Ayşegül Devecioğlu: Edebiyatla, adalet ve onur gibi kavramların doğduğu kaynak aynı…

Ayşegül Devecioğlu'yla son romanı ‘Kuma Daireler Çizen’i konuştuk. Devecioğlu "Adalete duyulan ihtiyaç, adaleti arayış, adalet için verilen mücadele. Hepsi duyguların ve düşüncelerin dünyasında iç içe, sonsuz çeşitlilikte ve sonsuz biçimde. Pek çok kılıkta. Varlığımızın derinlerine uzanıyor. Edebiyat bu kaynağı zenginleştiriyor" dedi.

Anıl Mert Özsoy aozsoy@gazeteduvar.com.tr

Türkçe edebiyatın önemli isimlerinden Ayşegül Devecioğlu’nun son romanı ‘Kuma Daireler Çizen’ Metis Yayınları tarafından yayımlandı. Devecioğlu’nun 80 öncesiyle bugün arasında bağ kurduğu metni aynı zamanda yazarın ilk polisiye romanı olma özelliğini taşıyor.

İllegal ilişki ağlarının ortasındaki bir iş insanının cinayetini üstlenen kızını aklamak için mücadele eden annenin yaşadıklarını konu alan roman, devletle iç içe geçmiş uluslararası mafyaların yarattığı tahribatı ve toplumsal hafızanın önemini incelikle işlemesiyle siyasi polisiyenin güzel bir örneği olarak karşımıza çıkıyor.

Toplumsal meselelerin edebiyatla ele alınmasını, gerçeklikle estetik arasındaki ilişkiyi ve polisiyede kurgunun işlevini konuştuğumuz Ayşegül Devecioğlu, “Edebiyatın, sanatın işlediği alanla ve doğduğu, beslendiği kaynakla, adalet ve onur gibi kavramların doğduğu kaynak aynı bana göre. Edebiyat bu kaynağı zenginleştiriyor, çok zorlu çabayla dile sığdırmaya çalıştığı (kimi kez başardığı kimi kez başaramadığı), insan denilen yaratığın her zerresiyle bağlı olduğu bu kaynak” dedi.

‘BİZ BURADAYIZ, HÂLÂ YAŞIYORUZ…’

Edebiyatınızda toplumsal meseleler her zaman ana izlek oldu. ‘Kuma Daireler Çizen’ de bunun polisiyedeki örneği, aynı zamanda da sizin için bir ilk… Polisiye, ele aldığınız meseleyi aktarmada nasıl bir alan açtı?

Kuma Daireler Çizen, Ayşegül Devecioğlu, 176 sayfa, Metis Yayınevi, 2024

İzlekten ziyade dünyayı böyle görüyorum. Gördüğüm dünyada sadece toplumsal meseleler diye kodlanan konu değil; bundan bağımsız kavranılamayacak birey, yine çok yıkıcı bir hal almış insani etkinlikten bağımsız kavranılamayacak diğer şeyler de var, yani dünyanın kendisi. Beni heyecanlandıran bu kolay anlaşılmama, bu karmaşa. Nitekim bu romanda da anlatı büyük ölçüde isimsiz kadın karakterin ya da kurgusal varlığın iç dünyasında olup bitenlerin güçlü bir biçimde verilmesiyle şekilleniyor. Burada sorun, polisiye kurgunun sadece imkânlarıyla değil, kısıtlarıyla da boğuşup, metne benim de sevdiğim merak, heyecan, gizem gibi unsurları katmasıyla ilerlerken, polisiye kurgunun da büyük ölçüde dayandığı karakteri iyi şekillendirmekti. Benim için çok ağır olan bir konuyu hazmedilir kılmanın yoluydu bir yandan da. Biz solcuların bayağı polisiye bir hayatı vardır. Ve tabii suça ve suçluluğa bakarken meselenin ekonomi politiği açısından bakarız çok şükür ki ve kaçınılmaz olarak.

Burada en önemlisi teknik ıvır zıvırın içinde romanın dayandığı karakteri iyi dengelemekti. Kadının, belki de bilmenin başka bir yoluyla çoktan bildiği şeyi adım adım bilincine çıkarması sanki polisiyenin imkânlarıyla daha iyi anlatıldı. Bir de benim ana karakterim, seksen öncesi siyasi mücadelenin, antifaşist mücadelenin içinden, pek de anlatılamamış ve anlaşılamamış silahlı hareketten gelen bir solcu kadın. Biraz da şunu söylemek istemiş olabilirim, hem kendimize hem hasımlarımıza; biz buradayız, hâlâ yaşıyoruz gördüklerimizle yaptıklarımızla, belki sonra yapabileceklerimizle.

Romanınızda, ana karakter kendi adaletini arayan bir anne. Sizin için adalet kavramının tanımı nedir? Edebiyat, bu noktada nasıl bir işleve sahip?

