Ayşen Uysal: Erdoğan ve Kılıçdaroğlu'nun sokağa bakışı aynı

Prof. Dr. Ayşen Uysal’a göre polis göstericiye düşman gözüyle bakarken göstericinin de polis algısı benzer bir biçimde dönüşüyor. Bunun çok ciddi sonuçlar yaratabileceğini söyleyen Uysal, AKP’nin sokak siyasetini de muhalefetin elinden almak için sistematik bir çalışma içinde olduğu görüşünde. Uysal’a göre “mahalle bekçisi” projesi de bu çalışmanın bir ürünü…

İrfan Aktan iaktan@gazeteduvar.com.tr

16 Nisan referandum sonuçlarını protesto etmek için sokaklara çıkan kesimlere CHP’nin verdiği yanıt, parti içinde ciddi bir hararetlenme yarattı. Bazı muhalif kesimler, CHP yönetimini “sokaktan kaçmakla” eleştirdi. Kılıçdaroğlu’nun sokak protestolarına temkinli yaklaşımının iktidarın elini epey güçlendirdiği söylendi. CHP’liler ise Kılıçdaroğlu’nun bu “temkinli” yaklaşımını, AKP destekçisi kesimlerin, 16 Nisan akşamı protestolara saldırma ihtimaline dayandırıyor.

Peki, bu ihtimal, taleplerini görünür kıldıkları temel mekân olarak sokağı kullanan kesimler açısından nasıl sonuçlar yaratacak? Sokak siyasetindeki egemenlik muhaliflerden iktidar yanlılarına mı geçiyor?

16 Nisan’dan itibaren akıllarda dolanan bu sorulara karşın, özellikle KHK’larla kamu görevlerinden ihraç edilen on binlerce kişinin talebini görünür kılan irili-ufaklı protesto gösterileri, oturma eylemleri giderek ülke gündemine oturuyor. Özellikle de akademisyen Nuriye Gülmen ve öğretmen Semih Özakça’nın 64'üncü gününü dolduran ve sokakta sürdürdükleri açlık grevi, sağlık sorunlarının artmasıyla muhalefetin birinci gündemi haline geldi.

Yıllarca polis teşkilatı üzerine araştırma yapmış olan Dokuz Eylül Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ayşen Uysal’ın “Sokakta Siyaset” kitabı tam da bu dönem yayımlandı. Protesto repertuvarından sokak siyasetinin dönüşümüne ve polis teşkilatının yapısına kadar, şu ana dek benzeri hiç yapılmamış kapsamda bir araştırmaya imza atan Uysal’la sokağı, muhalefeti, polisi ve polisin yeni destekçisi “palalıları” konuştuk…

Günümüz Türkiye’sinin sokak gösterilerine ilişkin kitabınızdaki bir tabloyla başlayalım. “Eylem biçimleri ve performanslar” tablosunda, en çok başvurulan gösteri biçimlerinin sırasıyla yürüyüşler, basın açıklamaları, alkış, slogan, pankart taşıma, miting, yazılama, ıslık, bildiri dağıtma, zılgıt olduğunu aktarıyorsunuz. İktidarın bu tür gösterilere bile tahammül etmemesi, sistem açısından ne anlama geliyor?

Son dönemdeki gelişmeler Türkiye’ye özgü değil. Şu anda Fransa’da da polis şiddeti, eylemlerin engellenmesi tartışılıyor. Bu tabii neo-liberal politikaların polis teşkilatı ve onun anlayışında ortaya çıkardığı dönüşümlerle ilgili. 1968 ertesinde artık Avrupa ya da gelişmiş kapitalist ülkelerde sokak siyaseti olağan, normalleşmiş bir katılım biçimi olarak kabul edilegelmişti. Bu kabul 1990’ların sonuna kadar da sürdü. Fakat 2000’lerin başında, karşıt küreselleşme hareketlerinin ortaya çıkması ve polisin militerleşmesiyle bağlantılı olarak bu algıda dönüşüm yaşandı.

Sokak siyaseti, muhalifler ve devlet açısından nasıl bir etkileşim alanı yaratıyor?

