Ayşe Düzkan: 'Kadınlar evde sömürülüyor'

Düzkan ile feminist edebiyatı konuştuk. Düzkan, Güldünya Yayınevi'ni anlattı.

Abone ol

Güldünya Tören, 1 Mart 2004’te İstanbul’da, ağabeyleri tarafından öldürüldü. Memleketi Bitlis’te tecavüze uğramış, hamile kalmış ve bebeği Umut’u dünyaya getirmişti. Umut’u ölümünden kaçarken doğurmuş, ona hiç başına gelen felaketin bir sonucuymuş gibi bakmamış, çok sevmişti Güldünya. Ama ne hayata ne de Umut’a tutunabildi.

Halbuki ağabeyleri ilk kez onu öldürmeye teşebbüs ettiklerinde kaçmayı başarıp polise sığınmış, yardım istemişti. Polisler de Güldünya’ya ağabeylerinin onu öldürmeyeceklerine dair söz verip ailesine geri teslim etmişlerdi. Güldünya’dan geriye bir gelinlikli bir de kucağında Umut’u taşıdığı iki fotoğraf kaldı. İkisinde de başı dik, bakışları tereddütsüz. Gözlerinde bu dünyaya kötü hiçbir şey yapmamış ama iyi birçok şey yapabilecek bir pırıltı sabit.

Bugün kadincinayetleri.org sitesine girdiğimiz zaman karşımıza çıkan kadın cinayetleri haritasında en büyük leke İstanbul’un üzerinde. Sonra İzmir, sonra Ankara... bu sayı nüfusla mı doğru orantılı yoksa kalabalıklaştıkça cinnetimiz daha mı meşrulaşıyor ya da modernizm adı altında kadınları daha mı kolay harcıyoruz, bilinmez. Bunlar tek bir doğru yanıtı olmayan, bulanık sorular. Peki, esasında emekten doğan 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde biz neden en çok kadın şiddetini konuşuyoruz? Bu kadar konuşmamıza rağmen nasıl hiçbir çözüm getiremiyoruz? Henüz bu sorulara yanıt bulamıyoruz. Bulduğumuzu sandığımız yanıtlar gerçekte hiçbir şeyi iyiye götürmüyor. Ama Güldünya, adıyla bu yolda bir ışık olarak dikilmeye devam ediyor.

Güldünya, tıpkı kendisi gibi canına kıyılan Ünzile, Ayşe Paşalı ya da kendi celladına direnen Nevin, Çilem ve Özgecan gibi Türkiye’de şiddet gören kadınlar adına bir sembole dönüştü. Adına şarkılar yazıldı, ağıtlar yakıldı ve bir de yayınevi kuruldu: Güldünya Yayınları. Kadın kitapları basan, bilginin ve beraberliğin gücüne inanan, kadınları bir arada tutmaya ve onlara güçlerini anımsatmaya çabalayan bu oluşumu, genel yayın yönetmeni Ayşe Düzkan’la konuştuk.

Güldünya Yayınları'nın kuruluş öyküsü ile başlayalım. Nasıl ve neden kuruldu Güldünya Yayınları?

Aslında Türkiye’de feministlerin ilk kurumlarından biri, hatta birincisi yayıncılık da yapan Kadın Çevresi’ydi. Bugün de başka bir feminist yayınevi –Ayizi- ve feminist kitaplar basan başka yayınevleri –Dipnot, Sel ilk aklıma gelenler- var. Ama biz, biraz daha geniş bir yayıncılık yapmanın bir ihtiyaç olduğunu ve kâr hedeflememenin işimizi kolaylaştıracağını düşündük. Aramızda daha önce Pazartesi dergisini çıkartmış olan kadınlar da var, aslında biraz onların önayak olmasıyla başladı ama bugünkü kolektifimiz çok çok daha geniş. Beş part-time çalışanımız var, kitap seçimleri, etkinliklere katılım gibi kararları daha geniş bir kolektifle alıyoruz.

Biraz yayınlarınızdan bahsetmek gerekirse 'feminist kitaplar' tanımını nasıl açarsınız?

Feminist kitap bir feminist tarafından kaleme alınmış ve feminizme dair bir kitaptır diye düşünüyorum. Ama feminist yayıncılık feminist kitaplarla sınırlı değil. Biz de feminist teoriye ve -son kitabımız, kadınlar için bir öz savunma kitapçığı -Hayır Hayır Demektir gibi- gündelik hayata dair kitaplar feministler tarafından kaleme alınmış yayınlıyoruz.

Ama aynı zamanda kadınların sanat, kültür ve bilim gibi alanlardaki görünürlüğüne, kadın sanatçılara dair kitaplar ve kadınların kaleminden özgürlükçü edebiyat ve tabii ki çocuklar için –çoğu feministlerin kaleminden çıkmış- özgürlükçü kitaplar yayınlıyoruz. Örneğin Yoko Ono’nun son kitabı Meşe Palamudu bizim ilk kitabımız oldu, Mike Stipe’ın Patti Smith’in turnesinde çektiği fotoğraflardan ve önemli isimlerin yazdığı metinlerden oluşan İki Kere İntro:Patti Smith ile Yolda’yı da biz yayınladık. Yayın programımızda bilim kadınlarıyla ilgili bir kitap var.

