Ayrı tarih aynı coğrafya: Elena’nın İstanbul’u

İstanbul Bulgar cemaatinin önde gelen isimlerinden Elena Kovaçi Uygan ile günümüz İstanbul Bulgar cemaatini, Bakırköy’ü ve Burgazada’yı konuştuk. Elena Kovaçi Uygan, eski Bakırköy evlerini, gazinoları ve Burgazada’da geçen zamanları anlattı.

Abone ol

Elena Kovaçi Uygan, İstanbul Bulgar cemaatinin önde gelen isimlerinden. Atalarının kökeni Selanik’e dayansa da, o doğma büyüme bir İstanbullu. İstanbullu Bulgarlar genelde sütçülük, bahçıvanlık, tohumculuk gibi mesleklerle anılırlar. Kovaçi ailesi de üç kuşaktır tohumculuk mesleğini sürdürüyor. Kışları Şişli’de, yazları Burgazada’da yaşıyorlar. Yakın çevremde “Elena” adında pek çok arkadaşım olduğu için bazen kişiler karışabiliyor. Bu nedenle onu yazları “Burgazlı Elena Hanım”, kışları “Şişlili Elena Hanım” diye anıyoruz. Doğrusu böyle anılmayı da sonuna kadar hak ediyor. Bu röportajı okuyan Burgazadalılar onu hemen tanıyacaktır. Çünkü ünlü “Burgazada Reunion” buluşması biraz da onun sayesinde gerçekleşti. Şişli’deki evleri de adeta bir buluşma noktasıdır. O caddeden geçerken aklıma muhakkak Elena Hanım gelir. Balkondan bir el sallayayım diye ararım. Mümkünü yok, eve davet etmeden bırakmaz. Dumanı üstünde kahveler gelir, vişne likörü kristal kadehlerde… Koyu bir sohbet başlar. Dilerim ki siz de bu söyleşiyi bu duygularla okursunuz. Artık kendinizi “Şişli’de bir apartıman”da mı hayal edersiniz, yoksa önümüz yaz diyerek Burgazada’da denizi gören püfür püfür bir balkona mı kurulursunuz, size kalmış.

Berken Döner, Elena Kovaçi Uygan (ayakta) ve kızkardeşi Sandra Kovaçi Sarıoğlu ile...

