Az iken muhalefet çok olunca kibir

Az olduklarını bilen ama kendilerini azınlık olarak görmeyip mücadele edenler ile az olmalarına rağmen sadece bir zamanlar yaşadıkları çoğunluk hissini korumak isteyenler aynı siyasi refleksleri göstermiyorlar.

Kemal Can kcan@gazeteduvar.com.tr

Bu köşenin altındaki mini biyografide de belirtildiği üzere Düzce’de doğdum. Çocukluğumu geçirdiğim yıllarda, küçük bir merkez olmasına rağmen bir yol şehri olarak aşırı kozmopolitti. Türkiye’deki hemen her etnik gruptan, neredeyse bütün siyasi eğilimlerden küçük de olsa birer koloni vardı. İki büyük metropolü bağlayan ana yol, memlekette olup biteni, gelişen modaları, yükselen eğilimleri çok hızlı taşıyordu. Öğrenmek isteyen bir çocuk için büyük nimet. Ve Düzce o yıllarda da, baskıcı ve tacizkâr muhafazakarlık açısından şimdiki Türkiye’ye daha yakındı. Ama 70’lerin tam ortasında dünyada esen rüzgarların verdiği cesaretle sınırlı sayıda insan, o koyu atmosferin içinde farklı ses ve nefes vermeye çalışıyordu. Azdılar ama pek de öyle hissetmiyor, hissettirmiyorlardı. Belki çocukça bir hevesle öyle istediğim için bana olduklarından daha kalabalık görünüyorlardı.

Geçtiğimiz günlerde yine Düzce’ye gittim. Daha ortaokul sıralarındayken siyasetle birlikte tanıştığım arkadaşlarımla bir gün geçirdim. Neredeyse bir yıldır tek başına direnişini sürdüren KHK mağduru Alev Şahin’in şemsiyesinin altında çay içip sohbet ettim. Gelip geçerken gördüğümden daha fazlasına bakmaya, dışarıdan takip ettiğimden daha çoğunu dinlemeye çalıştım: Yine “sağcılığın” neredeyse havada asılı olduğu bir şehir görünümünde. Yine az bulunur bir çeşitliliğin içinde şaşırtıcı biçimde tek tip zorlamasında. İktidarın “ötekileri” yok sayma yaklaşımı, oyu yüzde 70’lerin üzerine çıktığı bu şehirde elbette çok daha sert. Ama yine sınırlı sayıda insan yaratabildikleri her küçük alanda demokrat bir duruş, farklı bir nefes yaratmaya çalışıyor. Daha da azlar ve olduklarından da azmış gibi hissetmeleri için her şey yapılıyor. Ama onlar da edilmesi gerekenleri “rahatsız” etmeye devam ediyorlar.

Siyaset sayılara, oranlara bakılarak konuşulunca aşırı soğuk, cansız ve iç karartıcı olabiliyor. İktidar blokunun çok yüksek oy aldığı şehirler, geniş bir coğrafya, sanki oralarda başka bir şey yokmuş gibi ele alınıyor. Oy sayısının yarattığı kibir iktidarla sınırlı kalmıyor. Oysa, iktidar lehine çok ezici oy ağırlıkları olan şehirlerde, kimi zaman mesleki, kimi zaman etnik korunaklara sığınarak ayakta durmaya çalışan ve az olmanın ciğerlere kadar işlediği, başa kakıldığı zeminlerde muhalif olmaya devam edenler var. Koyu ve bazen de kıyıcı sağcılığın sokak devriyesi gibi dolaştığı alanlarda solculuk yapmayı sürdürenler var. Çankaya’da, Beşiktaş’ta, Karşıyaka’da kalabalıklar içinde yerinenlerle, Düzce’de, Yozgat’ta, Rize’de bir avuç olup direnenler arasındaki fark sadece sayısal verilerle anlaşılamaz.

İLK İLİKLENEN DÜĞME

Uzunca bir süre iktidar yandaşlarının muhalefeti aşağılamak için ve bir süredir de çok haklı olarak herkesin kullanmaya başladığı, “Türkiye’nin muhalefet sorunu” meselesine bu pencereden bakınca, biraz farklı bir resim beliriyor sanki. İlk anda çok doğru gibi gelen bazı noktalar önemsizleşirken, pek fark edilemeyen bazı hususlar daha çok önem kazanıyor. Haksızlığı, kötülüğü, insanların ve insanlığın faydasına olmadığı çok açık görünen olumsuzluklara karşı olmak, yani muhalif olmak önemli bir ortak payda. Ancak, muhalif olmaya götüren asıl neden ve onun yaşanma biçimi açısından oluşan farklar, bu ortaklığı ciddi biçimde bozabiliyor. Rahatının kaçma ihtimalinden endişe ettiğinden her şeyi hak görenle, seçimleri nedeniyle yıllarca rahat yüzü görmemişin direnci aynı olmuyor.