Devletin kontrol biçimleri, polisin sokakta izlediği stratejiler eylem biçimlerini şekillendirdiği gibi, eylem biçimlerinin de polisin strateji ve taktikleri üzerinde etkisi var. Sokak gösterilerine ilişkin toleranssızlık Türkiye devletinin geleneğinde zaten var; ama bu giderek derinleşiyor. Önceki on yıllarda polis denetimini değerlendirirken de polisin sokak siyasetini olağan bir katılım biçimi olarak algılamadığını, protestocuları düşman olarak gördüğünü söylüyorduk. Fakat unutmayalım ki, 1960’ların başında, henüz Toplum Polisi kurulmadan önce eylemlerde polis, öğrencilerden dağılmalarını rica ediyordu. Bugünden bakınca eylemcilere “rica ediyoruz dağılın” diyen bir polis tahayyül edebiliyor muyuz?

1982’de, yerine Çevik Kuvvet’in geçtiği Toplum Polisi kurulduktan sonra, polisin göstericilere yaklaşımı nasıl değişti?

Toplum Polisi’nin kurulması ve uzmanlaşmayla birlikte eylemlerde şiddet ve müdahale artıyor. Sonrasında Pol-Der ve Pol-Bir üzerinden polis içindeki ayrışma artarken toplumsal çatışma ve şiddetin doruğa çıktığını görüyoruz. Tüm bunlar hem emniyet teşkilatının sokağı denetiminde etkili oluyor hem de bu denetimin eylem biçiminde yansımaları başlıyor. O dönem sokağın olağan seyrinden çıkmasının, beraberinde radikalleşmeyi, şehir gerillası mücadelesini getirdiğini görüyoruz. Devletin sokağı olağan seyrinden çıkararak bastırması karşısında hareketler giderek radikalleşiyor ve sokağın dışında bir aktivizm ortaya çıkıyor.

Yani devletin güvenlik algısı radikalleştiği ölçüde muhalefetin de radikalleştiğini söylüyoruz…

Böyle de olabilir; tamamen dezangajman, sönümlenme de yaşanabilir. Bizim gibi bu alanda çalışanların temel sorularından biri şu: “Devlet, toplumsal hareketlere ne yapıyor?”

HER KRİZ TOPLUMSAL HAREKET YARATMAZ

Nedir bu sorunun yanıtı?

Bir protestocu, devlet baskısı veya polis şiddetiyle karşılaştığında nasıl tepki gösteriyor? Mesela artık sokağa çıkmamaya mı başlıyor, yoksa daha radikal bir biçimde, örneğin şiddet yöntemlerine mi başvurup devam ediyor? Bu çok detaylı bir tartışma. Kolektif düzeyde de, devlet şiddeti karşısında protesto eylemleri azalıp sönümleniyor mu, yoksa giderek artıyor mu? Bizim Gezi’de tanık olduğumuz mesele bu aslında. Gezi’ye gelene kadar polis şiddetinin dorukta olduğunu biliyoruz. Gezi’de bu şiddet artmasına rağmen insanlar sokakları terk etmediler. Dolayısıyla hem kolektif hem de bireysel düzeyde, devlet şiddetine verilen yanıt çok farklı olabiliyor. Bu dönemine ve başka koşullara bağlı.

Fotoğraflar: Ece Nur Sürücü

Kitabınızda protesto döngüsü açısından “isyanın başlaması, radikalleşmesi ve sönümlenmesi” gibi üç aşamadan bahsediyorsunuz. Gezi’de de olan buydu ama bir isyanın sönümlenmesinden sonra da süreç devam etmiyor mu? İsyan sönümlenince her şey bitmiş mi oluyor? O isyanın toplumda yarattığı etki, bu üç aşamayı eksik kılmıyor mu?

Protesto eylemlerine bu döngüsel yaklaşımın yaratıcısı olan Sidney Tarrow’a yönelik eleştiriler tam da söylediğin noktada başlıyor. Tarrow’a yönelik eleştirilerde deniyor ki, bütün hareketler başlıyor, yükseliyor ve sönümleniyorsa, o zaman hareketler arasındaki süreklilikleri nasıl açıklayacağız?Toplumsal hareket çalışanların teorik düzeyde en çok tartıştığı meselelerden birisi bu. Bizim gibi bilim insanları tam da toplumsal hareketlerdeki sürekliliğe dikkat çekiyor. Çünkü her toplumsal hareket, nesiller arasında aktarılan bir birikimdir. Eylem biçimleri de böyledir.

