Cem Kaya’nın anlatısını güçlü kılan şey, yalnızca müziğin izini sürmemesi. Kaya, aynı zamanda hem Almanya’daki sosyo-ekonomik kırılmaların hem de ‘gurbetçiler’in kültürel dönüşümünün izini sürüyor. Bunu yaparken de döneme dair tarihi bilgiler, mikrofon uzatılan insanların tanıklıklarıyla ete kemiğe büründürüp capcanlı hale getiriliyor.
Ayvalık, bir sinema kenti olmaya her yıl biraz daha yaklaşıyor. 2018 yılında Azize Tan’ın direktörlüğünde düzenlenmeye başlanan Başka Sinema Ayvalık Film Festivali ile atılan tohumlar artık fidana dönüşmüş. Azize Tan’ın bu yıl Seyir Derneği ile birlikte yola devam ettiği, Ayvalık Uluslararası Film Festivali adını alan yeni oluşum da bu fidanları daha da büyütecek belli ki. 16-21 Eylül tarihleri arasında düzenlenen festivalin varlığı kentin birçok noktasına yayılırken, günlük hayatın da gündemine girmeye başlamış.
Başka kentlerden festival için Ayvalık’a gelenler, günübirlik gelip birkaç film izleyip geri dönenler yeni bir dönemin habercisi. Bu yıl hem film gösterimleri hem de yan etkinlikler hayli ilgi gördü. Filmleri gösterilen sinemacılarla yaptığımız sohbetlerde seyircinin reaksiyonlarının çok iyi olduğu, güzel sorular geldiği, yerinde yorumlar yapıldığı ifade edildi. Bu çok önemli çünkü iyi bir festivali yaşatan ve geliştiren şey iyi seyirci. Siz ne kadar iyi program yaparsanız yapın, seyircinin bu içerikle kurduğu bağ festivallerin de kaderini belirliyor. Belli ki, Azize Tan ve ekibinin ortaya koyduğu içerik bölgede yaşayanlar ile güçlü bir bağ kuruyor.
Bizim için ise festivalin samimiyeti ayırt edici. Sinemacıların eleştirmenler ve seyirciyle iç içe olabildiği, filmlerden konuşabildiği bir alana dönüşüyor festival. Aynı zamanda kentteki bazı mekanlar da festivalin parçası haline geliyor, etkisinin gelişmesine katkı sunuyor. Umarız gördüğü destek daha da artar ve uzun yıllar devam eder festival.
Festivallerden bahsederek girmişken, İstanbul’da göremediğim ama Ayvalık’ta görme fırsatı bulduğum "Aşk, Mark ve Ölüm"e dair birkaç kelam etmek isterim. Bu hafta itibariyle sinema salonlarında da gösterilmeye başlanacak olan yapım, yılın en iyilerinden biri olarak dikkat çekiyor.
2014 yılında "Motör: Kopya Kültürü ve Popüler Türk Sineması" adlı belgeseliyle adından çok söz ettiren Cem Kaya, bu kez Almanya’da yaşayan Türkiyelilerin müzik kültürüne bakıyor. 1961 yılında imzalanan anlaşma ile Almanya’ya çalışmak için giden Türkiyeli işçilerin orada oluşturdukları müzik kültürü ve bunun geride kalan elli yıldaki dönüşümü, hayranlık uyandırıcı bir arşiv taraması ve temsil gücü hayli yüksek karakterler üzerinden anlatılıyor. Kaya’nın "Motör"de de gördüğümüz geniş arşiv taraması ve bol görsel malzeme kullanma özelliği burada da devam ediyor. Müzik de ekleniyor bu sefer. Buna bir müzik parçası gibi işleyen dinamik kurgu eklendiğinde yapımın bıraktığı his katlanarak artıyor.
Cem Kaya’nın Mehmet Akif Büyükatalay’la birlikte kaleme aldığı belgesel, adından da anlaşılacağı üzere üç bölüm. İlk bölüm 'Aşk', 60’lı yılların uyumsuzluk dönemlerinin, acı çekilen zamanların müziğine bakıyor. İkinci bölüm 'Mark', sektörün oturduğu, hem kaset satışlarının hem de düğün piyasasının büyüdüğü ve Alman Marklarının havada uçuştuğu yıllara odaklanıyor. 'Ölüm' ise Doğu- Batı Almanya’nın birleşmesi sonrası yükselen ırkçılığın şiddet boyutuna vardığı 90’lı yıllar ve bu durumun müzikte yarattığı değişimin izini sürüyor.
Cem Kaya’nın anlatısını güçlü kılan şey, yalnızca müziğin izini sürmemesi. Kaya, aynı zamanda hem Almanya’daki sosyo-ekonomik kırılmaların hem de ‘gurbetçiler’in kültürel dönüşümünün de izini sürüyor. Bunu yaparken de döneme dair tarihi bilgiler, mikrofon uzatılan insanların tanıklıklarıyla ete kemiğe büründürüp capcanlı hale getiriliyor. Köln Bülbülü Yüksel Özkasap, İsmet Topçu, Dede Deli, Derdiyoklar, Cavidan Ünal, Muhabbet, Killa Hakan, Kabus Kerim, Erci E. ve Hatay Engin gibi dönemin önemli müzisyenleri bir yandan müzikal serüvenlerini anlatırken, diğer yandan bu tarihi dönüşümün tanığı haline geliyor. Kaya’nın bir mahareti de bunu çok kolaymış gibi göstermeyi başarması. Ki aslında çok zor bir işin altından kalkıyor.
"Aşk, Mark ve Ölüm"ün gücü içine aldıklarından değil, dışarıda bırakmaya karar verdiklerinden geliyor bana göre. Birçok belgeselci, ele aldığı konudaki materyal ve tanıklık sayısı arttıkça şehvete kapılıp daha fazla bilgiyi filmin içine koyma telaşına giriyor. Dışarıda kalacak önemli bir bilginin, meselenin tamamının anlaşılmasına engel olacağına dair his belki de bu. Ama yanlış bir his! Bunu kariyerinin başındaki kurmaca film yönetmenlerinde de sıkça görüyoruz. Yani doğru anlaşılamama kaygısıyla her şeyi koyma hissi.
Oysa "Aşk, Mark ve Ölüm"de içeriğe girenden çok dışarıda bırakılmış malzeme varmış gibi duruyor. İzlerken "80 darbesi sonrası mülteci durumuna düşen müzisyenlerin durumu sadece Cem Karaca ile geçiştiriliyor", "Neşet Ertaş, Aşık Mahzuni bir görünüp kayboluyor" gibi sorular akıllardan geçse de, bu önemli isim ve konuların şehvetine kapılmıyor yönetmen. Belli ki daha başlarken neyi, nasıl anlatmak istediği konusunda verilmiş karar. Bu da belgeselin dağılması, çok şey anlatırken hiçbir şeyin hakkını verememek gibi risklerin önüne geçmiş.
Cem Kaya, emin adımlarla kendisine çok özel bir yer açıyor sinemamızda. "Aşk, Mark ve Ölüm"ü salonlarda izleyin mutlaka. "Motör" de bir yerde denk gelirse kaçırmayın…