro yapıtı ve müzikal gösteri dünya prömiyerini Salzburger Festspiele’de yapabilmek için yarışıyor.
Yine de devlet kurumlarının içeriğe müdahale iştahı, ticari kuruluşların ise verdikleri para üzerinden vazife çıkarıp programı denetlemeye kalkışması, zaman zaman festival öncesinde büyük tartışmalara yol açıyor.
Bu dünyanın birçok festivalinde olagelen bir durumdur gerçi.
Zaman zaman festival katılımcılarından bazılarının, bir ya da birkaç sponsoru protesto edip etkinliklerden çekildiği olur dünyanın her yerinde. (Bildiğim kadarıyla bu Türkiye’de pek sık olan bir şey değil ama.)
Önemli olan böyle durumlarda bu yüksek bütçeli festivallerin yönetiminde olan kişi ve kurumların sanatçıların mı, sponsorların mı yanında yer aldığı, alacağıdır.
Yarın (18 Temmuz) başlayıp 31 Ağustos’a kadar devam edecek olan bu yılki Salzburger Festspiele öncesinde, festivalin en büyük üç sponsorundan biri olan Solway adlı İsviçre firması ile sponsorluk anlaşması festival yönetiminin talebi üzerine karşılıklı feshedildi. Ve fesih hemen yürürlüğe konuldu.
Festival yönetiminin Solway Investment’ın sponsorluğuna son vermek istemesinin sebebi, şirketin Guatemala, La Féniz’deki nikel madeni ocaklarında doğaya verdiği zarar, Guatemala’da yaptığı yolsuzluklar ve muhalif gazeteciler ile aktivistleri korkutma ve peşine düşme girişimleri…
Festivale katılan çok sayıda sanatçı, Solway’inki gibi toksik sponsorlukların karşısında olduklarını açıkladı ve gelişmeyi sevinçle karşıladı.
Avusturya Sanat, Kültür, Spor Bakanlığı da temiz sponsorluk için ilkeler saptama çalışmalarını başlattığını açıkladı.
Umarım, birçok başka festivalde de katılımcılar sponsor şirketleri böyle mercek altına alır ve toksik sponsorlukları engellerken, programlarının kültürel katkılarının yanı sıra, toksik kapitalist sistemin maskesini indirerek toplumsal hayata böyle de bir sivil fayda sağlar.
Toksik sponsorluk ve burjuvazinin ağzına düşen sanat…
Toksik sponsorluk kavramını çok tuttum. Aslında kapitalizmin tüm doğayla, canlılıkla ve toplumla kurduğu ilişki fiziki ve ideolojik olarak toksiktir. Kapitalizm, toksik bir iktisadi, siyasi, ideolojik sistemdir. Şimdi hazır bu toksik sponsorluk kavramını gündeme getirmişken, Aralık 2019’da T24’te yayımlanan Burjuvazinin Ağzına Koşan Sanat başlıklı yazımdan (başlığı da ağzına düşen diye değiştirerek) birkaç alıntı yapmak istiyorum burada. Şöyle ki:
Sosyal antropolog Edmund Leach'i 1980'lerin ilk yarısında tanıdım ve özellikle Kultur und Kommunikation (Kültür ve İletişim) adlı kitabındaki ve bazı başka yazılarındaki tezlerini yuttum. Bugün de hâlâ sanat, toplum, iktidar alanları arasında bağlantılar kurarken bu tezlerin sağlamasını da yaparım bir yandan da. (O dönem genel olarak yapısalcılıkla tanıştığım ve bu konuda elime geçen her şeyi okuduğum bir dönemdi.) Mimari ve mimarinin sosyal ve siyasal ilintileri üzerine de çokça yazan Edmund Leach'in bana en çarpıcı gelen tezleri, sanat ve kültür objelerinin (ürün) sergilendikleri mekânlar ve mekân düzenlemeleri ile ilişki ve etkileşim içine girdiklerinde uğradıkları estetik ve iletişimsel değişim ve kayıp üzerine olanlardır.
