Ayşe Soysal: Kadınlar rüzgâra kanat açacaklar Türkiye’de

Boğaziçi Üniversitesi eski rektörü Prof. Dr. Ayşe Soysal (2004-2008): Bazı insanlar akıntıya karşı oldukları yerde durmak istiyorlar Türkiye’de, ama duramayacaklar. Kadınlar değişimi istiyor, gelişimi istiyor. Ve bir şekilde kadınlar rüzgâra kanat açacaklar Türkiye’de. Bazılarımız düşeceğiz, ama mutlaka bazılarımız menzile varacağız. Ben buna inanıyorum.

Abone ol

Aytaç Demirci

DUVAR - “Boğaziçi Üniversitesi misyoner okulu mu?” “Boğaziçi Üniversitesi arazisi Amerikalılara mı ait?” “Boğaziçi Üniversitesi’nin altında gizli dehlizler mi var?” Türkiye’nin en saygın eğitim kurumlarından birini tepeden tırnağa değiştirecek nitelikte kararlar alınırken bu kurumda yıllarca görev yapmış, Türkiye ve dünyadaki eğitim tartışmalarını takip eden, yükseköğretimin ihtiyaçlarına vakıf yüzlerce biliminsanının bir tekine bile danışılmadı. Üniversite camiasının bu keyfiyete gösterdiği tepkiye kulak verilmediği gibi ortalığa atılan ipe sapa gelmez iddialarla yoğun bir bilgi kirliliği yaratıldı. Saçmalığın kurdelesini kesmek için safrayı savdan ayırmak gerekiyor. Boğaziçi Üniversitesi rektörleriyle yaptığımız söyleşilerle hazırladığımız bu dizi, Boğaziçi Üniversitesi’nin kuruluş hikâyesine, üzerine inşa edildiği değerlere ve bu değerlerin Türkiye için önemine odaklanıyor.

Sizin Boğaziçi Üniversitesi ile ilişkiniz nasıl başladı?

Buradaki birçok öğretim üyesi gibi öğrencilikle başladı. Ben liseyi de Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’nde okudum. Dolayısıyla kurumsal ilişkimi liseden başlatıyorum. Liseden sonra Robert Kolej Yüksek Okulu’na mühendislik öğrencisi olarak girdim. Bir dönem mühendislikte okudum, ama çok canım sıkıldı. Çünkü orada teknolojik bir şeyler anlatıyorlar, “nasıl yapılır?” gibi. Ben “niçin?” onu anlamak istiyorum. John Freely birinci yılda benim fizik hocamdı. Onun etkisiyle “Fizik okumak istiyorum” dedim ve fiziğe geçtim. Ardından matematiğe de devam edip çift-anadal yaptım.

Sizin mezun olduğunuz 1971 senesinde Yüksek Okul Boğaziçi Üniversitesi’ne devredildi ve o süreçte öğrencilerin epey etkisi olmuştu. Siz neler yaşadınız?

Ben Robert Kolej’in son mezunlarındanım. Benden sonraki sınıf Boğaziçi Üniversitesi diploması aldı. Benim diplomam Robert Kolej Yüksek Okulu diplomasıdır. Ben son sınıftayken bu olay patlak verdi. İnsan öğrenciyken belki o kadar olan bitenin vahametini anlamıyor. Kendi açımdan ben de belki o an çok anlamadım. Tabii o dönemin özelliği, okulda kuvvetli bir sol hareket vardı. Ve o dönemi yaşayanlar, hepimiz düşünüyoruz ki öğrencilerin talebi olmasaydı belki Boğaziçi Üniversitesi olmayacaktı. Çünkü Robert Kolej iflasın eşiğindeydi. Ve sonuçta “Liseleri tutalım, ama üniversiteyi taşıyamayacağız” noktasına gelmişlerdi. O dönem öğrencilerin böyle bir hareketi gelişmeseydi burası bir üniversite olarak devam etmeyebilirdi... Ben pek toplu gösterilere katılan bir öğrenci değildim. Ama o dönem hepimiz çıktık. Taksim meydanına çıktığımızı hatırlıyorum; o zamanlar Taksim meydanına çıkmak yasak değildi. El ele tutuşmuşuz, dönüyoruz, galiba “Özerk Üniversite!” diyoruz... Ve baskıcı bir şekilde gelip “Hadi sen de katıl” gibi şeyler yoktu. Sadece okulumuz kapanmasın istedik. Bu da çok doğal bir şey, çünkü okulumuzu çok seviyorduk. Ve devam edebilmesini arzu ediyorduk. Anladığım kadarıyla bu ses getirdi ve sonuçta çok hayırlı bir şey oldu; devlet o araziyi devraldı ve Boğaziçi Üniversitesi kuruldu.

'TEMEL BİLİMLERİN ÖNEMİ GİDEREK BELİRGİNLEŞİYOR'

Türkiye’de çift-anadal programının ilk mezunlarındansınız...

