Göreceli olarak ‘yeni’ bir festival olmasına rağmen, her sene gelişen ve bizi (tabii ki olumlu anlamda) her sene şaşırtmayı başaran Ayvalık Uluslararası Film Festivali, önemli bir ‘alternatif’ film festivali olma yolunda devam ediyor. Film seçkisinde, başta Cannes olmak üzere dünyadaki önemli festivallerden ödüllerle dönmüş ve ses getirmiş önemli yapımlar kadar ‘bağımsız’ sinema türünde bir ‘ivme’ kazanmış genç ve özgün yönetmenlerin filmlerine de yer veren Ayvalık Festivali bir kez daha sinema severlere zengin bir çeşitlilik taşıyan ve nerdeyse her zevke uygun filmler sunmayı başardı.
Festivalle ilgili diğer düşüncelerimize ve izlediğimiz bazı filmler üzerine yorumlarımıza geçmeden önce, ‘oluşum’ sürecinin en başından beri Ayvalık Film Festivalinin değer kazanması ve özel bir hale dönüşmesi için bütün bilgisini, deneyimini ve enerjisini kullanan Azize Tan ve şevkle çalışan ekibini bir kez daha kutlamamız gerekir.
Tabii birçok önemli festivalde olduğu gibi burada da film gösterimleriyle paralel bir şekilde akan paneller, konuşmalar ve gösterimler sonrasında filmlerin yönetmenleri ve oyuncularıyla buluşmalar, ortama hem bir renklilik hem de bazı büyük festivallerin biraz ‘anonim’ atmosferinde bulamadığımız bir samimiyet ve sıcaklık duygusu yarattı. Üstelik bizce bu hoş atmosfer her Ayvalık Film Festivali zamanında bizi ‘sarmalıyor’!
Festivalde izlediğimiz ve dikkatimizi çeken filmlere biraz yakından bakacak olursak:
MAY DECEMBER / BİR SKANDALIN PEŞİNDE
Festivalin açılış filmi ‘May December’ kendi adıma seçkinin en merak ettiğim ve beklentimin en yüksek olduğu filmlerinden biriydi. Filmin yönetmenlik koltuğunda değişik tarzlarda çok başarılı yapımlar çıkarmış olan Todd Haynes gibi bir ismin bulunması, başrollerini Julianne Moore ve Natalie Portman gibi iki büyük oyuncunun üstlenmesi ve konusu hakkında ön bilgimiz, festivale çok etkileyici bir açılış filmiyle başlayacağımızı önceden hissettiriyordu. Gerçekten de bir skandalla hayatı sarsılmış ama yine de yaşamını rayına sokmuş belli ölçülerde ‘ünlü’ bir kadınla, onu büyük bütçeli bir filmde canlandıracak yeni ve popüler bir aktrisin buluşması üzerine ilerleyecek olan senaryo, ilk bakışta yönetmenin sinema dilini sergileyebileceği, uygun hikaye gibi duruyor. Çünkü Todd Haynes birçok değişik türde, klasik Amerikan filmlerin biçimlerini ‘ödünç alıyor, onları, kendince güncelleyerek aslında Amerika’nın eskiden beri gelen toplumsal ‘sancılarını’ ve boğuşmak zorunda kaldığı pişmanlıklarını daha iyi irdelemek için kullanıyordu. Ancak bizce ne yazık ki ne senaryo için değindiğimiz ‘elverişli’ alan (hikaye 90’lı yıllarda yaşanmış bir skandaldan esinlenmiş) ne de yönetmenin özel sinema dili filmi tümüyle ayağa kaldıramıyor. Gracie karakterinin mutlu ve huzurlu durmasına karşın son derece rahatsız bir tarafı da var: Üç evlilik yaşamış, son evlendiği kendisinden 23 yaş genç olan Joe, onun zamanında hapse girmesine neden olan kişi. ( Ozamanlar 13 yaşında olan Joe ile bir dükkanın arka odasında yakalanmış.) Hikayenin başında iç mekanlardaki vintage ve hafif ‘kitch’ doku hoş bir giriş yaşatsa da ve sorunlu Gracie karakteri ile onu tanıdıkça daha da tehlikeli ‘sulara’ giren aktris Elisabeth arasındaki karşılaşmalar hikayeye bir tempo katsa da ana senaryoda beklenen ‘kıvılcımlar’ bir türlü ‘alev almıyor!’ Bütün bu ‘diken üstünde’ karakterlerin vicdanen tamamen içlerini dökmelerini veya yaşları kaç olursa olsun sorumluluk ve ahlaki açıdan daha olgunlaşmalarını sabırla bekliyoruz ama bizce film bütün bu konuların sonunu getiremiyor. Bu durumu daha da üzücü kılan kısım başkarakterlerin (bizce tabii) yaşayan en büyük aktrislerden biri olan Julianne Moore ve kariyerini çok sağlam bir şekilde inşa eden Natalie Portman tarafından canlandırılması ve bu isimlerin ‘izin verilse’ hikayeyi nereye taşıyabileceklerini tahmin etmemiz… Sonuçta tam bir ‘hayal kırıklığı’ yaşamasak da film ‘izlenebilirlik’ seviyesinin sadece ‘bir tık’ üstüne çıkabiliyor.