Tıpkı onur gibi adalet de büyük genişliği olan, belki zemini daha çok kavramların dışında kalan şeyler. Adalete duyulan ihtiyaç, adaleti arayış, adalet için verilen mücadele. Hepsi duyguların ve düşüncelerin dünyasında iç içe, sonsuz çeşitlilikte ve sonsuz biçimde. Pek çok kılıkta. Varlığımızın derinlerine uzanıyor. Aslında edebiyatın, sanatın işlediği alanla ve doğduğu, beslendiği kaynakla, adalet ve onur gibi kavramların doğduğu kaynak aynı bana göre. Edebiyat bu kaynağı zenginleştiriyor, çok zorlu çabayla dile sığdırmaya çalıştığı (kimi kez başardığı kimi kez başaramadığı), insan denilen yaratığın her zerresiyle bağlı olduğu bu kaynak. Dolayısıyla işi kolayca tarif edilebilecek, ele alınan konunun çarpıcı bir biçimde anlatılmasının, diyelim kimi adaletsizlikleri açığa çıkarmakta sağlayabileceği faydaya indirgemek istemiyorum. Mesela Murathan Mungan’ın 995 Km’de yaptığı şey aslında adalet arayışının bir parçası, ama esas olarak, anlattığım kaynağı besliyor edebiyatla.

HESAPLAŞMASINI BİTİREMEMİŞ TOPLUMUN YANSIMASI

Yine edebiyat yolculuğunuzda alışık olduğumuz kavramlarla karşılaşıyoruz: Bireyin kendiyle ve geçmişiyle hesaplaşması, kolektif hafızanın bugüne yansımaları… ‘Kuma Daireler Çizen’ özelinde bu konuda ne söylemek istersiniz?

Bu kitaptaki hesaplaşma aslında bireysel olarak yapılabilecek bir şey değil. Daha çok, toplumun bütününde hesaplaşmanın yapılamamış olmasının bireydeki yansımaları denebilir belki. Aslında ben geçmişle değil, bugünle hesaplaşmaya çalışıyorum. Bence romanın en önemli cümlesi ilk başta söylenen, ülkede, dünyada ve kainatta hiçbir şey beklenmiyordu, ifadesi. Mesele gerçekten bu. Bugüne ait bir siyasi, toplumsal, insani açmaz. Roman hiç bir şeyin beklenmemesi halinin izleğinde açılıyor, kopuk kopuk canlanıyor hafıza, çünkü parçalanmış durumda. Sanılanın aksine geçmişte bir iç yolculuğa falan çıkmış değilim, hafızanın mekânı şimdidir bilindiği gibi. Bugünü anlatıyorum geçmişle hesaplaşmaktan ziyade bugünle hesaplaşıyorum. Yarattığım kurgusal varlığın bunaltısının, öfkesinin nedeni ki bizim bütün kuşağımıza bir şekilde teşmil edebiliriz- aslında geçmiş değil bugün. Diyeceksiniz ki, bugünün içinde geçmiş yok mu? Elbette var, ama epey çarpıtılmış ve acı verici bir biçimde var. Yeni olmayınca eski de olmaz.

ESTETİKLE GERÇEKLİK ARASINDAKİ İLİŞKİ

Politik mücadele içinde bulunmuş bir yazar olarak metinlerinizde, özellikle 80 öncesi devrimci harekete karşı hem eleştirel hem de sahiplenici bir tavır hissediyoruz. ‘Kuma Daireler Çizen’de de bunu görüyoruz. Kuşağınızın yaşadıklarını edebiyatın imkânlarıyla ele alırken estetikle, gerçeklik arasında nasıl bir denge kuruyorsunuz?

Bildiğiniz gibi estetikle gerçeklik arasındaki ilişki konusu ya da estetikle politika konusu çok tartışılmış ve hâlâ da tartışılmakta olan bir konu. Engels’den, Benjamin’den Bloch’a, Adorno dan Lukacs’a bugüne de ilham veren tartışmalar var. Bir derya. Kestirmeden söylersem orada bizim dışımızda el değmemiş olarak duran bir nesnel gerçeklikten değil, insan dediğimiz yaratığın biçimlendirdiği ve dönüştürdüğü ve tarih ve toplumsallık içinden gördüğü bir gerçeklikten söz ediyoruz. Edebiyat bu gerçekliğin dışında değil. Dolayısıyla edebiyatçı yarattığı dünyayla, hem bu dünya olan, hem bu dünya olmayan yerle gerçekliği dönüştürüyor, zenginleştiriyor, olgunlaştırıyor, tanınır hale getiriyor. Görünmeyeni görünür kılıyor. Yani gerçeklik-estetik ilişkisi kabaca anlatılabilecek bir olayı ya da bizim dışımızdaki bir dünyadan bize yansıyanı edebiyatın imkânlarıyla anlatmak değil, ilişki çok daha girift, ki estetik de çok geniş bir kavram.

Ayşegül Devecioğlu
TOPLUMSAL GERÇEKLİKTE EDEBİYAT ARAÇSALLAŞIYOR MU?