Tüm üniversiteleri bilmiyorum, ama Boğaziçi’nde çift-anadalın ilk mezunu benim. Tabii o zamanlar burası küçük bir kurumdu. Türkiye’de de üniversiteler daha kendi başlarına hareket edebiliyorlardı. Bu çift-anadal konsepti Amerikan eğitim modelinde olan bir şeydir. 1970’li yıllarda mevcut üniversiteler daha çok Kıta Avrupası modeli üzerine yapılanmışlardı. O modelde çift-anadal diye bir şey yoktur. Amerikan modelini en başarılı yapan bir sürü şeyin içinde bu çift-anadal var.

Nedir o modelin başarısı?

Eğitim bütünsellik taşıyan bir şey. Her tuğla bir öncekinin üzerine geliyor ve bütünsellik içinde her şey birbirini besliyor. Amerikan eğitim sisteminde birkaç şeyin önemli olduğunu düşünüyorum. Benim gerek meslekî yetişmeme, gerek kişiliğime bu çok etki yapmıştır. Bir kere hoca-öğrenci diyaloğunun açık olduğu, öğrencinin hocaya soru sorabileceği, danışabileceği, araştırabileceği bir ortam. Bilinenlerin gençlere aktarılması gibi değil, üniversiteyi bir keşfetme ortamı olarak tanımlayan bir şey. Bu keşfetmenin kapsamına, öğrendiğiniz şeyleri keşfetmek kadar kendinizi tanımak da giriyor. Yani burada ikili bir keşif var: Bir içe dönük, bir de dışarıya. Okulda bölümler arası diyalogların kuvvetli olması, öğrencilerin başka bölümlerden seçmeli ders alabilmeleri, başka disiplinlerin yapılarını tanıyabilmeleri ve tabii merkezî kütüphanenin varlığı (benim öğrenciliğimde de kütüphanemiz çok iyiydi) sizin ufkunuzu genişletiyor. Öğrencileri sadece bir bölüm kalıbı içinde, sadece bir meslekî formasyon vererek yetiştirmenin üniversite için geçerli bir model olmadığını düşünüyorum. Bu olsa olsa meslek yüksekokulu modeli olur. Boğaziçi hep o geniş açıyı verdi ve vermekte. Bunun sürdürülmesi, bu okulun başarısının devam etmesi için bence çok önemli ve olmazsa olmazlardan.

Zaten Kolej’den itibaren temel bilim eğitimine kuvvetli bir vurgu var...

Bir şekilde Türk sistemi ya tıbba önem veriyor ya hukuk veya mühendislik gibi başka profesyonel alanlara. Amerikan sistemi kuvvetli bir temel bilim birikimi etrafında başarılı mezunlar yetiştiren bir model. Bu okul hâlâ bu modele inanarak devam ediyor. Bence eğitim için doğru olan modellerden biri bu. Ben, tek konulu üniversite değil, bir temel bilim çekirdeği etrafında birkaç profesyonel fakülteden oluşan bir yapıyı faydalı görüyorum, başarılı görüyorum. Temel bilimlerin önemi bugün giderek daha belirginleşiyor. En uç düzeydeki bir mühendislik araştırmasını yapmanız için fizik bilmeniz lazım, iyi bir siyaset bilimcisi olmanız için tarih bilmeniz lazım.

'KÜLTÜREL ÇEŞİTLİLİK KURUCU FELSEFEYE UYDU'

Amerika’da doktoranızı tamamladıktan sonra 1976’da doğruca Boğaziçi Üniversitesi’ne geldiniz. Döndüğünüzde nasıldı kampüs? Büyük bir değişim yaşanmış mıydı?

Benim geldiğim 1976 yılında hoca yapısı, öğrenci yapısı ve sayısı henüz daha çok değişmemişti. Yani resmî dönüşüm olmuştu, fakat resmî dönüşümün getirdiği değişimler bizi daha sonra çarptı. Ben geldiğimde hâlâ epey sayıda yabancı hoca vardı. Yabancı hocaların büyük bir kısmını ondan sonraki yıllarda kaybettik. Yeniden yabancı hocaları çekmek için uğraşmak durumunda kaldık. Öğrenciler sayıları çok artmamıştı. Dolayısıyla buraya geldiğimde aşağı yukarı bıraktığım ortamla aynı yere döndüm. Tamam, bir Amerikalı “president” yok, bir Türk rektör var, ama onun dışında başka bir şey değişmemiş gibiydi.

1980’lerden sonraki dönüşümde neler yaşadınız?