Peki, toplumsal hareketsizliğin kendisi de bir birikim süreci midir?

O da birikim olabilir. Bu hareketsizliğin bir süre sonra farklı bir seyre gitmeyeceği söylenemez. Bir toplumsal hareketin ortaya çıkması için gereken birtakım kaynaklar var.

Ne gibi kaynaklar?

Örneğin örgütler, toplumsal hareketler için çok önemli kaynaklardır.

Ekonomik ve siyasi krizler de beraberinde toplumsal hareketleri getirmez mi?

Krizler beraberinde illa bir toplumsal hareket getirmez. Nitekim şu an gördüğümüz gibi ekonomik ve toplumsal krizler böylesi bir hareket yaratmıyor. Dediğim gibi, örgütlerin varlığı ve yapısı çok önemli. Elbette maddi kaynaklar, insan kaynakları, ama aynı zamanda, sistemin açıklık ve kapalılık derecesi de çok belirleyici etkenlerdir. Bütün bunların kesiştiği noktalarda toplumsal hareketler ortaya çıkıyor. Krizlerle toplumsal hareketler arasında otomatik bir ilişki yok. Fakat bu alanda yapılan bütün çalışmalar bize gösteriyor ki, baskının en üst düzeyde olduğu otoriter sistemlerde bile protesto tamamen ortadan kalkmıyor, sadece şekil değiştiriyor. Bunun en tipik örneği 1990’lar Güneydoğu’sudur. İç savaş koşullarında miting ve yürüyüş yapılamazken kepenk kapatma eylemleri bir direniş biçimi olarak ortaya çıktı. Protestoların tamamen sıfırlanması gibi bir durumun dünya tarihinde örneği yok zaten.

PARLAMENTER DEMOKRASİ SOKAĞI DIŞLAMAZ

OHAL’in Türkiye genelinde uygulandığı, toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkının ortadan kaldırıldığı bu dönemden sonrasına dair nasıl bir öngörüde bulunuyorsunuz? Sizce şu an tanık olduğumuz polis şiddeti, Gezi’de olduğu gibi bir toplumsal tepkiyle karşılaşabilir mi?

16 Nisan sonrası protestolar büyüyüp yaygınlaşabilirdi. O potansiyeli taşıyordu. Fakat orada CHP’nin tutumu ve yaptığı tartışmalar, bu protestoların sönümlenmesinde birincil faktör oldu. CHP’nin sokağa bakış açısı, iktidar dilinden farklı bir dil kullanmaması belirleyici oldu. Erdoğan sokağa nasıl bakıyorsa Kılıçdaroğlu da öyle bakıyor. Kılıçdaroğlu 16 Nisan sonrasında “protesto bir haktır” dedi ama CHP’yi bu hak kullanımının dışında tuttu. Akit gazetesi bu açıklamadan hemen sonra “Sokağa tehlikeli çağrı” manşeti attı. Kılıçdaroğlu sonraki günlerde daha net açıklama yaparak “protesto, şiddet olmazsa haktır ama CHP bunun örgütleyicisi olmaz” dedi. İlk başta çok normal gibi görünen bu açıklama, aslında sokağı suç mekânı olarak görmenin ifadesi. Oysa sokağı örgütlemekten daha doğal bir hak yoktur. Öteden beri iktidarlara egemen olan, “protestocuların arkasında ipleri elinde bulunduran güçler var” söylemine benzer bir yaklaşım sergiledi Kılıçdaroğlu. Hatta korkunç bir ifade kullanarak “mücadelemizi parlamenter demokrasi içinde yürüteceğiz” dedi. Oysa parlamenter demokrasi sadece parlamentoda yürütülen, sokağı dışlayan bir model değildir. Sokak, parlamentoda çözülemeyen meselelerin çözümünün istendiği bir mekandır.

Erdoğan’ın Gezi günlerinde “yüzde 50’yi evde zor tutuyorum” şeklindeki açıklaması, sonrasında elinde palalarla göstericilere saldıranların ortaya çıkması hafızalarda derin izler yarattığı gibi insanları sokağa çıkmaktan korkar hale de getirdi. Bu açıdan AKP’nin sokağı “boşaltma” konusunda önceki iktidarlardan farklı bir yöntem keşfettiği söylenebilir mi?

