Tim Parks bir İngiliz yazar. İtalya’da yaşıyor, çeviri yapıyor, üniversitede bu işin eğitimini veriyor, romanlar ve denemeler yazıyor. Bir yazısında İngiltere’de romancı, Almanya’da popüler romancı, İtalya’da çevirmen Amerika’da ise kitaplar üstüne yazan bir denemeci olarak tanındığından bahsediyor. Bu çok yönlü, çok uluslu, çok kimlikli olma durumu ona geniş bir perspektif kazandırıyor olmalı ki, özellikle kitaplar, yazarlar ve okuma eylemi üstüne denemelerinin tadına doyum olmuyor.
Daha önce ‘Sevgili Mimi’ ve ‘Mimi’nin Hayaleti’ romanlarını severek okumuştum. Kendisi daha çok ‘Europa’ ve ‘Kader’ romanlarıyla bilinir. Geçenlerde onun 2016’da Türkçede yayımlanan ‘Ben Buradan Okuyorum – Kitapların Değişen Dünyası’nı okudum. (Metis Yayınları, Çeviren Roza Hakmen) Kitap, New York Review of Books için kaleme alınmış yazılardan oluşuyor.
Tim Parks’ın edebiyat ve okumak üstüne bu denemeleri gerçekten zihin açıcı. 1954 doğumlu yazar, sofistike Batılı edebiyata ‘bağlı’ bir kuşağın ve entelektüel tercihin mensuplarından. Yani mesela ‘edebiyat’ ve ‘tür romanları’ olarak tanımladığı bazı çok satanları iki ayrı şey olarak kabul ediyor. Ona göre Coetzee ve Moravia yazar; Jo Nesbo ve Henrik Mankel için aynısını söylemek zor. Peter Stamm’ı hayranlıkla okuyor, Jonathan Franzen’ın ise bir Amerikan abartması olduğuna inanıyor… Ama diğer yandan da mesela Kindle ve dijital kitapların edebiyatın yapmaya çalıştığı şeye, saf düşünceye kağıda basılan geleneksel kitaptan daha uygun olduğunu düşünüyor, kağıda karşı e-kitabı destekliyor. İnsanların kötü kitaplardan daha iyilerine doğru tırmanacağına inanmıyor, ama bunun dünyanın en önemli şeyi olmadığını da biliyor. İster yazar, ister okur olarak onun açık sözlü tespitlerinden payımıza düşeni alıyoruz. Hepimizin iki yüzlülüklerini, kültürlü görünmekten, ünlü ve zengin olmaya uzanan tutkularımızı sakin sakin yazıyor. Sonuçta bu özellikleri sayesinde okumayla içli dışlı herkesin başucu kitabı olmayı hak ediyor.
“Günümüzde bir yazar hangi topluluğa aittir? Bu küreselleşme çağında bariz cevabın bütün dünya olduğu düşünülebilir” diye yazıyor. Ama aslında bir yazar, isterse Stephen King olsun önce kendi ülkesinde seviliyor, kendine orada bir yer ediniyor sonra dünya yazarı olabiliyor. Bu süreç de herkes için eşit işlemiyor. Çünkü hangi dilde yazdığınız, dünyanın hangi köşesinden olduğunuz, ne yazdığınız ve nasıl yazdığınız bir dünya yazarı olup olmamanızda etkili olan faktörler. Avrupa dilleriyle içli dışlı bir İngiliz olarak Tim Parks hiç bahsetmiyor ama başka dillere çevrilmek için önce kitabınızın İngilizcesinin olması gerekiyor. Ne de olsa dünyanın bütün yayıncıları önce İngilizce okuyabiliyor; dolayısıyla kitabınızın Arnavutçadan Türkçeye ya da Türkçeden mesela İspanyolcaya çevrilmesi için İngilizceye çevrilmesi bir ön şart gibi… İçeriğin ise Batı dünyasının tercihlerine uygun olması lazım. “Eski sömürgelerden ya da gelişmekte olan ülkelerden birçok yazar da Batı dünyasına