Öğrenci sayıları birden patladı. O dönemde, en azından Fen-Edebiyat Fakültesi için söylüyorum, hoca sayıları bugünküne göre çok düşüktü. Lisansüstü programları aktif olmadığı için araştırma görevlisi de yoktu. Sınıfınızda 40 öğrenci varken aniden 300 öğrenci oluyor ve o 300 öğrencinin her şeyiyle siz bir hoca olarak ilgilenmek durumunda kalıyorsunuz. Çok zordu. Mesela, sınav yapıyoruz. Kâğıtları belirli bir zaman içinde okuyup vermeniz lazım, tazeyken. Yoksa o bayatlar ve öğrencinin de ilgisi kalmaz. Ama yetiştiremiyorsunuz. Okuyorsunuz okuyorsunuz bitmiyor. Hoca olarak kendinize olan saygınızı yitiriyorsunuz. Çünkü bu kâğıtlar üç günde, beş günde çıkmalı, ama çıkamıyor. Çok acı günlerdi.

Artan öğrenci sayısıyla birlikte öğrenci profili de değişmiş olmalı...

Robert Kolej yıllarında üç büyük şehirden, İstanbul, Ankara ve İzmir, bir miktar da Tarsus Amerikan gibi bağlantılarla Anadolu’dan belirli yerlerden öğrenci gelirdi. O zaman kolej kendi sınavını kendisi yapardı. Merkezî sisteme geçildikten sonra gelen öğrencinin zekâ düzeyi inanılmaz arttı. Çünkü çok müthiş bir rekabet başladı. Tamam, çok öğrenci geliyor, şu bu, ama ben her zaman şunu söylerim, “Ben bugün sınava giriyor olsam Boğaziçi’ni kazanır mıyım, kazanamaz mıyım bu belli değil.” Boğaziçi’ni kazanmak o kadar önemli bir şey ki biz çok iyi öğrenciler aldık. Bunun çok kıymetli olduğunu düşünüyorum. Özellikle benim gibi matematik anlatıyorsanız daha net görüyorsunuz. Bazen bir şey anlatıyorum, “Bu nedir?” diyorum, müthiş bir hesabı aklında yapıp şak diye söyleyiveriyor. “Aman Allahım!” diye orada duruyorsunuz. Karşınızda dehşet parlak birileri var. Bu öğrenci profilindeki değişikliklerden biri. Başka bir değişiklik, Boğaziçi’nin Türkiye’nin her yerinden öğrenci almaya başlaması oldu. Yani büyük şehir ağırlıklı değil, küçük şehirler, hatta kasabalar da bu işin içine girdi. Müthiş bir kültürel değişiklik oldu. Bu bence güzel de oldu.

Bu kültürel çeşitliliği Kolej geleneğiyle nasıl bağdaştırıyorsunuz?

Türkiye’nin her yerinden öğrenci almak, kültür düzeyi ve ekonomik düzeyi çok yüksek olmayan ailelerden öğrenci almak bence Robert Kolej’in kurucularının felsefesine tam anlamıyla uydu. Çünkü onlar burayı bir zenginler koleji ya da bir elitler koleji olsun diye kurmamışlar. Tamamen tabana inmek, her yerden öğrenci almak, farklı kesimden öğrencileri bir araya getirmek ve birbirlerinin kültürlerini tanıyarak yaşamalarına olanak sağlamışlar. Düşünebiliyor musunuz, bu okul hiçbir savaşta eğitimini kesmemiş. Osmanlı’nın çözülme sürecinde, Birinci Dünya Savaşı öncesinde ve savaş esnasında bu okulda yan yana Bulgar, Ermeni, Müslüman öğrenciler okumuşlar. Bu çok değerli bir miras ve ben bu okulun bu mirasının kaybedilmemesi için şahsen de çok gayret verdim. Türkiye’de eskiden daha belirgin olan bir şehirli-kasabalı, şehirli-köylü ayırımı vardı; giyim kuşamla, yaşam tarzıyla, yenen yemeklerle... Bunlar hep farklılıklar arz ederdi. Türkiye’de artık bu gibi farklar törpüleniyor. Bir yerde küçük şehir, büyük şehir birbirine benzer hâle geliyor. Tabii ki bu değişimle birlikte farklı kültürlerden gelen öğrenciler de burada toplandılar. Ben her zaman buranın öğrencisine müthiş saygı duymuşumdur. Çünkü çok farklı kimliklerden gelen o öğrenciler burada çok normal bir şekilde bir arada bulunabilmişlerdir. Zaman zaman Türkiye bu farklı kimliklerden “o olsun, bu olmasın; o cici, bu değil” diye sert politik söylemlere kendini kaptırabilmiştir. Fakat bu okulda özellikle öğrenciler bunlara her zaman direnmişlerdir ve Türkiye için güzel bir birliktelik örneğini her zaman vermişlerdir. Bence bu okulu farklı kılan özelliklerden biri de öğrencilerin her zaman okulun kimliğinde, yapısında paydaş olarak kendilerini göstermiş olmalarıdır. Eskiden de böyleydi. Hâlâ da böyle.

'TÜRKİYE AKADEMİDEKİ KADIN SAYISINI KORUYAMADI'

Robert Kolej ve Boğaziçi Üniversitesi’nin efsane hocalarından Arman Manukyan, meslekte 50’nci yılı törenleri öncesi rektör Ayşe Soysal ile, 13 Eylül 2006.