Bu AKP’nin keşfettiği bir yöntem değil. Polis dışı milis güçlerin kullanımı Türkiye’nin tarihinde çok var. Bunlar elbette Gezi’nin seyrinde de etkili oldu. Fakat 15 Temmuz’dan itibaren sokağın el değiştirip değiştirmediği tartışması benim için daha önemli. Cumhurbaşkanı düzeyinde insanların sokağa çağrılması, cumhuriyet tarihinde bir ilkti. İç Güvenlik Yasası’yla birlikte "sokağın müdavimleri" dediğim muhalif kesimlerin gösteri yapması neredeyse olanaksızlaştırılırken “makbul vatandaşın” sokağı kullanımı meşrulaştırılıyor ve bu konuda bir süreklilik oluşturulmaya çalışılıyor. Dünyanın bir çok ülkesinde olduğu gibi Türkiye’de de sokakta uzun yıllardır sol siyaset egemendi. 1990’ların OHAL koşullarında Kürtlerin sokak eylemleri sınırlı kalırken, 2001’de OHAL’in kaldırılmasıyla birlikte Kürtler sokak siyasetinin en temel aktörlerinden biri haline geldi. 1990’lar ve 2000’lerde memur sendikaları sokakta net bir ağırlık sahibiydi. Bir de, çok fark edilmese de, öteden beri sokak siyasetinde öğretmenler çok önemli bir dinamik oluşturuyor. Özellikle proleterleşme süreciyle birlikte öğretmenler daha da önemli bir aktör haline geldi.

GÜLMEN VE ÖZAKÇA SOKAKTAKİ KONUMLARINI DİRENEREK MEŞRULAŞTIRDI

Öğretmenler demişken; şu an en fazla gündemde olan sokak eylemlerinden birini Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın açlık greviyle, sokakta yürütüyor. Bu eylemi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bazı toplumsal gruplar ve siyasal örgütler açlık grevini daha sık kullanıyor. Açlık grevine en çok cezaevlerindeki tutuklu ve hükümlüler başvuruyor. Örneğin Fransa’da açlık grevlerini en çok “kağıtsızlar” dediğimiz, ülkeye illegal giriş yapmış olanlar kullanıyor. Onlar da bu eylemi sokakta yapıyorlar. Gülmen ve Özakça eyleme başladıklarında neredeyse her gün korkunç bir müdahaleyle karşılaştılar. Fakat sokaktaki konumlarını süreç içinde yılmayarak, direnmeye devam ederek kendileri meşrulaştırdılar. Böylece bir süre sonra polis müdahalesi kesildi. İlk başlarda oradan geçenler belki bir selam vermiyordu ama son zamanlarda ziyaretlerin sıklaştığını, eylemlerinin toplumun belli bir kesiminde meşru kabul edildiğini görüyoruz.

Onbinlerce KHK mağduru varken neden sokakta daha fazla insan yok peki?

Farklı direnme biçimleri var aslında. Mesela KHK ile Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden atılan Cenk Yiğiter’in, polisin izin vermediği kelimeleri pankarttan kesip kafasını oradan çıkarması da bir protesto biçimidir. İhraç edildiği kampüse öğrenci olarak dönmesi de bir tür protestodur. Protesto biçimleri grupların deneyimine, tarihsel birikimine bağlı olarak şekillenir. Dolayısıyla açlık grevinin doğru olup olmadığı tartışmasının kendisi doğru değil. Her toplumsal ve politik grubun kendi eylem dağarcığı var ve bu çerçevede hareket eder. Bu dağarcık zaman içinde değişse de bu değişim çok kısmi oluyor. Açlık grevi, başka hiçbir çare kalmadığında, kendi bedenine şiddet uygulamak olarak değerlendiriliyor. Hiçbir çare kalmamış mıydı, ayrı tartışma. Ama eylemin biçimi bir seçimdir. Gülmen ve Özakça’nın da seçimi bu olmuştur. KHK’yla işten atılanlar birbirinden farklı kesimler. Özellikle FETÖ’cü kesimde herhangi bir direniş yok. Bunda, bir direniş kültüründen gelmiyor olmaları çok önemli bir faktör. Ayrıca, ne onların muhalif kesimlere yaklaşma eğilimi var, ne de muhalif kesimlerin onları kapsama derdi var.