Edebiyat dünyasında kadın olma halini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Edebiyata özellikle de modern romana birçok dilde kadınlar öncülük yaptı. Ama edebiyat yazmadığım ve güncel edebiyat ortamını yakından takip etmediğim için bir şey söylemem güç.

Peki, hem global anlamda hem de ulusal anlamda sizce bir 'kadın edebiyatı'ndan söz edebilmemiz mümkün mü?

Önceki soruda da dediğim gibi, edebiyat zaten kadınların asırlardır ilgi duyduğu bir alan; Bronte kardeşleri, Jane Austen’ı düşünün. Bugün de kadınların deneyimlerini, kadın bakış açısıyla yazan birçok kadın yazar var. Aklıma hemen bizim de bir kitabını –Hayfa’nın Kırık Parçaları- yayınladığımız ve özellikle küresel güneş ve küresel doğudan kadın edebiyatı yayınlayan Sphnix yayınevi geliyor. Bu arada küresel güney ve küresel doğudan kitaplar yayınlamanın bizim için de önemli olduğunu hatırlatayım.

Sizden kadın olmaya dair yazılmış güçlü birkaç kitap ismi istedik, bize nasıl bir liste verirsiniz?

Simone de Beauvoir’in İkinci Cins’i çok önemli, Christine Delphy’nin Baş Düşman’ı bana çok şey kattı. Valerie Solanas’ın Erkek Doğrama Cemiyeti Manifestosu olağanüstü bir satirdir, Shulamith Firestone’un yazdığı Cinselliğin Diyalektiği güçlü ve cesur bir kitap. Bizim yayınladığımız, Hawa Djbali’nin Siyah Yaseminler’i de büyüleyici. Bunlar ilk ağızda aklıma gelenler…

TV'ler ve haberler ürettikleri içeriklerle kadına şiddeti meşru kılmaya devam ediyor. Güncel edebiyatın da bu akımdan etkilendiğini düşünüyor musunuz? Türkiye özelinde, aynı kanallar vasıtasıyla (TV'ler, haber organları ve edebi eserler) bu algının iyileştirilebileceğini düşünüyor musunuz?

Güncel edebiyatı, böyle bir yorum yapacak kadar takip etmiyorum. Ancak ana akımın, çok önemli bir ideolojik alan olduğunu düşünüyorum. Bu, haberlerden dizilere, magazine kadar uzanıyor ve yarattığı tahribat ancak içeriden veya benzer araçlarla giderilebilir. Özellikle magazin, romantik edebiyat ve her türden romantik kurgusal üretim, patriyarkanın en güçlü propaganda araçları. Bunların etkisi, eşdeğer araçlarla, başka romantik kurgular, teşhir ve alayla kırılabilir diye düşünüyorum.

Çocuk kitaplarında durum ne? Kız çocuklarını bu dünyada birey olarak ayrı, ürettikleriyle ayrı değerli, biricik ve güçlü olduklarına ikna edebiliyor muyuz?

Çocuklar üzerinde birden fazla etki var bence. Ailede gördükleri bunların başında geliyor, annesinin ve çevresindeki diğer kadınların güçlü ve mutlu olduğunu gören her cinsiyetten çocuk güçlü kadınlar fikrine yakın yetişiyor. Elini hiçbir işe sürmeyen, şiddete meyyal, bilmiş babaların çocukları da bu etkiyi taşıyor tabii. Ama resmi eğitimin hiçbir dönemde olmadığı kadar kadın-erkek eşitliğine karşı temalar içermesi de çok çok önemli tabii.

Diğer yandan tek ebeveynli –anne ve çocuktan oluşan- ailelerin sayısı artıyor, bunun da –sosyologların ve pedagogların değerlendirebileceği- etkileri vardır. Maalesef, çocuklarımızı cinsel tacizden uzak büyütebilmenin bile büyük bir başarı olduğunu görüyoruz.

Son olarak, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar günü için söylemek istediğiniz özel bir şeyler var mıdır?

Açıkçası 8 Mart’ın emekçi –ani ücretli çalışan- olsun olmasın tüm kadınların günü olduğunu düşünüyorum çünkü kadınların neredeyse tamamı evde ücretsiz olarak sömürülüyor ve hayatın her alanında baskıya uğruyor ve dünya üzerideki mülkün çok çok azı kadınların elinde, daha fazla emek harcayıp toplam ücretin daha azını alıyorlar. Kadınların mücadelesi bugün dünyayı değiştiren temel dinamiklerden biri. Eğer bu dünyada gelecek bugünden farklı olacaksa, gelecek bizim de olacak, kadın olacak!