Boğaziçi Üniversitesi’nde çalışmaya başladığınız 1976 yılından bu yana, yükseköğretim kariyerinizde 45 yılı geride bıraktınız. Bu süre zarfında yükseköğretimde kadınların, öğrenci olarak, öğretim üyesi olarak nasıl bir dönüşümünden bahsedebilirsiniz? Kadınların akademiden beklentileri, hedefleri nasıl dönüştü?

Birçok ülkede hızlı bir dönüşüm oldu. Fakat olan dönüşümlerin hepsi aynı değil. Bir ülkede olan değişim öbürüyle aynı olmayabiliyor. Türkiye’de, benim bu kariyeri seçtiğim zamanlar -ve benden önceki kuşakta da- kadınların üniversiteye girmesi desteklenen bir şeydi, Cumhuriyet’in ilk yıllarından beri. Ve o yıllarda Türkiye gerçekten, istatistiksel olarak, akademideki kadın sayısı, fen ve mühendislik veyahut tıp alanlarındaki kadın sayısı açısından birçok Batı ülkesinden daha iyi durumdaydı. Ama son yıllarda bu değişiyor. Özellikle taşrada çok sayıda üniversite açılmasıyla bu değişti. Kadınlar akademideki pozisyonlarını eskisi kadar iyi koruyamıyorlar. Şuradan biliyorum, Boğaziçi Fizik Bölümü uzun süredir kadın hoca bulmak istiyor, bulmakta güçlük çekiyor. Eskiden böyle değildi. Bunun tam ne anlama geldiğini yorumlayamıyorum. Bunun için insanlarla görüşmek lazım, daha geniş istatistik bilgi almak lazım. Ama Türkiye bunu koruyamadı. Buna karşın, eskiden, özellikle fen-mühendislik ve tıpta kadın temsili düşük olan ülkeler, yani ABD, Kanada, İngiltere, Avrupa, büyük bir atılım yaptılar. Sadece akademideki kadın sayısıyla değil, dekanlık, rektörlük gibi akademik yönetim kadrolarında da büyük fark yarattılar.

Rektörlüğünüz döneminde bu farkı birebir yaşadığınız örnekler oldu mu?

Yükseköğretimde kadın temsilinin yüksek olduğu ülkelerle Türkiye arasındaki farkı en çarpıcı göreceğiniz yer üniversitelerarası kurul toplantılarıdır. Bu toplantılar kışla gibi bir yerdir; erkek dolu, araya üç beş kadın serpiştirilmiş gibi. Başka ülkelere gittiğimde, o zaman birçok görüştüğüm dekan yahut rektör kadındı. Bizim bu konuda hakikaten ciddi bir şekilde düşünüp, “Niye bu duruma düştük?” “Ne yapmalıyız bu durumdan çıkmak için?” diye biraz kafa yormamız şart. Çünkü zaman akıyor ve aradaki makas giderek açılıyor.

Bu erkek egemen yapı konuşulan dili nasıl etkiliyor? Bir dil farkından söz edebilir misiniz? Ve bu dil farkı, sorunları teşhis etmek, çözüm geliştirmek bakımından bir fark yaratıyor mu?

Bence yaratıyor. Ve bu dil farkının önemini, kadın başbakan, kadın cumhurbaşkanı, kadın liderler tarafından yönetilen ülkelerde görüyoruz. Gayet iyi yönetiyorlar ülkelerini, ve daha güler yüzle, tatlı dille yönetiyorlar. Bizde hâlâ erkek söylem hâkim. Gençler artık böyle yapmıyor, onu söyleyeyim. Ama benim kuşağımda ve bugünkü gençlere kadar benden sonraki kuşaklarda, “çatık kaşlı” erkek söylemi hâkimdi. Benim akademik ortamlarda bulunduğum sürede hep bu “çatık kaşlı” söylem, karşısındakini eleştirmek üzerine giden söylem vardı. Kadınlar bu şekilde konuşmuyor. Ve kadınların konuşmasının büyük bir avantaj getirdiğini düşünüyorum. Dolayısıyla dil çok önemli. Ama burada kabahati sırf akademiye yüklemeyeyim, çünkü genel olarak dilimiz böyle. Televizyondaki panelleri, konuşmacıları dinleyin; çatık kaş. Partilerin toplantılarını izleyin, gene öyle. Eskilerin bir lafı vardır, “hep celâlle olmaz, biraz da cemâl lazım.” Dolayısıyla çok verimli olmadığını düşünüyorum bu eski moda erkek söyleminin.

'KOTA DIŞINDA BİR ÇÖZÜM GÖREMİYORUM'

14 Mayıs 2007’de Boğaziçi Üniversitesi tarafından Orhan Pamuk’a fahrî doktora unvanı verildi. Orhan Pamuk ve rektör Ayşe Soysal törenin yapılacağı salona yürüyorlar.

