Aynı sert tektonik hareketler

Yunanistan’da veya Türkiye’de veya ikisinin arasında bir bölgede deprem meydana gelse bu bizi birbirimize bağlanmış gibi hissettirir: Her iki ülkenin halklarına gerçekten de komşu olduklarını anlatır. Komşuluk salt havalı bir ifadeden ibaret değildir ve hakikaten ortak incinebilirliklere sahibizdir.

Abone ol

Süreyyya Evren

2020’de, önce virüs geldi, tüm absürditesiyle. Koronavirüs bir gündeme sahip bir düşman değil ve tüm dünya halklarını son derece basit temellerde yeniden birleştirdi: Hepimizin aynı türe mensup olduğumuzu vurgulayarak, günün sonunda aşağı yukarı aynı zayıflıklarla hepimizin insan olduğunun altını çizerek ve bu gezegen üzerinde derinden birbirimize bağlı olduğumuzu belirterek. Biz insanlar bu yerküreye dağılmış biyolojik bir şebeke gibiyiz ve öylesine dolaysızca bağlantılıyız ki bu gece ne yiyeceğime karar verdiğimde bu karar bir şekilde sizi etkileyebilir ve bu gece ne yiyeceğiniz konusunda sizin vereceğiniz karar da beni bir şekilde etkileyebilir. Birilerimiz bir şeyler yiyecek akşam yemeğinde ve kim bilir bu tercih yüzünden önümüzdeki ay kim hasta olacak.

Benzer şekilde, ne zaman Yunanistan’da veya Türkiye’de veya ikisinin arasında bir bölgede deprem meydana gelse bu bizi birbirimize bağlanmış gibi hissettirir: Her iki ülkenin halklarına gerçekten de komşu olduklarını anlatır. Komşuluk salt havalı bir ifadeden ibaret değildir ve hakikaten ortak incinebilirliklere sahibizdir. Avrasya, Afrika ve Arap levhalarının aynı kesişimindeyizdir, aynı sert teknotik hareketler bizi vurmaktadır.

Koronavirüs ortak bir biyo(lojik)-kader yaratıyorken, deprem daha çok lokasyona, bir konum-kader’e dayanan bir bağ yaratıyor. Deprem bizi denizler üzerinden bağlıyor, güzelim kadim Ege Denizi üzerinden, toprakla, yüzyıllar yüzyıllar önce, daha insanlar tarih sahnesine çıkmadan hareket etmeye başlamış levhaların hareketleriyle bağlıyor. Ve tüm bunlar uhrevi bir tat veriyor.

Bununla birlikte, işlerin daha uygarlık temelli yüzleri de mevcut. Ölü sayıları arttıkça sınıfsal farklılıklarla, tüm toplumsal ayrıcalıklarla ölüm oranları arasındaki rabıtalardan söz eden daha fazla insan duyar oluyorsunuz. Dünyadaki koronavirüs bağlantılı ölümleri dikkate alınca ve depremlerde kaybettiğimiz tüm insanları düşününce, kimileri acı çekenlerin çoğunlukla yoksullar olduğunu söylüyor, ayrıcalıksızların zaten zarar görmeye daha yakın durduklarını belirtiyorlar. Felaketlerin birleştirdiği yerden ayrıcalıklar ayırıyor. Bu da toplumsal avantajlara dair yenilenmiş bir farkındalık doğuruyor. Koronavirüs gibi kader-temelli olaylarda bile toplumsal tabakaların hayati olduklarını kanıtlayabilmeleri öfke ve bıkkınlık duygularını körüklüyor.

Covid-19 üzerinden tüm insanlıkla bağlar kurmak, veya depremler üzerinden komşularımızla bağlar kurmak modern bireyin sınırlarını gevşetiyor, bireysel hırsları, kariyer savaşlarını, dünyevi başarıyı ve her tür ideolojiyi tırıvırılaştırıyor. Fakat ne zaman birisini Covid-19 veya deprem yüzünden yoksulların ölmeye daha yakın olduğundan şikâyet ederken duysanız bu söylenenin aslında önemli olan iş dünyasıymış anlamına geldiğini düşünmeden edemiyorsunuz.

Öte yandan, felaketlerin acısında saf bir şeyler de hâlâ mevcut. Yunanistan’da 2018’de yaşanan ve Theo Angelopoulos’un arşivini de yok eden yangını duyunca hissettiğim acıyı, yangının yaşamı ve aynı zamanda kalıntıları, geleceği, şimdiyi ve geçmişi nasıl zedelediğini unutamam.

Eşi Phoebe Angelopoulous, kontrol edilemeyen yangında Theo’nun kaleme aldığı şiirlerin de yitirildiğini söylemişti.

Hissettiğim acı, ayrıca bana, sadece uhrevi olanın, sadece pre-modern, bedensel ve maddi olanın ortak kaderimizi oluşturup bizi birleştiren şey olmadığını, fakat aynı zamanda kültürün, bir yangında yitmiş kayıp bir şiirdeki dizelerin de bizi birleştirebildiğini anlatıyor. Asla yayınlanmayacak, ancak gene de dokunabilen ve bağlayabilen şiirlerin hem de.

Bu yazı, "Μας χτυπά η ίδια άγρια “τεκτονική" başlığıyla Ta Nea gazetesinde yayınlanmıştır.