Leach, egemen sınıfın ve iktidarın görkemini ve gücünü çağrıştıran mekân düzenlemeleri olan müze binaları ile buralarda sergilenen klasik tablolardan etnik objelere kadar birçok estetik ürünün karşılıklı etkileşiminden yola çıkarak müze ziyaretçisinin algısına ulaşıyor ve burada olan biteni handiyse bir iktidar çözümlemesi olarak ortaya koyuyordu.
İktidar ve sanat ya da iktidarla ilişkilenmiş sanat meselesini tartışırken daha buradan başlamak gerektiğini gösteriyor bize Leach. Öyle olunca da Georg Grosz, Max Beckmann, Otto Dix, Frida Kahlo, Diego Rivera ve daha nicelerinin yapıtlarındaki radikal, avangard ve politik çağrışımları ve iletilerin Louvre, Hermitage, Metropolitan ve benzeri müze yapılarının duvarlarına asıldığında ve elbette sadece bina ile değil, yanı başındaki birçok başka yapıtla da ilişkiye girdiğinde izleyicinin algısına nasıl yansıdığını, neler yitirdiğini, nasıl bir uysallaştırma, boyun eğdirme, evcilleştirme, sterilizasyon geçirdiğini düşünmeden edemiyor insan.
Müze binalarının görkemli, modern sanat galerilerinin snobe, koket mimarileri sanat yapıtının gönderdiği iletideki radikalizmin düştüğü tuzak olabilir kolaylıkla. (…)
(…) Kapitalist şirketlerin avangard, radikal, politik sanatı iç etme (içselleştirme diyemeyeceğim) yol ve yöntemleri çok. Sponsorluk kurumu bunlardan en yaygını. Çevre kirliliği, sanayi atıkları ve elbette iklim krizi (ısınması) gibi hayati sorunlarda kılını kıpırdatmayan kapitalist işletmelerin pek rağbet ettiği sosyal-eleştirel konu başlıklı bienaller, bu kazan kazan ilişkiye iyi bir örnektir.
Önceki çağların mesenlik kurumuna benziyor bu sponsorluk işi. Ancak sanatçının özgürlüğü açısından getirdiği dezavantajlara rağmen mesenlikte hiç olmazsa hami ile sanatçının kişiselliği ve dostluğu da içeren bir ilişki ve iletişimi var. Sponsor firma ise salt parası dolayımı üzerinden sanatçı ve ürünü ile kişisellikten uzak bir kira ya da satış sözleşmesi imzalıyor. Bakkal ile süpermarket arasındaki benzerlikler ve farklar ile karşılaştırılabilir bu durum alıcı ve satıcı açısından.
Müzecilik ya da müze-galericilik her kapitalist şirket ya da holdingin giriştiği, girişeceği bir iş değil. Daha masraflı ama kapitalist işletmenin kurumsal kimliğine getirisi daha fazla olan, daha fiyakalı bir girişim, müzecilik. Sponsorluk bir reklam filmi kadar geçici, bir billboard afişi kadar dayanıksız ve geçici olabiliyorken, müze ve galeri, kalıcılığıyla kapitalist işletmenin kurum kimliğine, patron ailenin şeceresine, soy kütüğüne işleniyor. (Bu masrafların ne kadarı vergiden düşülüyor, bunu araştırmadım.) (…)
Haftanın Müziği
Bütün bir hafta boyunca, yazmak ve köpeğim Yoldaş’ı gezdirmekten geri kalan zamanımı Leonard Bernstein’ın yönettiği konserlerin kayıtlarını izleyerek geçirdim. İzleyerek diyorum, çünkü Bernstein orkestra yönetirken müziğe duyduğu bütün şefkatli arzusunu her hareketinde, her mimik ve jestinde müthiş estetik bir biçimde yeniden üretir, ifade eder. Bunu izlemek çok güzeldir.
Bu haftanın müziği de, Ludwig van Beethoven’den 7.Senfoni A Majör Op.92 : II. Allegretto. Leonard Bernstein yönetiminde New York Filarmoni Orkestrası’nın çaldığı bu 9 dakikalık parçayı dinleyin derim. Daha önce dinlemediyseniz… 2021 yılında İletişim Yayınları’nda yayımlanan Arzunun Serbest Dolaşımı adlı öykü kitabımdaki Ostinato adlı öykümü bu parça üzerine kurdum. Bunu da belirtmek istedim.