Akademik yönetim kademelerinde kadınların sayısının eskiye kıyasla azalmasının Türkiye genelinde dilin “çatık kaşlılaşmasına” bir etkisi var mıdır?

Türkiye hep çatık kaşlıydı. Böyle olmadığımız bir dönem yoktu. Her siyasi parti yöneticisi çatık kaşlıydı. Dolayısıyla bunun faturasını son döneme çıkartamayacağım. Ama başka sebepleri olduğunu düşünüyorum. Elimde bu sebeplerin ne olduğuna dair yeterli veri olmadığı için kafadan konuşmak istemiyorum. Ama araştırılması gerektiğini düşünüyorum. Tabii bir şeyi kesin olarak söyleyebilirim, inanıyorum ki, parlamentodaki kadın temsilinin yetersizliği buralara da yansıyor. Çünkü, kendi kurumsal kimliğini oluşturmuş olan Boğaziçi ve birkaç üniversiteyi daha dışarıda tutarsak, Türkiye’de üniversitelerin çoğunluğu Ankara eksenli faaliyet gösteriyor ve her şey için Ankara’ya bakıyorlar. Ankara’ya baktıklarında da erkek egemen bir bürokrasi görüyorlar ve onu aynen kendilerine mâl ediyorlar. Belki bu bir sebeptir.

Şu anda 130 civarında devlet üniversitesinde yalnızca 5 kadın rektör var. Yükseköğretimde bir direnç mi var kadınlara karşı, yoksa kadınlar mı çok hevesli değil o çatık kaşlı, kışla gibi yapının içine girmeye? İçeri girmeyince de bu nasıl değiştirilecek?

Bunun birçok sebepleri var. Kadınların bu pozisyonlara gelmesi çok daha zor. Onun için bazı çok yetenekli, çok donanımlı kadınlar, “Ben bu işe bulaşmayayım, ama hiç olmazsa bu üniversiteye bir faydam dokunsun” deyip dekan oluyorlar, rektör yardımcısı oluyorlar. Ve bu taşrada çok görülen bir şeydir. Rektör daha politik bir konumda durur, bütün işleri yapan böyle becerikli, akıllı hanımlar vardır. Bu kadınları da suçlayamıyorum, meslektaşlarım, “Aşılması gereken şey çok zor, bari üniversitemiz yararlansın” diye biraz daha alt pozisyonları tercih ediyorlar. Ama bunun dışında çok yaygın olan bir şey, adaylık süreçlerinde insanların aklına kadın gelmiyor. Birileri birilerini aday olarak üst makamlara sunuyor. Ben YÖK’teyken de bunu gördüm, birileri gelip YÖK başkanına “Şu kişiyi rektör yap” der, bunun kulisi çok yapılır. Ankara atama döneminde bu kulislerle kaynar. Ama insanların aklına hep erkekler geliyor. Genellikle taşrada milletvekilleri kendi üniversiteleri için belirli adaylar söylerler. Bu milletvekillerinin büyük çoğunluğu erkek; dolayısıyla erkekler erkekleri öneriyor ve bu şekilde bu tangır tungur devam ediyor. Şu anki durum o. Dekan atamalarında, üniversiteler üç aday belirler, bunu YÖK’e yollar, YÖK de bunların arasından birini seçer. Bir defasında YÖK, bu üç aday arasında en az bir kadın bulunmasını üniversitelerden talep etti. Ama uygulamakta çok zorluk çektik. Çünkü olmuyor. Yollamıyorlar, yapmıyorlar.

O hâlde bu ancak yasal bir düzenlemeyle, kota uygulamasıyla mı aşılabilir? Zihniyet değişikliğini o yasal düzenleme dışında nasıl sağlayacağız?

Ben gençken kotaya inanmıyordum. Belki burnum Kaf Dağı’ndaydı, daha ukalaydım, “Biz kadınlar çıkarız, yaparız! Ne lüzum var kotaya?!” diyordum. Belki de kota olursa, mutlaka kadınları sevmeyen birileri “Kota sayesinde bu pozisyona geldi” diyecektir; onun kendimle ilgili olarak söylenmesini istemezdim. Ama bugün geldiğim, daha olgun yaşımdaki noktada bakıyorum ki bu sıkıntıyı aşan başka memleketler hep bir şekilde kota üzerinden bunu yaptılar. Yani hiçbir yerde bu kendiliğinden düzelmedi. Dolayısıyla bizde de bunun kotayla düzeltilmesi dışında bir çözüm şu anda görmüyorum.