Sokakta Siyaset, İletişim Yayınları, 2017

Toplumda biriken tepki, Gezi’de bir ağacın kesilmesiyle veya Tunus’ta bir seyyar satıcının kendini yakmasıyla patlak verebiliyor. Siz şu an benzer bir dinamiğin işlediğini düşünüyor musunuz?

Türkiye’de sınırlı iletişim olanakları kaldı. Çok sayıda gazete, televizyon, radyo kapatılmış durumda. Bazı kişileri doğrudan etkileyen meseleler, toplumun büyük bir bölümüne değmiyor bile. Türkiye’de mahalleler oluşmuş durumda ve pek çok mağduriyet, mahalle içinde kalıyor.

Sizce belli bir kesimle sınırlı kalmış olsa bile, ciddi bir duyarlılık yaratmış olan Gülmen ve Özakça’nın eylemine hükümet neden herhangi bir yanıt vermiyor?

Çünkü onların talepleri sadece kendi durumlarıyla sınırlı değil. Haksız yere işten atılan herkesin işe dönmesini istiyorlar. Eğer bu noktada direnmeye devam ederlerse, ne yazık ki hükümetten bir yanıt gelmeyebilir. KHK’yla ihraçlar, iktidarın kendisine yönelik bir tehdidi bertaraf etme çabasından ibaret değil sonuçta. Bunun ekonomik krizle, sektörlerde, özellikle de devlette küçülmeyle ilgili boyutunu görmek gerekiyor. Bu, mücadelenin başarılamayacağı anlamına gelmez ama bunun idrak edilerek direniş biçimlerinin geliştirilmesi lazım. Nuriye ve Semih’in protestosunun toplumun belli bir kesimine yayılmasıyla ancak işin rengi değişebilir.

PROTESTO SOSYAL MEDYAYA HAPSOLMAYACAK

İktidarın bunca uygulamasına rağmen ciddi bir sokak protestosunun olmamasına bakınca, solun sokağı kaybettiği söylenebilir mi?

Hayır, toplumun hangi kesimi olursa olsun, sokak mücadelesi asla bitmez. Bunca baskıya rağmen halen “hayır, sokaklar bizim” diyen belli bir kesim var. Kadınların sokağı bırakmak istememesi ve çeşitli vesilelerle direndiği eylemler çok önemli. Ama kadınlar da yalnız değil. Bu mücadele ve etkileşim devam edecek. Sokağı açık tutmak, orada varlığını sürdürmeye çalışmak bile hem mücadele hem de bir kazanım.

Sosyal medya sokak mıdır?

Sosyal medyayı, baskının çok yüksek olduğu rejimlerde, görünmezlik ve anonimlik sağlayan, daha fazla kesimin kendini ifade etme ve iktidarı eleştirme hakkını sürdürdüğü bir mecra olarak görmek lazım. Fakat Türkiye’de sosyal medya üzerinden yağan cezalar var. İnsanlar bu yüzden soruşturuluyor, gözaltına alınıyor, tutuklanıyor. Sosyal medya risksiz ve bedelsiz bir alan değil. Charles Tilly “Toplumsal Hareketler” kitabında, nasıl ki sokak repertuvarı 19'uncu yüzyılın icadıysa ve 20'nci yüzyılda şekillendiyse, icat edilmiş bir şey olarak bir gün ortadan da kalkabilir ve onun yerini başka mekanizmalar alabilir, diyor. Sosyal medyanın bunun yerini alma ihtimali olsa da bunun çok yakın gelecekte yaşanmayacağını, protestonun sokaktan çıkıp sosyal medyaya hapsolmayacağını düşünüyorum.

Kitabınızın ana araştırma öğelerinden biri polis teşkilatı. Türkiye’deki polis teşkilatı hem bastırma gücü hem de ideolojik yapı açısından nasıl bir dönüşüm geçiriyor?

