Aynı denizde iki kere yıkanırmış!

Kayıp Balık Dori, denizaltı dünyasının renkliliğine espri zamanlamasındaki beceriye de eklediğimizde, haftanın en iyilerinden birisi olarak seyredilmeyi hak ediyor.

Şenay Aydemir sinesenay@gmail.com

Pixar Stüdyoları’nın 90’lı yılların ikinci yarısından itibaren yakaladığı çıkış, animasyon sinemasında yepyeni bir kulvarın açılmasına vesile oldu kuşkusuz. “Oyuncak Hikayesi” (Toy Story , 1995) ile başlayan bu serüven Bir Böceğin Yaşamı (A Bug’s Life, 1998), “Sevimli Canavarlar” (Monsters, Inc, 2001), “İnanılmaz Aile” (The Incredibles, 2004) gibi filmlerle devam etti. Tabii diğer tarafta da aynı dönemde Dreamworks stüdyoları “Karınca Z, 1998”, “Şrek” ve “Kung fu Panda” serisi “Ejderhanı Nasıl Eğitirsin” gibi animasyonlarla Pixar’ın karşısına dikiliyordu.

Pixar, “Arabalar” (Cars, 2006) ve “Wol-İ” (Wall-E, 2008) gibi beğeni kazanan işler yaptıktan sonra 2010’lu yıllardan sonra ‘nefesi kesildi mi’ sorularına muhatap olmuştu. Karakter yaratma ve serüven oluşturmadaki başarı tempoları biraz düşmüş gibi görüyordu. Yakın dönemdeki film planlarına bakınca genellikle garantili yapıtların devam filmleri vardı listede. Film çekerken kılı kırk yaran, karakterlerini özenle yaratan, onları günlük hayatın bir parçası haline getirmeye çalışan stüdyo için bir üretim krizinin başlayıp başlamadığı sorgulanıyordu ki, geçen yıl “Ters Yüz” (Inside Out, 2015) ile çıka geldiler ve bütün bu yorumları ters yüz ettiler.

Hoş bu hafta vizyona giren “Kayıp Balık Dori” de dâhil olmak üzere yakın dönem projelerinin hepsi devam filmleri ama bir yerden orijinal hikaye bulup çıkarmayı başarıyorlar yine de. “Kayıp Balık Dori” stüdyonun daha önceki animasyonlara yaptığı devam filmleri gibi çıtasını korumaya başaran bir yapım her şeyden önce. “Oyuncak Hikayesi” ve “Arabalar”da başardıklarını bir kez daha başarıyorlar. Bütün hikaye şablonu ve ana karakterler aynı olmasına rağmen, gidilen yolu değiştirerek, ustalıkla yarattıkları yeni karakterlerle evreni genişleterek aynı suda ikinci hatta üçüncü kez yıkanmayı başardıkları kesin.

2003 tarihli “Kayıp Balık Nemo”da Marlin, çok sevdiği oğlu Nemo’yu kaybedince kısa dönemli hafıza kaybından mustarip Dori ile birlikte yollara düşüyor, okyanuslar aşıyor ve oğluna kavuşuyordu. Adet olduğu üzere dostluk ve ailenin ne kadar önemli olduğunun kalın çizgilerle vurgulandığı film denizaltı evrenini eğlenceli bir dünya haline getirmeyi başarıyordu. On üç yıl sonra bu kez Dori’nin hikayesiyle baş başayız. Dori’nin çocukluğunu izlediğimiz kısa girişte anne ve babasının onun üzerine nasıl da titrediğini görüyoruz. Ardından zaman hızlı atlamalarla ilerliyor ve Dori’nin Marlin ve Nemo ile yaşadığı ana geliyoruz. Dori, hafızasına düşen anlık anılarla bir anne ve babası olduğunu hatırlıyor ve onları bulmak için yola çıkmaya karar veriyor. Tabii Nemo ve Marlin’de ona eşlik ediyor. Yine okyanus aşılıyor. Ancak bu kez hikayenin geçtiği ana mekân bir Deniz Yaşam Enstitüsü. Haliyle her türden deniz canlısını bulmak mümkün. ‘Radar sistemleri’ çalışmayan bir Belga balinası, miyop bir köpek balığı ve bu tür macera hikayelerinde sevimli ana karakterimizin bulup yapıştığı yabancıları sevmeyen karakter olarak huysuz ahtapot Hank bunlardan bazıları. Ki, Hank karakterinin filmin komedi yükünü epey çektiğini söylememiz gerekiyor.