İSTANBUL BULGAR CEMAATİ

Osmanlı’nın çok kültürlü yapısı içinde yer alan Bulgarlar, daha iyi bir hayat arayışıyla 19.yy’dan itibaren İstanbul’a göç etmeye başlıyorlar. Bu göç sırasında mesleklerini de yanlarında getiriyorlar. Genellikle bahçıvanlık ve mandıracılık yapıyorlar. Bu nedenle zamanında İstanbul’un pek çok yerinde “Bulgar kahvaltısı” veren sütçü dükkanları bulunurdu. Süt ve süt ürünleriyle meşhur Kumkapı’daki Boris’in Yeri ve Beşiktaş’taki Kaymakçı Pando bunların başında gelir. Pando’nun sahibi Bay Pandelli Shestakof’un dedeleri Osmanlı döneminde Manastır’dan İstanbul’a gelmişler. Mandıracılıkla ilgilendikleri için 1894’te dükkanlarını açmışlar. Başlangıçta adı “Hayat Süthanesi”ymiş, sonra halk arasında Pando diye ünlenmiş. Pando, 119 yıl İstanbullulara hizmet verdikten sonra, maalesef 2014 yılında kapandı. Boris’in Yeri ise Kumkapı’da hizmet vermeye devam ediyor. Kaymaklı, ballı, sütlü, peynirli kahvaltı geleneğini devam ettirmeye çalışıyorlar. Günümüz İstanbul Bulgar cemaati hakkında Elena Kovaçi Uygan önemli bilgiler veriyor: “İstanbul Bulgar cemaatinin tamamına yakını Selanik kökenlidir. Selanik’ten göç edip, İstanbul’a yerleştikten sonra Sultan Abdülaziz’in 1870 yılındaki fermanı ile Şişli’deki Ekzarhaneye (Ekzarh-Patrik’ten bir altta bir makam), Sultan Abdülmecit’in izni ile de 1898’de ibadete açılan Demir Kilise’ye, 1900’lerin başında da Feriköy’deki Mezarlık Kilisesi’ne sahip olup dini vecibeleri için uygun şartları yaratıyorlar. Kumkapı, Ortaköy, Langa, Balat gibi semtlerde okullarımız vardı fakat zamanla muhtelif nedenlerle elimizden çıktı. Son okulumuz Beyoğlu Atlas Sineması’nın arka sokağındaydı.1887 yılında kurulan bu son okulumuzun adı Ekzarh Yosif 1’di ve 1972 yılında kapandı. O da bir şekilde elimizden çıktı. Cemaatimiz eğitimi, dini düşündüğü gibi sağlık konusunu da ihmal etmemiş. Okmeydanı’nda hastalarımız için inşa ettirdiğimiz abidevi “Evlogi Georgiev Hastanesi”, Bulgar cemaatinin bağışlarıyla yaptırıldı. Burası da günümüzde Türkiye Hastanesi’dir. Osmanlı döneminde yaklaşık olarak 66 bin olan nüfusumuz, bugün 500 kişiyi zor bulur. Bulgaristan Bulgarları ile elbette ki farklarımız çok. Tıpkı Türkistan veya Azeri Türkleri ile Türkiye Türkleri gibi. Adetlerimiz, gelenek göreneklerimiz ve en nihayetinde hayata bakış açımız farklı. İstanbul içi bölgesel farklılıklar bile var aramızda. Örneğin Samatya, Aksaray, Kadıköylüler’in Türkçesi mükemmeldir. Samatyalılar ve Aksaraylılar çevrelerinin de etkisi ile çok daha konservatiftirler. Kalabalık cemaatler bir mahallede, bir yörede toplandıklarında oranın adını doğal olarak değiştirirler. Bugün Şişli Abide-i Hürriyet Caddesi’nin kiliseden karakola kadar olan uzantısının “Bulgar Çarşısı” olarak bilindiğini anımsayan çok az kişi vardır. Aksaraylılar ağırlıklı olarak bahçıvan, Kasımpaşalılar çiçek yetiştiricisidirler. Bu farklılıklara rağmen hepsi, istisnasız buradaki yaşama hızla uyum sağlamış; ne yapıp edip, çocuklarını en iyi okullarda okutmuş, başarılı ve topluma yararlı fertler yetiştirmişlerdir.”

Anneanneleri ile birlikte...

BAKIRKÖY’ÜN EVLERİ: ‘AHŞAP, BAHÇELİ VE İKİ KATLIYDI’

Elena Hanım’ın ataları 1915-20 yılları arasında Selanik’ten İstanbul’a göç ederek, Bakırköy’e yerleşiyorlar. Aile büyükleri İstanbul’a yerleştikten sonra Mısır Çarşısı’nda tohumculuk mesleğine başlıyor. O gün temelleri atılan tohumculuk şirketi 73 yıldır kesintisiz olarak sürüyor. Baba Istefan’ın zamanla hatırı sayılır müşterileri oluyor. Onlardan biri bir alışveriş sonrası, “Kızlarınız yabancı dil öğrensin. Ne yapıp edip iyi okullara gönderin” diyor. Istefan Bey, bu sözü öylesine benimsiyor ki, iki kızını da Saint Benoit Kız Orta Okulu’na yazdırıyor. Kızlar Karaköy’deki okula gidip gelirken, Bakırköy’deki aile evinde de kendi halinde bir hayat sürüyor. Elena Hanım, çocukluğunun Bakırköy’üne dair şunları anımsıyor: “Bakırköy Yenimahalle’de tren istasyonunun karşı köşesinde ahşap, iki katlı bir evde kiracıydık. Üst katımızda ev sahibimiz olan yaşlı çift otururdu. Daha sonra bu evi, 6-7 Eylül Olayları’nda hayatımızı kurtaran emekli subaya sattılar. Binanın ortasında, dört beş basamaktan sonra geniş ahşap bir kapı ile bir hole girilirdi. Bazı eski evlerde rastlamışsınızdır, kapının tam karşısındaki holün duvarı ahşap (mahremiyet açısından), rokoko desenli buzlu camlı bir camekanı olur. Bu camekan üst kata çıkan merdivenleri gizlemek için yapılmıştır. Bizim katımız müstakildi. Üç odamız vardı. Dört kişilik bir aileydik. Ancak ahbaplarımızın İstanbul’a göç eden oğlunu, işini kurup evlenene kadar bir iki yıl evimizde konuk etmiştik. O çocuk sonraları Bahçekapı’daki “Robinson” şemsiyelerinin kurucusu oldu. Dedelerimizin yine Bakırköy içinde kendi evleri vardı. Ev soba ile ısıtılıyordu. Ev sahibimiz zamanla evin bahçe kısmını satmaya karar vermişti. Babama, ‘Senin almanı isterim’ demişler. Babam da ‘Şu an müsait değilim’ demiş. Bir süre sonra ev sahibi dükkana gelmiş. Babamdan nüfus kağıdını istemiş. ‘Herhalde kontratı yenileyecek’ diye sormadan vermiş babam. Ev sahibimiz döndüğünde elinde bahçenin tapusu varmış. Tapuyu babama uzatmış, ‘Paran olduğunda ödersin’ demiş. Böylelikle bahçenin sahibi olmuşuz. İnsanın, hele bugünkü insanın havsalasının almayacağı bir şey bu!”