Anglo-Sakson modeli daha “toplum için polis” modelidir. Bizdeki polis modeli ise Fransa’dan devralınmış. Meselelere toplumun değil, devletin gözünden bakan ve dolayısıyla devletin en önemli koruyucusu olarak kendisini konumlandıran bir teşkilat bu. Devlet bekasının bir numaralı koruyucusu olarak kendini gören ve bu yönde eğitim alan polis, sokaktaki her eylemi devlete bir tehdit olarak algılıyor. Protestoyu olağan bir katılım biçimi olarak değil ülkeyi yıkmaya, bölmeye çalışan yıkıcı faaliyetler olarak görüyor. Nitekim Çevik Kuvvet polisleriyle ilgili yapılan bir araştırmada Gezi’deki eylemciyi “gelecek derdi olmayan”, “çoğu evlenmemiş”, “ülkenin geleceğine dair kaygısı olmayan”, “ülkenin istikrarından rahatsız olan” şeklinde kodladıkları ortaya konuyor. Polis öteden beri protestocuları böyle algılıyordu ama son dönemde bunun uç boyutlara ulaştığını görüyoruz. Artık yok etmeye yönelik bir yaklaşım söz konusu. Gezi’de gördük, insanların gözlerini kaybetmelerine neden olan atışlar veya bedenlerini sakat bırakacak şekilde yapılan müdahaleler tam da bunu gösteriyor. Tabii göstericilerin de polise dair algısı en uç noktaya ulaşmış durumda. “İnsan değiller” diyor göstericilerin büyük bir bölümü polis için. Toplumsal kutuplaşmada olduğu gibi polis ve göstericiler arasındaki kutuplaşmanın da en aşırı noktaya ulaştığı dönemdeyiz. Bu çok tehlikeli bir nokta. Emniyet teşkilatında teknoloji satın alımı inanılmaz boyutlarda. Bu teknolojinin yarattığı birtakım faktörler var. İnsanların eylem sırasındaki konuşmalarını deşifre edebilecek teknolojiye sahip araçları var polisin. Gözetleme teknikleri korkunç düzeyde. Bütün bunlar alanı protestocu açısından korunmasız, polis açısından da “şeffaf” hale getiriyor. Polisteki dönüşümü görmek açısından teknoloji boyutunu atlamamak gerekiyor.

POLİSİN ÜÇ STRATEJİSİ: CAYDIRMA, ÖNGÖRÜLEMEZLİK, BELİRSİZLİK

Polisin elindeki bu teknoloji, örneğin Gezi döneminde var mıydı?

Tabii ki vardı. 2007’den itibaren çok ciddi bir teknoloji satın alımı başladı. Polisin militerleşmesine birebir katkı sunan en önemli faktör teknolojideki gelişmeler ve bunun satın alımı.

.

Fakat Gezi örneğinde olduğu gibi bu donanım, insanları sokağa çıkmaktan alıkoyamıyor…

Evet ama bir süre sonra bedeller çok ağırlaşınca insanlar geri çekilmeye başlıyor. Müdavimler, yani protestolarını her durumda gerçekleştirenler çekilmese bile, protestoların genişleme süreçlerinde sokak deneyimi daha az olanlar geri çekilebiliyor. Gezi’de tam da yaşanan buydu. Eylemlerde kullanılan en caydırıcı araçlardan biri video kayıtları. Yakından, uzaktan, en ufak bir mimiğinize kadar her şeyi kayıt altına alıyor polis. Fişlenme, kayıt altına alınma, iş bulamama korkusu bir süre sonra yurttaşların çoğunda negatif bir etki yaratıyor. Sosyal medya hesabındaki paylaşımlarından dolayı iş bulamayan, bu yüzden hesabını kapatan binlerce insan var. Hatta okullarda yüksek lisans, doktora sınavlarına giren öğrencileri almadan önce onların sosyal medya hesaplarını kontrol eden öğretim üyeleri var. Dolayısıyla denetim sadece polisle de sınırlı değil. Unutmamak gerekir ki, Türkiye’de polisin eylemlere yönelik politika ve stratejileri; caydırma, öngörülemezlik ve belirsizlik üzerine kurulu.

Öngörülemezlik ve belirsizlikten kastınız ne?

Bir eylemde polis şiddet uygulayarak göstericileri dağıtırken, benzer başka bir eyleme hiç müdahale etmeyebiliyor. Bu öngöremezlik, insanlarda katılıp katılmama konusunda tereddüt yaratıyor.