Kayıp Balık Nemo”yu Lee Unkrich ile birlikte çeken Andrew Stanton “Vol-İ” gibi mükemmel animasyona imza attıktan sonra ‘gerçek dünya’ya geçmeye karar vermiş ve “John Carter: İki Dünya Arasında, 2012” gibi vasat bir işe imza atmıştı. Stüdyonun yapımcı kadrosunda hemen her animasyona emek veren Stanton kendisine yardımcı olarak bu kez Angus MacLane’yi seçmiş. Projenin Stanton’a emanet edilmesinin avantajları var hiç kuşku yok ki. Hikayenin evrenini çok iyi bildiği için seyircinin geçmiş ile bağını kurma ve yeni hikayeye çok hızlı bir geçiş yapma becerisini ustalıkla gösteriyor. Filmin dünya çapında 930 milyon dolar hasılat yapmış olması da bu dönüşün başarısının kanıtı gibi. Ama Amerika’da haziran ayında vizyona giren filmin Türkiye için bu kadar beklemiş olması şaşırtıcı. Çünkü bu tür yapımlar genellikle aynı anda gösterilirler.

Filme dönersek. Yukarıda da ifade edildiği gibi hikayenin şablonu bilindiği için özel bir şey söylemek zor. Ancak, asıl marifet de bu kadar şablon bir öyküyü ince ayrıntılarla renklendirip eğlenceli hale getirebilmekte. “Kayıp Balık Dori” eğlence vaadini tam olarak karşılayan yapımlardan olmuş. Şablon bildik olunca, işin farkını ortaya koyan şeyler ayrıntılar oluyor haliyle. Denizaltı dünyasının renkliliği, Hank’in varlığı. Dori’nin ailesiyle olan ‘özel’ ilişkisinin alttan alta filmin içine sızması gibi ayrıntılar seyircinin ilgisini sürekli olarak diri tutuyor. Buna bir de espri zamanlamasındaki beceriye eklediğimizde, film haftanın en iyilerinden birisi olarak seyredilmeyi hak ediyor.

ORİJİNAL ADI: Finding Dory

YÖNETMEN: Andrew Stanton, Angus MacLane

YAPIM: 2016, ABD

SÜRE: 97 dk.

VİZYON TARİHİ: 02 Eylül 2016

BABANIN DEDİĞİNİ YAP, YAPTIĞINI YAPMA

Haftanın kayda değer bir diğer filmi ise Mel Gibson’un gençlik zamanı aksiyonlarına nazire yaptığı “Kan Bağı”. Türün vazgeçilmezi olduğu üzere sorunlu ve yalnız bir adamla karşı karşıyayız. John Link, alkolizm ve suça bulanmış hayatını geride bırakıp şartlı tahliye ile serbest kaldıktan sonra inzivaya çekilmiştir. Bir barakada yaşayıp dövme yapıyor, gurup terapilerine katılıp beladan uzak durmaya çalışır.

Haliyle karısından ayrılmış, kızını görmesi yasaklanmıştır. Eski karısı zengin bir adamla evlenince kızı da evden kaçmıştır zaten ve bir süredir haber alınamamaktadır. Kızı Lydia’da babanın genetik kodlarının izinden giderek belalı bir adama âşık olmuş, onunla suç dünyasının içine giriş yapmak üzeredir. Bu Freudyen girişten anlayacağımız gibi kızımız aslında hem babasından intikam almaktadır hem de babası gibi bir adamın özlemeni duyar. Lydia’nın belaya bulaşıp babasının aramasıyla Link’in huzurlu hayatının da sonu gelir. Kızını Meksika’nın acımasız bir uyuşturucu tröstünden korumak zorundadır. Eski günlerde olduğu gibi yine eline silahı alır ve kovalamaca başlar.

“Kan Bağı”, Peter Craig’in romanından uyarlama ki kendisini “Hırsızlar Şehri” ve “Açlık Oyunları”nın son iki filmi “Alaycı Kuş”un senaristi olarak da hatırlayabiliriz. Söz senaryodan açılmışken hem Lydia’nın sevgilisinin hem de mafyanın motivasyonunu tam olarak anlayamadığımızı söyleyelim. Ama Link karakterinin özellikleri düşünüldüğünde filmin tam Mel Gibson’un kalemi olduğu kesin. “Baskın” ve “Ölümcül İçgüdü” gibi vasat filmlerden tanıdık Jean-François Richet’in yönettiği filmin yine de bir vasatı yakaladığını söyleyelim. Bunda hiç kuşku yok ki ilerleyen yaşına rağmen Mel Gibson’un espri yeteneğinin, en zor anlarda bile parıldayan gözleri ve yüz mimikleriyle seyirciyi rahatlatan hallerinin payı var.

“Kan Bağı”, sonu başından belli, nereye gideceği ve nasıl bağlanacağı kolay öngörülebilir olmasına rağmen haftanın ‘çıtır çerez seyirlik’leri arasında sıyrılıyor. Bu az bir şey değildir. Bazen sinemanın kapısına gidip eğlenceli bir seyirlik bile bulmak o kadar zor oluyor ki!

ORİJİNAL ADI: Blood Father

YÖNETMEN: Jean-François Richet

OYUNCULAR: Mel Gibson, Erin Moriarty, Diego Luna

YAPIM: 2016, ABD

SÜRE: 88 dk.

VİZYON TARİHİ: 02 Eylül 2016

Tüm yazılarını göster