1950’LERDE BAKIRKÖY: ‘BİR RÜYAYI YAŞAMIŞIZ’

1950’lerde İstanbul nüfusu 1,5 milyon, Bakırköy ise 10-15 bin nüfuslu bir yermiş. Bahçeler içinde, en fazla üç katlı ahşap evlerle donanmış, asude bir İstanbul semtiymiş. 50’lerin Bakırköy’ü için ‘bir rüyaydı’ diyor Elena Hanım: “1950’lerin Bakırköy’ünde biz bir rüyayı yaşamışız. O zaman da kıymetini bilirdik, şimdi de özlemle hatırlıyoruz. Okula başladığım yıl İstanbul Caddesi’ne taşındık. Bakırköy, Yeşilköy seçkin kıyı köyleri, yani yazlığa gidilen köylerdi. Bakırköy çok sayıda sanatçı yetiştirmesi ile ünlüydü. Kenan Pars’ın (Kirkor Cezveciyan) köşeden çıktığını, Münir Özkul’un evine girdiğini; Göksel Arsoy’un dayısı Yesari Asım Ersoy’a ziyarete geldiğini görürdük. Yesari Asım Bey’in evi, bizim evin arkasındaydı. Pek muhterem bir kişilikti. Bakıköy’ün insanları seçkin, evleri ahşaptı. Komşuluk, kapı önlerine sandalye çekip oturmak, biz çocuklar için sokakta oynamak olağandı. Altı-yedi yaşında ana cadde olan İstanbul Caddesi’nde yaşamamıza rağmen, yakartop oynarken yarım saatte bir ancak bir araba geçerdi. Fakat Bakırköy sadece ünlü isimlerle hatırlanacak bir yer değildir. Bu Bakırköy’ün kendi yağıyla kavrulan, munis, dünya iyisi, vakur insanlarına haksızlık olur. Bu güzel komşularımızın çoğunluğu Ermeni ve Rum ailelerdi. Örneğin iğnecimiz Madam Nıvart, karı-koca beraber çalışan bakkalımız, kuru temizlemecimiz Biberoğlu, Ermeni’ydi. Ciğercimiz Andriko ve fırıncımız Pikuni, Rum’du. Ünlü Bakırköy Gür Meze Evi’nin sahibi, babamın ahbabıydı, Yugoslav göçmeniydi. Pazar günleri klasikleşen misafir soframızda muhakkak Gür Meze Evi’nden alınan mezeler olurdu.

