Ağustos ayında, bazı Fransa plajlarında “İslami teamüllere uygun kadın mayosu” olarak bilinen “burkini” giyilmesi yasaklandı. Korsika ve Cannes gibi uluslararası turistik merkezlerdeki plajlarda kolluk güçleri vasıtasıyla burkinili kadınlara müdahale edilmesi -üstelik bu zorbalık anlarının da görüntülenerek yayılması- meseleyi çok geniş kesimlerin gündemine taşıdı. Ağustos sonunda Fransız Yüksek Mahkemesi’nin burkini yasağını askıya alan kararıyla “fiili durum” sona erdi. Ama bu ‘plaj tartışması’nın tortusu kaldı elbette geriye. Fransa, ülkenin ünlü Marksist düşünürü Etienne Balibar’ın “(…) kadınları örtünmeye değil de açılmaya zorlamakla görevli bir ahlak polisi görmekten kılpayı kurtulduk” sözleriyle karşıladığı bu mahkeme kararının ardından “kimlik olarak laiklik” tartışması sürdürürken, bizde tam tersi yönde bir gelişme yaşandı.
Kurban Bayramı’nın da birinci günü olan 12 Eylül’de, İstanbul’da, bir belediye otobüsünde, bir kadına şort giydiği için fiziki saldırı düzenlendi. Saldırıya uğrayan ve yaralanan kadın şikayetçi olunca, konu kamuoyunun da gündemine geldi ve doğal olarak büyük bir infiale yol açtı. Gazete Duvar okurları, olayın gelişimini biliyor, uzatmayalım, önce serbest bırakılan saldırgan, bu kamuoyu tepkisi üzerine tekrar yakalandı ve tutuklandı.
Tüm bunlar olurken, saldırıya uğrayan kadınla “dayanışma” duygusu içinde olan kesimlerin içinde de bir tartışma yaşandı. Önce, bazı kadın hakları savunucuları ve feministlerin bu saldırıyı “erkek şiddeti” olarak tanımlamasına itirazlar geldi. Saldırgan Abdullah Çakıroğlu’nun ifadesindeki, “Her şey İslam hukukuna göre oldu” sözlerine atıfta bulunan itirazlar, “Konu sadece erkek şiddeti olarak açıklanamaz, dinci şiddet var” eksenindeydi. Zaten bir süredir “gündelik yaşamda dinci baskı” hissediliyorken bu itirazlar destek/karşılık buldu. Feministler ise “erkek şiddeti” ifadesinin bir daraltma olmadığını, son noktada dinci şiddetin de erkek egemen / ataerkil toplum düzeninin bir sonucu, uzantısı olduğunu söylediler.
Herkesin “haklı” çıktığı Nasrettin Hoca kıssasına benzemesin ama nihayetinde, “iki tarafın da doğruyu söylediği” bir tartışmaydı bu.
Ayşegül Terzi’nin herkesin gözü önünde uğradığı korkunç saldırıya, tarihsel, antropolojik bir çerçeveden bakan ve son noktada bir “erkek şiddeti” görenler de; güncel ve ideolojik bir çerçeveden “dinci şiddet” görenler de haklılar. Ve aralarındaki tartışma, bizim güncel, acil, yakıcı meselemize çözüm üretmiyor. Bu, söz konusu tartışmanın önemini, yararını ve öğreticiliğini azaltmıyor elbette. Ama halihazırdaki gündelik yaşamın -başta kadınlar olmak üzere- toplumun tüm ezilen kesimlerine yönelik, saldırgan, kısıtlayıcı, tehditkar akışı karşısında, bütünlüklü ve dayanışmacı bir karşı duruş daha mı elzem acaba? İslamcı (ve elbette erkek egemen) aktivasyonun yarattığı “anksiyete”nin, toplumdaki direnç katmanları arasında bir iletişimsizlik ve gerilim yaratmasına engel olmak, teorik/ideolojik pozisyonlarımız kadar önemli değil mi?
Benzer bir gerilim, Tarık Akan’ın ölümünden sonra, onun “siyasal pozisyonuna” ilişkin tartışmalarda da yaşandı.
Dinci taassubun gündelik yaşamda kendini bir “kimlik” ve “karşı kimlik” olarak dayatması, politik muhalefetin saflarında, bu taassup lehine yarılmalar yaratıyor bir süredir. Oysa, Fransız plajlarında örtülü kadınların üstüne polis gönderen bir dünyanın “öbür yüzü”nde, şort giyen kadınlara “İslam hukuku” saikiyle saldırılan tarafında yaşıyoruz. Bir halk otobüsünde, kadınlara giyimi nedeniyle saldırma cesaretini gösteren şahıs öznel olarak “patolojik” olabilir. Ama ona, adli süreçteki ifadelerine de yansıyan “özgüveni” sağlayan siyasal atmosfer, lafta kınarmış gibi göründüğü “burkini avcısı plaj polisleri”ni göreve gönderenlerle kol kola, bir “düşman kimlik” inşa ediyor. Bu “küresel sağcılık” akımının Türkiye ayağı; ülkedeki geleneksel siyasal pozisyonları, başta Kürt meselesi olmak üzere, manipüle ettiği temel sorunlar üzerinden “dinci-şoven” bir zeminde alaşımlıyor. Batıda “dincilik karşıtlığı, laiklik” gibi görünen yeni sağcılık, bizde “dindarlık, milliyetçilik” gibi görünerek toplumu bölüyor ve ortak çıkarlara sahip kesimleri temsil düzeyindeki kimlikler üzerinden ayrıştırıyor. Oysa Kürtler, kadınlar, laikler, emekçiler, tüm yoksullar –elbette farklı mücadele gerekçeleri ve kazanım ufuklarıyla birlikte– aynı güncel ve “dünya tarihsel” sağcılığın saldırısı altındalar. Bu kesimlerin arasındaki yapıcı tartışmalar çok önemli ve geliştirici; ortak bir “kuvvet noktası”na birlikte bastırmak koşuluyla…