Televizyon için çalışan herkesin aşina olduğu bir durum vardır. Dizilerle ilgili sosyal medya, özellikle Twitter yorumlarının, gerçekleri, izleyicinin genel eğilimini yansıtmadığı düşünülür. Bir televizyon dizisi Twitter’da çok beğenilip övülüyorsa büyük ihtimalle total izleyici tarafından aynı coşkuyla karşılanmayacaktır. “Halk”tan ayrı telden çalan 200-300 kişinin beğenisidir bu. Yaptığınız diziyi beğenmesinden en mutlu olacağınız kişiler, sosyal çevrenizin büyük bir bölümü ve diziyi yapanlar olarak sizler de o varsayılan “200-300”e dahilsinizdir. Dolayısıyla burada kastedilen aslında şudur: Sizin beğendiğinizi izleyici beğenmez, ya da tam tersi. Yani ya beğendiğinizi yaratmayacaksınız ya da yarattığınızı beğenmeyeceksiniz!
Çok bildik örnek olduğu için televizyon dizilerinden yola çıktım. Ama sadece televizyon gibi aynı zamanda ticari bir alana özgü değil, kültür sanat alanlarının çoğu için de geçerli bir durum bu. Olabildiğince geniş bir kitle tarafından sevileceği, benimseneceği umulan pek çok şey, kendisinin azınlıkta olduğuna ve öyle de kalacağına inanan insanlar tarafından hayal ediliyor, tasarlanıyor, yapılıyor. Bu “kültürel azınlık” hissi, Batı karşısında daima geç kalmışlık endişesi gibi başka faktörlerle birleşerek çoğunlukla ortaya konan ürünlerin yapısına da bir yapaylık, olmamışlık biçiminde sızıyor.
Hayallerle gerçekler arasındaki bu büyük yarılma aşk ilişkilerinden siyasete aslında her şeyde duyuruyor kendini. Doğal olarak hissedilmesi, mesele edilmesi, düşünüldüğü gibi yaşanması gereken her şeye bir ikiyüzlülük filtresi koyan bir “baştanyeniklik” hissi… Düşününce, erkeklerin hâlâ yaygın biçimde âşık oldukları kadını “eğlenilecek” toplum ve aile tarafından onaylananları ise “evlenilecek” kadın olarak kodlamalarından çok farklı bir durum değil mesela.
Bu bakışı aşan, geniş izleyici kitleleri ve aynı zamanda o “200-300” kişi tarafından beğenilen eserlerde ise genellikle durum şu: Yaratıcılarının da beğendiği ve inandığı işler oluyor bunlar. Çünkü bir dizi tasarlamak gibi kurmaca bir faaliyette bile “ben insanları kandıracağım” duygusuyla yola çıkamazsınız. Hissiyatınız buysa bu mutlaka yaptığınıza yansır. İnsanların görüşleri, beğenileri, dünyaya bakışları sizinkinden bambaşka olabilir ama hemen hemen herkeste bu samimiyeti algılayacak filtre de mevcuttur. İnsanları kandıramazsınız. Kurmacanın adaleti de budur. İnsanın kendisinin de inandığı ve beğendiği ürünü ortaya koyması başarı garantisi değildir. Ama başarılı olanlar da yalnızca bunlardır.
Peki bir dizi tasarlanırken bile devreye giren bu samimiyet ve “gerçek dert” ölçütünün, siyasal iletişim stratejileri kurulurken devreden çıkmasını nasıl bekleriz? Ülkenin bu kadar karanlık bir zamanında Twitter’daki o kitlenin öne çıkan 200-300 kişiden ibaret olduğunu düşünmek baştan büyük yanlış değil mi? Ayrıca demokrasinin kucaklayıcılığı, egemene zıt düşen bir tek kişiyi bile dışlamamasıyla ilgili değil midir?
Ekrem İmamoğlu’nun Karadeniz gezisinde muktedir uçaklarının gediklileri, Ertuğrul Özkök, Nagehan Alçı, Akif Beki gibi isimlerle verdiği pozun yarattığı çok anlaşılır rahatsızlık üzerine basın danışmanı Murat Ongun, İsmail Küçükkaya’ya “Kendi aralarında konuşan 200-300 kişi… Twitter’a bakmıyoruz. Nagehan Alçı oralarda çok seviliyor,” şeklinde konuştu. Yukarıda anlattığım bakışın tüm zaaflarını içeren, üstüne de açıktan “biz zaten insanları kandırıyoruz” diyen bu açıklama en başta siyasal iletişim stratejisi olarak yanlış. Ama sırf göründüğü değil, yansıttığı anlayış da çok sorunlu. Ongun eleştiriler üzerine “Ben seçmenleri kastetmiyordum, 200-300 kişi derken kastettiğim medyaydı,” dedi. E tamam, bu da çok fena zaten. Kendi ekmeğinin değil adaletin ve hakikatin peşindeki gazetecilerin çoğu en hafifinden işsizlikle cezalandırılır, yazacak mecra bulamazken, ömrünü ses duyuramayanların sesi olmaya adamış gazeteciler hapislerde çürürken, Gezi davasının yarattığı boğucu adaletsizlik hissinin üzerinden daha bir hafta geçmişken… Bir çeşitlilik yaratıp muktedire yakın bir iki isme de gezide yer vermek bir şeydir, fotoğrafı onlarla kurmaksa bambaşka bir şey… Elini taşın altına koymuş “gerçek” gazetecileri numunelik olarak bile ciddiye almazken Kabataş yalancılarını, her devrin yan koltukçularını “halk seviyor” diye başrole oturttuğunuz resim nasıl bir alternatif hissi, ne tür bir umut yaratabilir ki?