'BAZILARIMIZ DÜŞSE DE MENZİLE VARACAĞIZ'

2014 ÖSYS Merkezi raporunda ilginç bir veri var. O yıl sınava giren kadın adayların yüzde 46’sı 140 ve üzeri puan almışken, 180 puan ve üzerinde bu oran yüzde 72’ye çıkıyor. Erkek adaylarda ise bu oranlar yüzde 87’den yüzde 66’ya düşüyor. Daha sonraki yıllarda da bu eğilimin devam ettiği görülüyor. Kadınların, özellikle yüksek puan gruplarında kitlesel olarak erkeklerden daha başarılı olduğu anlaşılıyor. Bu veriyi siz nasıl okuyorsunuz?

Üniversite birinci sınıf, ikinci sınıf öğrencilerine ders veren benim gibi hocaların da çok gözlemlediği bir şeydir bu. Kadın öğrencilerin büyük bir kısmı çok başarılı, çünkü motivasyonları çok yüksek. Kadınlar erkeklerden daha zekidir diyemeyiz. Zekâ herkese bir şekilde nasıl programlanıyorsa öyle iniyor. Ama motivasyon çok önemli kadınlar için. Erkekler için belki motivasyon çok önemli değil. Aileler oğulları ne yapsa affediyorlar. Ama kızların kendi hayatlarını yaşayabilmeleri için özgürlüklerine erişmeleri lazım ve hâlâ Türkiye’de eğitim bunun biricik yolu. Yani bir meslek sahibi olduğunuz zaman kadın olarak, istediğiniz hayatı yaşayabilmek, evlenecekseniz istediğiniz kocayı seçebilmek ya da evlenmemeye karar verebilmek sizin için daha kolay oluyor. Yani aile baskısının sıkıştırmasından çıkmak için bir yol.

Bu gençler çok iyi puanlar aldıkça çok iyi yerlerde okuyacaklar, ve yükseköğretim sistemimiz toptan çökmezse inşallah, iyi yerlere gelecekler. Türkiye’ye 21’inci yüzyılda daha çok kadınların yön vereceğini söyleyebilir miyiz?

Kesinlikle artacak. Fakat bu artış bazı sektörlerde daha hızlı olacak. Mesela iş dünyasının kadınlara daha açık olduğunu görüyorum. TÜSİAD’ın kadın yöneticileri oldu. Kadın girişimciler için bir sürü destek programları yapılıyor, kadınlar iş hayatına daha rahat girebiliyorlar... Bazı sektörler daha zor ilerleyecektir. Ama bir şekilde kadınlar kapıları zorlayacak. Bunu çok görüyorum ben. Türkiye’nin çatık kaşlılığından söz ederken değindik, o erkek öfkesi çok gözlenen bir şey, Türkiye’de dışavurumu çok olan bir şey. Bir uçta kadın cinayetlerinden başlayıp televizyonda seyrettiğimiz çatık kaşlı erkeklere kadar gelen bir skalası var. Ama belki yeterince konuşmadığımız şey kadınların isyanı. Kadınlar her Kadınlar Günü’nde sokağa dökülüyorlar. Çok ciddiler şikâyetlerinde, taleplerinde. Ve bu ateş sönmeyecek. Bir şekilde ülkenin “Bu kadınlar ne diyor?” diye kulak vermesi ve kadınların taleplerini kabul etmesi, “Haklısınız” demesi lazım. Sanıyorum kadınların isyanının en önemli boyutlarından biri hepimizin aynı kefeye koyulması ve bütün kadınlara tek model üzerinden bakma merakı. Bir tarafta “hanım kardeşler” modeli var. Ama herkes o modele uymak istemiyor. Ve kadınlar üzerlerine baskıyla koyulan modelleri kabul etmeyecekler. Gençlerde bunu çok net olarak görüyorum, yetişkinlerde de bu çok var. 21’inci yüzyılda birçok değişiklik olacak bu meselede, çünkü bu şekilde devam edemeyecek ülke. Sanki bazı insanlar Türkiye’de hiçbir şeyin değişmemesini istiyor. Bazen Kilyos’a gidiyorum, BURC Beach’te kumsalda suya girersiniz, dip akıntı vardır, siz olduğunuz yerde durmak istersiniz, o akıntı sizi çeker. Bazı insanlar akıntıya karşı oldukları yerde durmak istiyorlar Türkiye’de, ama duramayacaklar. Kadınlar değişimi istiyor, gelişimi istiyor, ve bir şekilde kadınlar rüzgâra kanat açacaklar Türkiye’de. Bazılarımız düşeceğiz, ama mutlaka bazılarımız menzile varacağız. Ben buna inanıyorum.

'KEŞKE TÜRKİYE'NİN HER TARAFI BÖYLE OLSAYDI DEDİM'
Boğaziçi Üniversitesi Elektroteknoloji Kulübü – IEEE Öğrenci Kolu tarafından 27 Şubat 2016’da düzenlenen Bilim ve Teknolojide Lider Kadınlar zirvesinde Boğaziçi Üniversitesi’nin ilk kadın rektörü Ayşe Soysal konuşma yapıyor.