NARCOSİS / VURGUN YEMEK
Hollandalı genç yönetmen Martijn de Jong’un ilk uzun metrajı ‘Vurgun Yemek’ ise bizce hoş bir sürpriz yarattı. Film genel olarak dramatik bir yapı ve hikaye taşısa da yönetmen olayların akış kontrolünü asla kaybetmiyor ve duygu sömürüsü tuzağına düşmemeyi de beceriyordu. Hikaye, iki çocuklu bir aileden ‘babanın’ biraz maceracı bir ruhla, tehlikeli ve derin bir yere dalmaya gitmesi ve bir daha asla dönmeme sürecini, olaydan önceki ’mutlu aile’ evresiyle (flash back sekanslarıyla) olay sonrası ‘yastaki aile’ evresi arasında salınarak veriyordu. Ancak en çok dikkatimizi çeken (ve muhtemelen yönetmenin de hedeflediği) trajik olayın kendisinden ziyade ailenin her ferdinin bu kayıp ve acıyla nasıl baş etmek zorunda kaldığı oluyor. Örneğin anne Merel olayın üstünden bir sene geçmesine rağmen halen bu olayı kabullenme ve hayatını yeniden düzene sokma çabasında. 10-11 yaşlarındaki oğulları Boris ise kaybı annesinden daha önce kabullenmiş gibi durmasına rağmen içindeki acıyı bir kızgınlığa çevirmiş ama yine de geçmiş anılarına tutunarak babasını anlamaya ve onunla ruhsal bir iletişim kurmaya çalışan bir çocuk. Ailenin küçük kızı ise belki de babasının öldüğü kendisine asla açık bir şekilde söylenmemiş ama sanki bu durumu hissedip kendi dünyasında onunla konuşan bir karakter. Kendi ve etrafındaki insanların anılarından etkilendiğini ve bunu senaryosunun birçok kısmına yerleştirdiğini açıklayan yönetmen bizce bu değişik duygusal etapları ve bunları değişik ‘limanlarda’ geçiren karakterlerini ince bir şekilde tanıtıyor. Onları zaman zaman uzun sessizliklere iterek ama rahatsız edici abartıda bir karamsarlığa ‘atmadan’, ara sıra geçmiş mutlu yaşam kesitleriyle seyirciye ‘nefes alma’ zamanı bırakarak yaşadığımız kayıplar ve sonrası üzerine samimi ve dürüst bir film çıkarmayı başarıyor. Üstelik de çok orijinal bir senaryoya sahip olmamasına rağmen..
MONSTER / CANAVAR
‘Monster’ filmiyle bir kez daha Cannes Film Festivalinden ödülle dönen Japon yönetmen Hirokazu Kore-eda yine kendisi için önemli temaları bu sefer değişik bir anlatım şekliyle bize sunuyor. Aslında yönetmenin bu sefer takındığı yol yani filmin merkez olayının, müdahil olan birçok kişi tarafından tekrar tekrar ama her birine ait değişik bir bakış açısıyla anlatılması bilindiği üzere ilk defa efsanevi yönetmen Kurosawa’nın ünlü filmi ‘Rashomıon’la (1950) yapılmıştı... Bu yapıyı çok uzun bir süre sonra büyük yönetmen Ridley Scott ‘Last duel’ filmiyle hatırlattı. Ancak Kore-eda’nın, senaryosu genel olarak bahsettiğimiz yapıyı taşısa da, diğerlerinin aksine herkesi bir tarafa ‘savuran’ bir ‘ana’ şoke edici olayla veya bütün semti etkileyecek bir büyük skandalla başlangıç noktası vermiyor. Filmde hissedilen ‘şüphe’ ve endişe duygusu ara sıra patlak veren küçük krizler, göze çarpan ve normal durmayan beden dilleri, ciddi bir sonuca bağlanmayan konuşmalarla yaratılıyor.
Bir de bu kez yönetmen Kore-eda’nın fetiş temalarından vazgeçmeden ilk defa bir filminde bu kadar altını çizdiği bir tema var: İki okul arkadaşı arasında oluşan, tenselden ziyade platonik bir düzeyde kendisini gösteren cinsel yönelim… Ancak bu ‘değişiklik’ Kore-eda’nın bazen etrafında dolaştığı bazen ise tamamen içine ‘daldığı’ aile, öteki, sıradan olma tercihi gibi birçok temayla uyuşan ve karakterlerin ruhsal ‘savruluşlarını’ doğrulayan, sağlamlaştıran bir öğe oluyor. Sonuç olarak tabii ki önemli ve görülmesi gereken bir film…
Festivaldeki diğer önemli filmlere de daha sonra bakacağız…