Kovaçi Ailesi...Istefan Kovaçi,Evangelia Kovaçi,Sandra ve Elena

Yenimahalle girişinde pazar kurulurdu. Anneannemle giderdik. Bulgarlar kapya biberini çok kullanır. O yıllarda insanlar kapya biberi pek bilmezdi. Anneannem turşu için, içine peynir doldurup kızartmak için, közleyip salata yapmak için kilolarca alırken, pazarcılar sorardı: ‘Ne yapacaksın madam onca biberi?’ Hem Zeytinburnu’ndan Köy’e girerken, hem de istasyonun öte tarafında bostanlar vardı. Domateslerimizi dalından koparırdık. Ataköy Plajı, çok lüks bir Emlak Kredi Bankası yatırımı olarak yapıldığında ilk gençliğimi yaşıyordum. Trenle Florya Güneş Plajı’na giderdik. Artık bizim de plajımız olmuştu. Tarık Akan bu plajda çalışır, kabin gösterirdi. O yıllarda da yakışıklığı ile çok dikkat çekerdi. Bakırköylü genç kızlar onu çok beğenirdi. Şişli’nin ilk kadın belediye başkanının babası ünlü “İlyas” lokanta zincirinin kurucusuydu. Bakırköylü’nün fast food ile tanışması da bu sayede oldu. Bakırköylü gençler, Ataköy Plajı’nda güneşlenirken “İlyas Burger” lerden yiyor, bu sayede o ana dek bilinmeyen ketçapla tanışıyordu. Kaygısız, dingin bir halde zamanın sarkacında salındığımız masal yıllardı.

Bakırköy’de bostanlar apartmanlara yem olduktan sonra artık Rum ve Ermeni mezarlıklarının olduğu sokağa taşınan pazar hariç, alışveriş için sadece Bakırköy Çarşısı kalmıştı. İstasyondan aşağı, İstanbul Caddesi’ne çıkana kadar sağlı sollu dükkanlar vardı. Balıkçı, ciğerci, kasap, mezeci oradaydı. Bakırköy’ün dört sinemasından en moderni pasajın içindeki “Tınaztepe” sineması, tek fotoğrafçımız, Pikuniler’in fırını da oradaydı. Pikuniler ilerleyen yıllarda ailece Atina’ya yerleştiler. Sonraları fırının olduğu yerde “Ocak Pastanesi” açıldı.

BAKIRKÖY EĞLENCELERİ

Boğaziçi’nden “Ta Mavra Matya Su”, Adalar’dan “Frangosiyriani”, Modalar’dan “Eğo Agapao Mia” namelerinin yükseldiği yıllarmış. “Aile büyüklerimin Bakırköy’e yerleştiği ilk yıllarda sahilde gazinolar varmış. Ben bu gazinoların son demlerine yetiştim. İlk hatırladığım gazino, Ömer Bey’in Gazinosu. Diğeri de Viyana Gazinosu. Viyana Gazinosu’nun adı bugün bir restoranda yaşatılmaya devam ediyor. Tabii gazino başka şey, restoran başka şey. Bu iki gazino da denize sıfırdı. Hatta Ömer Bey’in gazinosu denize doğru, kazıkların üzerindeydi. Bir de Sakız Ağacı Mahallesi’nde Miltiyadi adlı bir Rum’a ait Miltiyadi Gazinosu -ki, anneannem derdi ki Münir Nurettin orada şarkı söylerken İncirli’ye kadar sesi duyulurmuş- çok meşhurdu. Benim genç kızlığımda burası ahşap sandalyeli, toprak zeminli bir çay bahçesi olmuştu. Miltiyadi (Zümrüt) Çay Bahçesi olarak bilinirdi.  Bugün artık apartmanlar arasında minicik bir toprak parçası…

Eğlence için bizimkiler Yeşilköy’de Röne Park’a giderlerdi. Bakırköy içinde eğlence yeri pek yoktu. Bunun için Boğaz’a gidilirdi. Bir de Rum cemaati, Bulgar cemaati yılbaşı, okul, çayı, kuruluş balosu vs. tertiplerdi. Dernek salonlarında eğlenirdik. Plaklar çalınır, dans edilirdi. Yenimahalle’de bugün cami olan tepede, yazları Semiha Yankı’nın ailesine ait “Telgezer Cambazhanesi” kurulurdu. Telgezer’de Özcan Tekgül dans ederdi. Çok ilgi toplardı.