Aslında bilinçli ya da bilinçsiz olarak yapılan biraz da şu oluyor sanırım: İktidarın var olan resmine çok benzer bir resim, el değiştiriyor. Altta yatan manzara değişmeksizin iktidarın el değiştirmesi iması var. Sebep? Amaç muhafazakâr seçmenin suyuna gitmekse, can suyu çekildi çekilecek haldeki kendi seçmeninin, hala kazanılabilecek bir kısım “diğer” seçmenin hisleri ne olacak? Yeri gelince “bir tek kişinin bile oyu mühim” diye tatile gitmemesi istenen seçmenin haklı endişe ve hayal kırıklıklarını azımsamak olacak iş mi? Bir kesimi bu kadar “cepte” sayıp doğrudan karşıtına yönelen bu deyim yerindeyse hoyrat âşık tavrından nasıl bir gelecek çıkacak?
Bu resmin seçmen psikolojisi üzerindeki görünür etkisinin yanı sıra şöyle bir sorunu da var. Muktedirin içine oturduğu fotoğrafı değiştirmeyip o resme sadece kendinizi ekleyerek şunu demiş olursunuz: Biz kendimize inanmıyoruz. Kendimize, kendi gücümüze, bizi desteklemeye hazır, adalete, umuda, gelecek hissine aç insanlara yeterince inanmıyoruz. Onları daima azınlıkta kalacak bir azınlık olarak varsayıyoruz, doğrudan muhafazakâr seçmene yöneliyoruz.
Yanlış kere yanlış, ne diyelim. Siyaset elbette kucaklayıcı olmalıdır ama kucaklanan en başta belirli açılardan ülkenin vicdanı sayılabilecek o 200-300 kişi olmalıdır. Siyaset ortaya konan o resmin temsil ettiklerince feci halde canı yanmış bir tek kişiyi bile dışladığında, zaten kucaklayıcı olmaktan çıkar. Ayrıca kucaklanması ya da kopyalanması gereken bir dünya görüşü değil, farklılıkların bir arada yaşayabileceği, herkesin temel haklarına saygı gösterileceği duygusudur. Bu hissi verir ve kendi sözünüze kendiniz inanırsanız, zaten “o filmi herkes izler”, ya da gelen gelir.
Bu üst üste gaflardan sonra gözler Ekrem İmamoğlu’na çevrildi doğal olarak. İmamoğlu ise maalesef, üstelik de “Denizler”in 50. Yılı için yapılan anma töreninde, talihsiz olmakla açıklanamayacak bir konuşma yaptı. “Vız gelir tırıs gider, hiç umurumda değil” dedi. Beden dilinden kullandığı sözcüklere, bazı Twitter kullanıcılarının (200 300 tayfa) yerinde göndermelerle “gözüm kareli ceket aradı” dediği türden bir konuşmaydı bu. Belki çok beklenmedik değildi, yine de umudun üstüne su döküp hayal kırıklığını arttırma kapasitesi yüksekti.
Burada daha derin analizler yapılabilir, alttaki ortak desenlerden, iktidarın, gücün, daha yaklaşıldığı anda aynı bozulma etkisini yaratmasının ortak nedenlerinden başlayarak… Ama meseleyi en görünür yerinden alalım. Hala düzeltilebilecek bir iletişim sorunu, bir büyük yanlış anlama gibi düşünmeye çalışalım bir an için… Diyelim ki halkın daima ve sadece üstten konuşan, yumruğu masaya vuran, “kendinden” gördüğü o net eril figüre prim verdiği düşünülüyor, iktidara giden yol buradan geçtiği için böyle davranılıyor… Öyleyse o figürün kendisini dönüştürmeden ne tür bir farklı gelecek tahayyülü, umut yaratılabilir? Aynı anlayışı farklı bir bedende görmekte nasıl bir çare var?
Bu açıklamalar üzerine benim gayet de ciddiye aldığım “200-300 tayfa”da gördüğüm resimse şu: Adaletsizliğin, nobranlığın, değer bilmezliğin sert dilinden bıktık usandık. Buralarda kimse “sert adam” falan istemiyor. Kadına, çocuğa, erk sahibi olmayana şiddeti giderek arttıran, ülkeyi bir kesim dışında herkes için yaşanamaz hale getiren, geleceği solduran bu eril tahakküm resmini istemiyoruz. Yakın tarihimizi kendi çıkarlarına tuval yapmış yancıları da o resimde istemiyoruz. Varız, buradayız, hiç de az değiliz. Bu çok açık mesajları görmezden gelmenin şu durumda hiçbir faydası da yok.
“Bize ve kendine inananla yola düşmeye hazırız” diyen insanların öfkesini değil umudunu canlandırmak için hala çok geç olmadığını düşünmek istiyorum. Dönülebilecek yanlışlardan en azından, dönülmesini diliyorum.