Boğaziçi Üniversitesi’ni şekillendiren değerlerin, okuldaki özgürlükçü ortamın Türkiye’de toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanmasına katkıda bulunduğunu düşünüyor musunuz? 1970’lerden beri okulun değişen öğrenci profiliyle birlikte değerlendirir misiniz?

Genel öğrenci profili 1970’li yıllardan beri değişti, ama öğrencinin okula geldikten sonraki yaşantısı değişmedi. Boğaziçi her zaman öğrencilere özgürleştirici bir ortam sundu. Öğrencilerin kendi programlarını belli ölçüde kendi seçtikleri derslerle zenginleştirmelerine olanak tanıdı, ders dışı faaliyetlerde öğrencilere yine özgürlük tanıdı. Ve her sosyal kesimden gelen öğrenci geldiği an bu yaşama uyum sağlıyor. Bu müthiş bir şey. Ve bu öğrencilerin “tek model” olmayı reddettiklerini görüyorsunuz. Türkiye’de bir etiketleme vardır. Birisine bakıyorsunuz, özellikle de kadınlara bakınca en basiti başının örtülü olup olmamasından şak diye bir etiketleme var. Bu etiketlemenin, bu bakışın Boğaziçi’nin kampüslerine giremediğini çok net görüyorsunuz. O etiketlerin arkasında var sayılan “şu kesimden gelen kadın öğrenciler şöyledir, bunlar böyledir” anlayışı Boğaziçi’nde tutmuyor. Boğaziçi’nin Türkiye’de bunu sağladığına inanıyorum. Bunu rektörlüğümden sonraki bir tecrübemle de anlatayım...

Lütfen...

Mühendislerin bir meslekî teşkilatı vardır, IEEE (The Institute of Electrical and Electronics Engineers – Elektrik ve Elektronik Mühendisleri Enstitüsü). Hocalar arasında konferanslar, seminerler, yıllık toplantılar örgütler. Aynı şekilde mühendislik öğrencileri de IEEE kulüplerinde faaliyet gösterirler. Türkiye’deki birçok üniversitede IEEE kulübü var. Boğaziçi’nde de hep vardı. Son yıllarda IEEE kadınların mühendislik alanındaki durumuyla ilgili bir şeyler yapmak istiyor ve bununla ilgili öğrencilerin IEEE kadın kollarının faaliyetleri olmaya başlamış. Boğaziçi Mühendislik öğrencileri hemen, “Biz de yapalım” demişler. Ve ihtimal hâlâ devam ediyordur, o yıllarda her yıl 8 Mart haftası civarında bir kadın zirvesi düzenlemeye başladılar. Bu aslında sektör ve öğrenci buluşması. Her sene iki üç sektör seçiliyor. Bu sektörlerden yönetici pozisyonunda mühendis kadınlar davet ediliyor ve gün boyu paneller, vb., oluyor. Başka üniversitelerden mühendislik öğrencilerinin de davet edildiği, kalabalıktı bir etkinlik. Ben de okulun ilk kadın rektörü olmuşum, mesaj attılar, “Hocam açılışı siz yapar mısınız?” dediler, “Memnuniyetle” dedim. Orada dikkatimi çeken şuydu. Mühendislik Fakültesi’nin bütün erkek öğrencileri kız arkadaşlarına destek olmak üzere görev almış, gayet şık giyinmişler, saçlar havaya dikilmiş, üzerlerinde isimleri yazılı... Konferanslarda yapılan işler vardır, kayıt alırsınız, sahne düzenine bakarsınız; bütün bu koşturmacaları erkekler yapıyordu, ki kadın arkadaşları zirve toplantısında sektörden gelenlerle sohbetlerini vakit kaybetmeden yapsınlar... O kadar güzel bir uyum, harmoni vardı ki erkekler ve kadınlar arasında, “Keşke Türkiye’nin her tarafı böyle olsaydı” dedim. Orada Boğaziçili genç erkekleri de çok kutladım, çünkü bunu çok doğal, rahat bir şekilde yapıyorlardı. Hiçbirisi çatık kaşlı, asık suratlı değildi, hepsi güler yüzlüydü ve sınıftaki kadın arkadaşlarının sonuna kadar yanındaydılar. Ve bu devam edecek. O erkekler mezun olduktan sonra değişmeyecekler, onlar öyle kalacaklar. Ve gençlerin Türkiye’yi değiştirebileceğine ben çok inanıyorum.