GAZİNOLAR, TAVERNALAR…

Esas eğlence İstanbul’daydı. Sıraselviler’deki bir mekanda Özdemir Erdoğan söylerdi. Onu dinlemeye gitmek çok modaydı. Pangaltı Mandra Taverna’da Henny-Vasilaki çifti, Büyükdere Beyaz Park’ta Çalıkuşları (iki kız kardeş), onun yanındaki Küçük Çiftlik’te de Gönül Yazar, Mediha Demirkıran, Zeki Müren çıkardı. Akıntıburnu Azderoğlu’nda Aleks Morduvan, Neşe Taverna’da Rula ve Panço ikilisi meşhurdu. Neşe Taverna’nın müşterileri oldukça entelektüel insanlardı. Mikis Teodarakis’ten, Aziz Nesin’e geniş bir müşteri yelpazesi vardı. Neşe’nin sahibi kadın olduğu için de ayrıca desteklerdik. Biz Madam Katerina Dıvarcı’yla hep gurur duyduk. O yılların eğlence hayatında Hayko da çok önemli bir figürdü. Fakat o çok sonraya rastlıyor. Anılarımdaki çerçeveye ben evlendikten sonra giriyor. Bu isimler arasında en meşhurunun sona sakladım; Yorgos Vaporidis! ‘Tavernalar Kralı’ diye anılırdı. Anneannesinin Balıklı Rum Hastanesi’nin 57 senelik başhemşiresi olduğunu bilirdik. Kendisi de şu an Balıklı Hastanesi’nde yaşıyor. Yorgos Vaporidis, 45 yıl Rum taverna müziğiyle İstanbulluları eğlendirdi. Kendisinin gönlü rahat olsun ki İstanbulluların en güzel hatıralarındadır. Vaporidis, Şişli’de Paşam Taverna’yı işletirdi. Maksim’de, Taşlık’ta da söylerdi. “Mandubala” yı ondan dinleyenler has İstanbullu sayılmalı bana göre.

Hilton beş çaylarında, babam otelin peyzajcısıyla bahçelerde ekili çiçek tohumlarımızın performansını görüşürken, biz de kız kardeşim Sandra ile oturup Ayten Alpman’ı İlham Gencer eşliğinde, Rüçhan Çamay’ı, Durul Gence orkestrasını, İsmet Sıral orkestrasını seyrederdik. Son olarak Taksim Gazinosu’nda (Gezi Parkı içinde) çıkan şarkıcıları anmam gerekir. Sonraları orası Belediye’ye ait bir salon olarak işletildi ki, kız kardeşim Sandra’nın nişanı orada oldu. Buranın programında Roberto Lorano orkestrası, Operacı Müveddet–Ali Günbay çifti, Latin dansları ve müziği yapan Adela, Orhan Boran gibi sanatçılar vardı. Ne kadro! Bunu bu müessese kaldırabildiğine göre, anlayın ne kadar cüz’i paralara çalıştıklarını.”

MISIR ÇARŞISI: ‘BABA OCAĞI’

Elena Hanım’ın, özenle vurguladığı bir konu var. Bu tarz bir eğlence biçiminin İstanbullu için son derece sıradan, rutin bir olay olduğunu hatırlatıyor. Hayatın şimdiki kadar pahalı, politik atmosferin bugünkü kadar kötü olmadığının, insanlarda yaşama sevincinin olduğunu özenle vurguluyor. “Üstelik biz orta halli bir aileydik.” diyor. “Babam Mısır Çarşısı ve civarı esnaflar içinde söz sahibi, çok sevilen bir insandı. Ara sıra onu ziyarete dükkana giderdik. Bir bakardık ki Ediz Hun orada. Bir başka gün Hulusi Kentmen gelmiş dükkana, koyu bir sohbetin orta yerindeler. Ara sıra ressam Münif Fehim de uğrardı. Pandeli kapı komşusuydu zaten. Beyoğlu Markiz Pastanesi’nin sahibi Avedis Ohanyan Çakır da babamın dükkanının müdavimlerindendi. Bay Avedis’in yazlık köşkünün bahçe işleri ile babam ilgilenirdi. Bir gün biz de ailece bu yazlık köşkte misafir olduk. O gün bize Markiz’in meşhur limonatasından ikram etmişlerdi. Annem ne yapıp edip aldı bu limonata tarifini. Bugün hala o tarife göre limonata yapıyoruz. Bir gün yine babamı ziyaret etmiştim. Daha önce hiç görmediğim bir bey ile karşılaştım. Davudi bir sesi vardı, espriler yapıyor, milleti gülmekten kırıp geçiriyor… Kim bu bey diye merak ederken öğrendim. Yaşar Kemal’miş! Ondan sonra her rastladığımda büyük keyifle dinledim onu. Yeşilçam’dan muhtelif sanatçılar da baharat almaya gelirlerdi. Sezer Güvenirgil anımsadıklarımdan. Babamın tohum dükkanı böyle bir yerdi. Kız kardeşim ve ben babamızın dönüşünü heyecanla beklerdik. Babamın ta Bakırköy’e trenle, oradan da eve yaklaşık 500 m. yürüyerek kim bilir kaç kg. gelen fileleri taşıdığını hatırlıyorum. Pencerede onu beklerken, köşeyi dönerken ki görüntüsü hala gözümün önünde!”