İnsanlar polisin kullandığı teknolojik denetim mekanizmaları ve diğer taktik ve stratejileriyle nasıl baş edecek sizce?

Bu güç karşısında insanlar da yeni stratejiler, taktikler, yöntemler geliştiriyor. Çok basit bir örnek ama mesela polis kamerayla kayıt yaparken bir kadın ekrana yaklaşıp rujunu sürüyor. Bu da bir direniş yoludur sonuçta. Baskı ve denetim mutlaka bir şeyi ortadan kaldırmıyor. Aksine, ona karşı yeni direniş yöntemlerinin oluşturulmasını beraberinde getiriyor.

HER AKP SEÇMENİ BİRER POLİSE DÖNÜŞTÜRÜLDÜ

Polis teşkilatında özellikle Fethullahçı kadroların büyük ölçüde tasfiye edildiği söyleniyor. Emniyette şu anda nasıl bir yapı oluşmuş durumda?

Hem Polis Akademisi hem de Emniyet Genel Müdürlüğü’nde Fethullahçı polislerin yerine büyük ölçüde aşırı milliyetçi ve nerede, nasıl eğitim aldıkları çok da belli olmayan kişilerin alındığı yönünde bilgiler var. Bu bizzat Polis Akademisi içinden de dillendiriliyor. Teşkilat yapısını incelemenin şu an koşulları olmadığı için bu konuda daha detaylı bilgi aktaramıyoruz. Biz daha çok içeriden konuşan bazı kişilerin değerlendirmeleri üzerinden biliyoruz. Zaten Kürt siyasal hareketine yaklaşımlar, burada izlenen politikalar, sokağa dair tutum, elde ettiğimiz bilginin çok da yanlış olmadığını gösteriyor. 1990’ların politikalarının çok daha katmerlendiğine, çok daha şiddet içerdiğine, acımasız bir biçimde yeniden diretildiğine tanık oluyoruz.

Teknoloji alımından zor kullanma araçlarına ve devasa bir polis teşkilatına rağmen şu an bir de “mahalle bekçileri” gündemde. İddia edildiği gibi mahalle bekçiliği mekanizmasıyla, 15 Temmuz’da meydanlara çağrılan “Ak gençlik” sokakta sabitlenmek mi isteniyor?

Bir kere mikro denetim hedefleniyor. Yani toplumun en küçük biriminden başlayarak denetim sağlanmak isteniyor. 1990’ların sonunda "Toplum Destekli Polislik" diye bir birim kurulmuştu. Ev ziyaretleri de yaparak mahalleliye dair istihbarat toplayan bir birimdi bu. Şimdi benzer bir şeyi bekçilik üzerinden yapmayı hedefliyorlar. Ayrıca kendi milis güçlerini oluşturmaya çalışıyorlar. AKP’nin iktidara geliş ve yükseliş sürecinde başarılı olmasının en temel nedeni mahalle örgütlenmeleriydi. AKP bu işi büyük ölçüde muhtarlarla şekillendirmişti. Aynı stratejinin başka bir ayağını da Erdoğan muhtarları muhatap alarak, onlar üzerinden siyaset üreterek yaptı. Bekçiler üzerinden güvenlik politikası oluşturmakla muhtarların muhatap alınması arasında ciddi bir benzerlik var. Mahalle bekçiliği toplumun çok daha fazla baskı altına alınacağına dair önemli bir göstergedir. Diğer yandan 15 Temmuz’da sokağa çıkan kesimlerin artık belli durumlarda yine sokağı kullanma ihtimalleri var. Ama bunu hak talebi için değil, sokağın müdavimleri dediğim muhalif kesimleri bertaraf etmek için kullanacaklarını düşünüyorum. Dolayısıyla sokağın müdavimlerinin bundan sonraki işi çok daha zor. Çünkü mücadeleleri sadece polisle değil, aynı zamanda daha önce hiç bu kadar güçlü bir biçimde kullanılmayan “yan güçler” dediğim toplumsal kesimleri de karşılarında bulacaklar. Neredeyse her AKP seçmeni birer asker veya polise dönüştürülmüş durumda. Silahlanma çağrılarını da bu çerçevede düşünmek gerekiyor.

Tüm yazılarını göster