Boğaziçi Üniversitesi'nin tarihçesi-4

1992 Mayıs’ında bir gece yarısı, İstanbul’dan kalkan trende Boğaziçi Üniversitesi’nden bir grup biliminsanı, birkaç saat sonra başbakan Süleyman Demirel’e yapacakları konuşmanın provasını alıyorlardı. 1980’lerden itibaren kurumlarının mahkûm edildiği ataletten yorulmuş, Ankara’nın dayattığı şablonlar içinde sanatlarını icra etmeye çalışmaktan usanmışlardı. Özel Statülü Üniversiteler yasa tasarısının da sığ siyasi çekişmelere kurban edilmesinin ardından Üniversite’de fakülteler arası bir “komisyon” oluşturmuşlardı. Attila Aşkar, Behlül Üsdiken, Faruk Birtek, Fatma Gök, İlhan Or, İlkay Sunar, Ömür Akyüz, Rıfat Okçabol, Selçuk Esenbel ve Vedat Yerlici’nin yer aldığı bu komisyon, öğretim üyelerini yeniden üniversite yönetiminde söz sahibi kılmanın yollarını arıyordu.(1) Selçuk Esenbel aracılığıyla başbakan Süleyman Demirel’i ziyaret etmiş, açık destek görmeseler de hükümetin köstek olmayacağı sinyalini almışlardı. 26 Mayıs 1992’de Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyeleri, Fen-Edebiyat Fakültesi binasında Türkiye’nin ilk “gayriresmi” rektörlük seçimini gerçekleştirdi. Seçim sonuçları Faruk Birtek’in evindeki faks cihazından tüm yetkili makamlara ve gazetelere yollandı. İzleyen günlerde İstanbul Teknik, Hacettepe ve Ortadoğu Teknik Üniversiteleri de aday belirleme seçimleri yapacak, kamuoyunda akademisyenlere desteğin giderek güçlenmesiyle TBMM’de Yükseköğretim Yasası’na bir madde eklenerek YÖK ve cumhurbaşkanına sunulacak rektör adayları üniversitelerce seçilmeye başlayacaktı. 17 Temmuz’da yeni yasa hükümlerine göre Boğaziçi’nde yapılan “resmî” rektör seçimlerini, “gayriresmi” seçimde olduğu gibi Üstün Ergüder kazandı. Seçilmiş rektörün cumhurbaşkanı Özal tarafından Boğaziçi Üniversitesi’ne atandığı günlerde YÖK Başkanı İhsan Doğramacı istifa etti. “Seçim zaferi” Boğaziçi Üniversitesi mensuplarını birbirine kenetlemiş, rektör Ergüder seçimde yarıştığı adaylara rektör yardımcılığı teklif ederek bu birliktelik duygusunu pekiştirmişti. Bu tarihten itibaren kurumu saran “beraber iş yapma” duygusu sayesinde ve etkinleştirilen Vakıf ve Mezunlar Derneği’nin sağladığı katkılarla Boğaziçi Üniversitesi kısa sürede küllerinden yeniden doğdu; gelişen eğitim ve araştırma imkânları, baştan aşağı yenilenen teknolojik ve fiziksel altyapısıyla 21’inci yüzyıla girdi. 1958-1969 arasında Robert Kolej’de sanat ve mimarlık tarihi dersleri veren ünlü Osmanlı mimari tarihçisi Godfrey Goodwin (1921-2005), 2000 yılında yaz okulunda ders vermek üzere Boğaziçi Üniversitesi’ne döndüğünde, binaları, kampüs yaşamı, öğretim üyeleri ve öğrencileriyle hiç değişmemiş, ancak baştan aşağı yenilenmiş bir üniversite bulmuştu. Goodwin’in anılarında “bir devrim” diye nitelediği bu dönüşüm sayesinde, İngiltere, İtalya ve İspanya gibi yoğun beyin göçünden mustarip olan Türkiye’de Boğaziçi Üniversitesi, en iyi mezunlarını memleketlerinde tutacak bir niteliğe kavuşmuştu.(2)

Ayşe Soysal kimdir?

Prof. Dr. Ayşe Soysal, 1967’de Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’nden, 1971’de Robert Kolej Yüksek Okulu Fizik-Matematik çift-anadal programından okul birincisi olarak mezun oldu. Matematik alanında lisansüstü ve doktora çalışmalarını Michigan Üniversitesi, Ann Arbor’da tamamladı. 1976’da Boğaziçi Üniversitesi Matematik Bölümü kadrosuna katıldı. 1993-2000 yıllarında UNESCO Türkiye Milli Komisyonu Yönetim Kurulu üyeliğinde bulunan Prof. Soysal, 1994’ten itibaren Üniversitelerarası Kurul’da Boğaziçi Üniversitesi’ni temsil etmiş, 2004-2008 yılları arasında Boğaziçi Üniversitesi rektörlüğünü üstlenmiştir. Prof. Soysal 2008-2012 arasında TÜBİTAK Bilim Kurulu, MAM Yürütme Kurulu ve Feza Gürsey Temel Bilimler Araştırma Enstitüsü Yönetim Kurulu üyeliklerinde bulunmuş, 2009-2013 arasında YÖK Genel Kurul üyesi olarak görev yapmıştır.

1- Üstün Ergüder, Yükseköğretimin Fırtınalı Sularında (Doğan Kitap, 2015), 176-186.
2- Godfrey Goodwin, Life’s Episodes: Discovering Ottoman Architecture (İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, 2002), 260-262.