ŞİŞLİ’DE BİR APARTIMAN...

Kovaçi Ailesi, …. yıllarının başında Bakırköy’den taşınır. Önce küçük kızları Sandra evlenip, Cihangir’e yerleşir. Ardından Elena Hanım evlenir, Şişli’ye taşınır. İlerleyen yıllarda tüm aile ‘Şişli’de bir apartıman’da buluşurlar. Şişli ile Bakırköy’ün birbirinden çok farklı olduğunu şöyle anlatıyor Elena Hanım; “Şehrin dışına çıktıkça, az buçuk bir taşra havası illa ki oluyor. Pazardan pırasa alıyorum bir gün, pırasa fiyatı üç misli artmış! ‘Ne oluyor yahu?’ diyecek oldum, “Eeeee bayram abla!” dedi bana pazarcı! ‘Ne bayramı yahu?’ dedim. Meğer Musevilerin “hamursuz bayramı”ymış. Özel bir mutfağı olan bu bayramda ağırlıklı kullanılan pırasa olduğundan, esnaf uyanık davranmış ve fiyatları arttırmış. Bu çevrede çoktu Museviler. Anlayacağınız burada daha kozmopolit bir yaşamı öğrendik. Onların sözcükleri, konuşma şekillerine aşina olduk. Birlikte yaşamanın verdiği, farklılıkları tanımak, öğrenmek çok kıymetlidir gerçek bir “insan” için. Bakırköy’de Noel ağacı görünen pencereler, Yunan-Türk gerginliği yaşandığı yıllarda taşlanırdı. Bu nedenle Noel ağacımızı küçük boy seçerdik ve camlardan uzak kurardık. Burada insanlar daha alışık, daha medeniydi sanki. Merkeziydi, şıktı, nezihti… Babam bile çabuk alıştı yeniliklere. Uzun yıllardır başkanı olduğu cemaatin ve kilisenin yakınında olmak onu ayrıca mutlu etmişti. Oysa ki Bakırköy’e çok düşkündü. Taşınma söz konusu olunca “Bana bir yatak bırakın burada, nereye isterseniz gidin” demişti. Süreç içinde benim ailem, kız kardeşimin ailesi ve anne-babam aynı apartmanın dairelerinde toplanmayı başardık. Bu apartmanın sahibi Beyoğlu’ndaki meşhur Goya ayakkabılarının sahibiydi. Onnik Bey de eski Bakırköylü çıkınca güzel bir tesadüf oldu. İşlerimiz yolunda gitti.”

Burgazada

ADA’DA ZAMAN: ‘BURGAZ BİZİM CENNETİMİZDİR’