hitap etmek istiyorsa artık uzakta kalmış ülkelerinden bahsetmek zorunda kalıyor; başka meseleleri ele almaya çalıştıklarında yayıncıların ilgisi derhal azalıyor” diyor Parks. Dünyaya açılmak isteyen üçüncü dünya yazarının dramı böyle, peki hali hazırda küresel bir isim olmuş yazarlar? Onlar da hitap ettiği okurun neden hoşlanıp neden hoşlanmayacağı bilgisiyle hareket ediyor, kalemi eline aldığında dünyadaki milyonlarca okurunu düşünerek, gözeterek yazıyor. Bu, Nobel almış Ishiguro için de böyle, müzmin Nobel adayı Murakami için de böyle…
Çeviri süreci ise başlı başına bir alem. İngilizce yazan yazarların rahatlığı Anglosakson kültürünün dünyada çok yaygın bilinirliğe sahip olmasından kaynaklanıyor. Bu sayede mesela Jonathan Franzen sadece Amerikan gündelik yaşamının marka ve alışkanlıklarına, hatta diline yer verdiği kalın romanlarıyla bir dünya yazarı olarak kabul görebiliyor. Öte yandan bir İsviçreli olan Peter Stamm romanlarında her yerde herkese hitap eden sıradan insanı anlatıyor; ayrıca hikayenin nerede geçtiğine dair ipucu vermiyor, metni adeta ülkesizleştiriyor… Bu sayede daha yaygın bir yazar olmayı başarıyor… Pek çok yazar, metnini yazarken İngilizceye nasıl çevrileceğini düşünüyor. Yıllar içinde diller İngilizcenin öylesine etkisi altına girmiş ki aslında bunun için o kadar da endişelenmelerine gerek yok. Tim Parks bununla ilgili olarak yaptığı ilginç bir incelemeden söz ediyor. Hugo Claus’un 1960 tarihli De werwonodering (Merak), Per Petterson’un At Çalmaya Gidiyoruz (2003) ve Gerbrand Bakker’in Yukarıda Ses Yok (2006) kitaplarının çevirilerini karşılaştırdığında eski tarihli kitabın çeviri açısından kat kat zor olduğunu fark etmiş. “Çünkü günümüzün yazarları sanki kendi dillerinin içinde bir çeviri yapmışlardı zaten; kendi yerel dillerinin içinde bir ortak dil keşfetmişlerdi” diyor. Bir tür basitleştirmeden söz ediyor Parks. Kaçınılmaz olarak romanı yoksullaştıran bir şey, ama öte yandan ‘iletilebilirlikte müthiş bir kazanım sağlıyor’… “Acaba diye düşündüm, artık bu yerel dil tenlerinin altında iskelet halinde bir ortak dil mi var ve bu temelde İngilizce bir iskelet mi?”
Milano Üniversitesi’nde kendisinin de dahil olduğu bir program günümüz İtalyancası üstünde İngilizcenin etkisini araştırıyor. İngilizce sözcükleri değil bizzat diğer dilin yapısında gerçekleşen bariz değişimin örneklerini bulmakta hiç zorlanmıyorlar… Çünkü artık herkes İngilizce biliyor, öğrenmek zorunda hissediyor kendini. Avrupa’da ikinci dil olarak İngilizce bilenlerin oranı yüzde 38. Bu Hollanda ve İsveç gibi bazı ülkelerde yüzde 90’ı buluyor ve bu ülkelerde pek çok genç, doğrudan İngilizce kitaplar okumayı seviyor, tercih ediyor.
Bütün bunlara rağmen edebiyatı seven ve kollayanlar, başka dillerde neler yazıldığını merak etmeye devam ediyorlar. Çünkü herkes biliyor ki dünyada yazılan kitap sayısı muazzam oranlarda artarken uluslararası edebiyatın cılızlaşmasının sebebi, bu mustarip olduğumuz tek yönlü beslenme…