Türkiye’de mafya liderleri, suç örgütleri ve kara para trafiği kamuoyunun ana gündemlerinin başında geliyor. Edebiyatınıza baktığımızda dün kadar bugün de oldukça sık işleniyor. Günümüz politik ve toplumsal meselelerini edebiyatla ele alırken nasıl bir bakış açınız var?

Toplumsal-politik meseleleri edebiyatla ele almıyorum. Çünkü böyle ifade edince edebiyat araçsallaşıyor. Burada yaptığım ya da yapmaya çalıştığım şey zaten bana edebiyat yoluyla görünür olan dünyayı dile sığdırmaya çalışmak. Bir de üstümüze her gün yağan çirkef karşısındaki çaresizliğimiz ilgimi çekiyor daha çok. Yani her şey ortada, ucunun kime bağlı olduğu çok açık ama söylenemiyor. Söylenemediği ve değiştirilemediği için de hepimiz boğazımıza kadar çamura batmış olarak yaşıyoruz.

‘POLİSİYEDE KURGU ÖNEM KAZANIYOR’

Kendinize has bir üslubunuz var, aynı zamanda polisiyenin de bir dili, tabiri caizse jargonu var. Dil ve üslupta nelere dikkat ettiniz?

Dil ve üsluptan ziyade kurgu önem kazanıyor, ben cesediyle, katil kim sorusuyla falan klasik denebilecek bir polisiye yazmaya niyetlendim. Birincisi bu konuda çok yapıt var, özgün bir şey yaratmak kolay değil, ikincisi ben Agatha Christie’ye tabii bayılırım ama, bugün o eserleri o biçimde yazamazdı. Zekice yazılmış güzel masallar olurlardı ki hâlâ da bayılıyorum. Ama iki şey var, bir, katilin uşak olduğu, dayının baba çıktığı, silah yarasının kendine bıçakla çizik atarak taklit edilebildiği o dünya yok. Müthiş bir teknoloji var, DNA’ sı var, svap’ı var, kamerası var. Bunlara hiç girmeyebilirsiniz ama o zaman da niye girmediğinizi bir şekilde okura anlatmalısınız. İşin oyuncaklı tarafını seçtim ve canıma da okundu tam manasıyla, çünkü uzmanlardan destek almak çok önemli ama yeterli değil, binlerce sayfa okudum diyebilirim belki de bir kelime yazmak için. Sonuçta çok hâkim olmadığım bir teknik âlem. Ben herhangi bir polisiyeyi okurken ya da izlerken bu ayrıntılarda en ufak hatayı fark ediyorum, polisiye okurlarının hepsi de benim gibidir, bir tutarsızlık, ne bileyim bunun gibi şeyleri hemen fark ederler. Bir de benim çalıntı zamanlarda yazabilmek gibi bir dezavantajım var maalesef, zihnim çok parçalanıyor.

İkinci olarak polisiye devlet ve sistemle yüzleşti bir kere. Mandel, Hoş Cinayet’te bunu Fransız 68’iyle başlatır. Ama dedektifin ya da polis müfettişinin sarsılmaz egemenlik, güç, para ilişkileriyle karşılaşması, ona toslaması ve adaletin mümkün olmadığını anlaması daha eski aslında. Polisiye zaten doğallıkla politik bir tür. Suç ve suçlu üzerinden etrafa baktığınızda sistemle, iktidarla karşılaşırsınız. Mesela “İsveç’te hayat çok güzel” diyenlere bir Martin Beck polisiyesi öneririm ki şifa bulsun, doktorun reçete yazması gibi. “Yunanistan’a gittik her şey çok güzel, insanlar mutlu, her şey ucuz, yenilip içiliyor” diyenlere bir Markaris okumalarını tavsiye ederim. Yani toplumsal meseleleri en iyi anlatan tür diyebilirim polisiye için. Polisiyenin günümüzde olmazsa olmazı, içinde yaşadığımız kapitalist düzende suçun ekonomi politiği, yeni polisiyeler ya da sol siyasi polisiyeler daha çok bu konuları ele alıyor. Ya da siyasi konuları en sert biçimde dile getiriyor. En son Adrian Mckinty okudum, Kuzey İrlanda polisiyesi, yaralı diyebilirim mesela o polisiyelere, çok etkileyici.

Romanın sonundaki notunuzda sıkı bir polisiye okuru olduğunuzdan bahsediyorsunuz. Bundan sonraki çalışmalarınız neler olacak?

Ben bu âlemde kalıcı değilim. Bütün polisiye yazarlarına selam göndererek, polisiye okuru olmanın çok daha zevkli olduğunu söyleyeceğim. Yazmak istediğim başka şeyler var, tuhaftır, özlem diyebileceğim bir duyguyla zihnimi oradan buradan zorluyorlar. Bu romanın devamı niteliğinde bir metni epey ilerlettim, vakit bulamadığım için aylardır üstünde çalışamıyorum. Ama uzun sürmez. Belki üçleme diye tabir edilen şeyi becerebilirim, belki beceremem. Bu romanın devamı gelecek, onu biliyorum, bir de bu sularda uzun yüzmeyeceğimi biliyorum.

Tüm yazılarını göster