Edip Cansever boşuna, “İnsan yaşadığı yere benzer” dememiş. Elena hanım da Burgazada’nın havası kadar ferah ve neşeli. Boşuna mı yazları “Burgazlı Elena Hanım” olarak anıyorum! Söz Burgazada’ya gelince, önce biraz soluklanmak istiyor, ardından birer kahve daha içiyoruz. “Kolay mı Burgaz’ı anlatmak?” diyor ve bizi Burgazada’da bir gezintiye çıkarıyor: “Evliya Çelebi, Burgazada için “Rumluk”tur der. Doğrudur. Mavrokordato, Dimitrakopulo, Kevencioğlu, Hıdıroğlu gibi varlıklı Rum tüccarlarının gösterişli köşkleri buradadır. Ayios İoannis Kilisesi’nin karşısında, Çayır Aralığı Sokak, numara on beşte büyük yazarımız Sait Faik Abasıyanık’ın köşkü vardır. Bu köşk, 1930’lu yıllarda Fenerli Doktor Aleksandros Spanudis’den satın alındı. Köşk, yazarın annesi Makbule hanımın vefatından sonra müze haline getirildi. Bizim aile kız kardeşim Sandra evlendikten sonra yazları Burgazada’ya gider olmuştu. Damadımız Argiri Sarıoğlu, doğma büyüme Burgazadalı’ydı. Bu nedenle yazları Burgaz’sız olamazlardı. Mayıs ayı artık Ada’ya çıkma zamanıydı. Çocuklar küçüktü, okul derdimiz yoktu. Ada’ya erken çıkar, Cumhuriyet Bayramı’nı yapmadan inmezdik. Erkenden ortalık hareketlenirdi. İşe gidenler vapura koşarken ev hanımları balıkçıları beklerdi taze balık için. Burgazlı kadınlar kocalarını İstanbul’a yolcu ettikten sonra evin düzeniyle ilgilenirdi. İş yapmakta zorlanınca çocuğa, ‘Oğlum, kızım…. Komşu Kiria Olga'ya git, sana bir alikobeni versin’ derdi. Çocuk küçük, nereden bilsin, giderdi: -‘Kiria Olga, yayam dedi ki bana bir alikobeni. verecekmişsin.’ ‘-Ne pedi mou, katse ligo.’ (Tamam çocuğum, otur biraz…) Çocuk bekler, yarım saat, bir saat, bir buçuk… ...arada: -‘E ade kiria Olga!.’ (E hadi Bayan Olga!)  –‘Ne pedi mu!.’ (Evet çocuğum) ... Zaman geçer, en nihayet Madam Olga elinde rastgele bir şeyle gelir. Çocuk nereden bilsin ki bu Burgazlı kadınlar arasında gizli bir mesajlaşma: Alikobeni yani; ‘alıkoy beni!’ anlamına geliyor.

Ben Burgaz’da hürriyetime kavuştum. Güvendeydik ya! Babam hafta sonları gelir giderdi. Annem Evangelia, Burgaz’da çok mutlu olurdu. Çocuklar sokakta doğa ile iç içe büyürdü. Çok renkli bir yaşamdı. Sevenleri için Ada bağımlılıktır. Herkes birbirini tanır, her şeyini paylaşır. Fazla balık tuttukları bir ikindide sahile mangal kuran kocalarımız ve arkadaşları kendiliğinden bir ziyafet tertiplemişlerdi. Biri kömürü getirdi, biri ekmek aldı, biri balıkları pişirdi, lokantalardan kadehlerle rakılar geldi. Gelen geçen yemek yer, keyif yapardı. Onun içindir ki Ada’dan gitmek zorunda kalanlar, o hayatın hasretini çekiyor. Kapıların gece kapanmadığını ben orada yaşadım. 6/7 Eylül’de çapulcu takımı tekneyle Burgaz’ı basmaya gelmiş. Ada halkı tek yürek karşı durmuştu. Ola ki bir şehirli Adalılar’a sataştı, ola ki çapulcusu, hırsızı, uğursuzu dadandı, gemiye kadar kovalarlardı adamı! İskelenin karşısında Tostçu Dimitro vardı. Pazar günleri tıpkı şimdiki gibi İstanbul’dan gündelik gelen giden çok olurdu. Bu gündelik ziyaretçilerden biri Ada’nın kızlarından birine sarkıntılık etmiş. Hiç unutmam Dimitro o adamı elinde döner bıçağı ile vapura kadar kovalamıştı.  Adanın delikanlıları, mahallenin ağabeyleri vardı. Şimdi kalmadı pek. Dünürlerimiz yaz kış adada yaşardı ve onların zamanında sütü, kaymağı bile kendileri Ada’da yapar, sebze meyveyi yine kendileri yetiştirirmiş. Eski Burgazada evlerinde her evin bir sarnıcı vardı. Daha eski yıllarda İstanbul’dan bir su dağıtım aracı gelirmiş. Burgazlılar sıraya girer, sarnıçlarına su alırlarmış. Çatılarda da yağmur suyu biriktirmek için bir mekânizma varmış. Kalpazankaya yolu çok ıssızmış. Öyle ki elektrik yokmuş. El feneriyle yürüyüş yapılırmış. Her şeye rağmen Burgazada’da müthiş bir dostluk ortam vardır. Burgazlı olmak ayrıcalıktır. Herkes birbirini sever ve son derece saygılıdır. Burgaz’ı düşündüğüm zaman şanslı bir insan olduğumu hissediyorum.”