Siyasi tavır, politik mensubiyet sosyal, ekonomik, kültürel hatta coğrafi bir sürü dinamiğin yanı sıra ahlaki ve vicdani bir mesele. Siyaseti moral dinamiklerle ilişkilendirmek ağırlıkla sağcıların işi olarak kabul edilse de, özellikle anarşist literatür bize siyasetin etik zemini hakkında kulak vermemiz ve hatırlamamız gereken önemli şeyler söylüyor. İyice kabalaştırdığımı bilerek söylüyorum: Eğer gelmekte olan bir şeylerden korkup mevcut halin değişmesinin sizi mutsuz edeceğine inanıyorsanız muhafazakar, içinde yaşadığınız atmosferden rahatsızlık duyuyor ve daha iyisinin olabileceğine inanıyorsanız da devrimci olma ihtimaliniz daha fazla. Sadece sonuçla ilgiliyseniz kırılgan bir pragmatik, dayanışmaya güvenerek direnirseniz de mücadeleci biri olabilirsiniz. Bütün dünyada muhalefetin gelecek güzel günler değil, gelmekte olan tehlikeler üzerine kurulmaya başlanması bir inandırıcılık ve inanç sorunu yaratıyor.

Siyasi tercihi ve aksiyonu, belki de hayata bakışı belirleyen en temel dürtü, başlangıç motivasyonu. Siyasetle neden ilişki kurmaya başlandığı, kurulacak ilişkinin yürüyeceği yolu önemli oranda etkiliyor. Dünyadan alınacaklara veya dünyaya katılacaklara odaklanma farkıyla ilgili galiba olup biten. Rahatı kaçtığı için çare arayanla, “daha iyi” için birilerini rahatsız etmeyi göze alanların siyasi refleksleri de, hikayeleri de çoğu zaman örtüşmüyor. Ancak ilkinin sesi (gürültüsü) daha fazla çıkıyor, ikincisinin ise inadı fark atıyor. Hayat tarzı üzerinden yürütülen siyasi tartışmalarda bunu çok daha açık biçimde görmek mümkün.

GELECEĞE DEĞİL YAŞANANA MUHALEFET

İçinde olunarak, yaşanmakta olanla ilişki kurularak -ilişki, uyumlu olmak anlamına hiç gelmiyor- oluşturulan siyaset alanı hem etkisi, hem de direnci açısından sayısal görüntüsünden daha farklı bir etkiye sahip. Buna karşılık, eskisi gibi olunamayacağı ve rahatın kaçacağı ihtimali üzerine kurulan ve “durdurun şunları” sınırını aşamayan bir muhalefet tarzı fazla dayanıksız. Veya şöyle de tarif edebiliriz; Az olduklarını bilen ama kendilerini azınlık olarak görmeyip mücadele edenler ile az olmalarına rağmen sadece bir zamanlar yaşadıkları çoğunluk hissini korumak isteyenler aynı siyasi refleksleri göstermiyorlar. Hayat tarzını ilkesel bir özgürlük ve asıl olarak “ötekilerin” meselesi olarak algılamayanlar, baskılardan duydukları rahatsızlıkları bir anda ırkçı bir tahammülsüzlüğe çevirmekten, sadece kendilerine kadar özgürlük talep etmekten kolay kaçınamıyorlar.

Türkiye bugün cehaletin, gericiliğin ve düşmanlaştırmanın kolay övülebildiği bir ülke gibi görünüyor olabilir ama gerçek verilere, ciddi araştırma sonuçlarına bakıldığında durumun tam öyle olmadığı anlaşılıyor. Öğrenim seviyesi artmış, temas ve ilişki alanları çeşitlenmiş, hatta taassup bile gerilemiş durumda. Görünürlük açısından oluşan negatif trendin asıl sebebi ise, bu eğilimleri besleyen çoğunluğun yükselmesinden ziyade, azların sesinin değersizleşmesi. Üstelik bu, sadece iktidar baskısıyla oluşan bir durum değil, muhalefet algısıyla da yakından ilgili. Bu durum, “muhalefet neden bu kadar güçsüz” sorusuna da başka bir pencere açıyor: Hangi muhalefetten bahsetmekteyiz? Güçsüz olan ne, neyin daha güçlü olması isteniyor? Elbette aynı sorular, “yenilik”, “değişme” başlıklarıyla da tekrarlanabilir.

Çocukluğumun şehrinde geçirdiğim günün ardından, biraz geçmişe gittim. Gelecek olan tehlikelerden (komünizm gelecek) bahseden kalabalığın değil de, içinde olduğumuz duruma itiraz eden azların neden bana daha doğru söylüyormuş gibi geldiğini hatırladım. Hiçbir açık avantajları olmadan, hatta korumaları gerekenleri riske atarak mücadele edenlerin neden daha inandırıcı geldiğini düşündüm. Az olunan, “güçsüz” görünülen yerde direnç göstermenin çoğaltan etkisini düşündüm. Muhalif olmak büyük parantezinde herkesin eşitlenmediğini, bazılarının da hakkının yendiğini hissettim. Hapse girmeden önce yeterince cesur olmadığı için eleştirdiği yazarların davaları için adliye önüne gelmeye üşenenlerin karşısına, bahçesinin ilk fındığını kırıp Alev Şahin’e getirenleri koydum. Öyle işte...

Tüm yazılarını göster