Burgazada’ya su taşıyan Beykoz gemisi

BURGAZADA REUNION (BİRLEŞME)

Adalılar son vapur gittikten sonra belli olur. Son vapur da kente doğru süzülürken her kim telaşlanıyorsa o gerçek bir Adalı sayılmaz. Bu yönüyle de Elena Hanım, her zaman Burgazadalı olarak anılacak. Çünkü son vapur gittikten sonra, Adalılar Elena Hanım’ın balkonunda toplanır, keyifli bir muhabbet başlar. Böyle akşamlardan birinde, her biri farklı yere dağılan eski Burgazlılar’ın kulakları çınlatılmış. Sonra onları bir araya getirme planı yapılmış. Meşhur Burgazada Reunion fikri böyle doğmuş: “Yunanistan’da yaşayan iki arkadaşın bir Facebook sitesi açıp herkesi çağırması ile bir gecede bin kişi toplanmış, sayı gittikçe artmıştı. Resimler, paylaşımlar, muhabbetler yeniden bir araya gelme fikrini pekiştirdi. Tarih tespit edildi ve Adalar tarihine geçen bir olay oldu. Dünyanın her tarafından gelen eski Adalıları karşılamak için insanlar sahilde birikip gemileri karşıladı. Her gelen gemiyle birlikte gözyaşları sel oldu, insanlar evlerini, bir haftalık program uyarınca kulüpler kapılarını açtı, yemekler yendi, gezildi. Denizlere açılmalar, midye toplamalar nihayet bir sokak partisi düzenlendi. Parti gecesi bastıran yağmura rağmen herkes sahile yanaştırılan bir tekneden yükselen müziklerle dans etti. Bütün Ada ayaktaydı. Ama biz yasaklar ülkesiyiz ya! Gece ikiye kadar aldığımız izine rağmen tam eğlencenin doruğunda, kim, nasıl, ne olduysa saat on ikide memurlar gelip müziğe son verdi. Ne yazık! O kadar uzak yoldan gelen, memleketin has evlatlarına çok mahcup olduk. Bunu unutamam.”

Burgazada

EV BULUŞMALARI: ‘KALDIĞIMIZ YERDEN DEVAM’

Elena Hanım’ın çok emek verdiği Reunion günü yaşanan tatsızlık yepyeni bir buluşmanın doğmasına sebep olmuş. Her sene Noel arefesinde eski Burgazlılar Şişli’deki evde buluşup, hasret gideriyor. Elena Hanım, bu buluşmaları şöyle özetliyor: “Babamın her yıl 27 Aralık’taki isim gününde ev daveti olurdu, onun canına ve ‘evinizin kapısı hep açık olsun’ vasiyetine karşın, biz de evimizi hep açık tuttuk. Yıllar önce Çiçek Pasajı’nda şu sözleri okumuştum:

Kimler Geldi, Neler, Neler İstediler,

Hepsi De Bu Dünyadan Göçüp Gittiler.

Sen Hiç Gitmeyecek Gibisin, Değil Mi?

Yaa, İşte Onlar Da Senin Gibiydiler…

Ben de ardımda hoş bir sada bırakmak isterim.”

Şimdilerde ışıklı, yumuşak renk geçişleri olan sabahlara uyanıyoruz. Tazecik dallara su yürüyor, tomurcuklar patladı bile! İstanbul martısının çığlığını, iyodunun kokusunu, mavisinin tonunu çok özlüyoruz. Baharı yakalayamasak bile bir yaz günü Burgazada’da olduğunuzu düşünün. Elena Hanım sizin için Markiz’in limonatasının tarifini vermeyi de unutmadı. Belli mi olur, Ada’da fıstık çamlarının ardındaki evlerden birinde yapılır, size de ikram edilir. O vakit, Elena Hanım’ı hatırlamayı da unutmayın!

MARKİZ PASTANESİ’NDEN LİMONATA

Olgun sarı limonları iyice yıkadıktan sonra kurulayın ve beyaz kısımları acılık vereceği için sadece kabuk kısımlarını bir kaba rendeleyin. Üzerlerine –örneğin 1 kg. limona- 2 su bardağı toz şeker ekleyerek tahta havanla eze eze dövün. Sonra limonların suyunu ekleyin. Bu karışımı bir gece buzdolabında bekletin. Elinizdeki konsantreyi iyice tülbentten süzün, gerekirse iki defa geçirin. Bulanık kalmasın. Sonra da ağız tadınıza göre, ekşi geliyorsa şeker ekleyin. Afiyet olsun.