Aziz Nesin’in kayıp romanının peşinde
Elimdeki eksik kitabı tamamlamak artık benim için bir kişisel gurur meselesi haline geliyor, bu iz sürme oyunu da eğlenceli bir hal alıyordu.
Can Türe
Her devlet okulunun sıra dışı bir öğretmeni vardır. Bu öğretmenler, kendilerini Talim Terbiye Kurulu’nun belirlediği basmakalıp müfredatla sınırlamaz ve şartlar elverdiğince derse kendilerinden bir şeyler katarlar. İşte böyle bir öğretmen, lise edebiyat öğretmenim derslerinden birinde, bir edebiyat dergisinde çıkan yazıyı biz öğrencileriyle paylaşmıştı. Yazı, Aziz Nesin’in 1950’li yıllarda yazdığı ve sadece iki baskı yaptıktan sonra yasaklanmış bir kitaptan söz ediyordu. Asıl ilginci ise, üzerinden yaklaşık elli yıl geçmiş olmasına Saçkıran isimli bu kitabın yasağının hala sürdüğünün belirtilmesiydi. Ben ve benim gibi birkaç “lise solcusu” öğrenci bu yazıyı ilgiyle dinledik ve hemen unuttuk! Kısa bir süre sonra ise ben üniversiteyi okumak için İstanbul’a yerleştim.
Ailemi ve dostlarımı ziyaret için kısa süreliğine memleketime döndüğüm günlerden birinde, çok yakın bir dostum bana kütüphanesindeki kitapları tanıtırken, içlerinden bazılarının kendisine dedesinden kaldığını söyledi. Ben de eski olan her kitaba duyduğum ilgiyle bunları daha derin bir merakla inceliyor, arada sayfaları çözülmeye yüz tutmuş kitapların taşıdığı ağır selüloz kokusunu duymaya çalışıyordum. Birkaç kitabı inceledikten sonra sıra kapaksız, saman kağıdı iyice sararmış ve neredeyse hamurlaşmış, sayfalarının eksik olduğu hemen anlaşılan bir kitaba geldi. “Bu da dedemin kitaplarından biri ama kapağı olmadığından ne olduğunu bilmiyorum” dedi arkadaşım. Kitabın kapağı yoktu, fakat iç kapak denilen ve başlığın yer aldığı sayfa duruyordu. Sapsarı ve oldukça yıpranmış olan sayfadaki başlık şuydu: “Saçkıran” Bir sonraki sayfada ise sadece şu not vardı: “Bu eser 1954 ve 1957 yıllarında basılmıştır.” Başlığı ve bu notu görünce aklıma yıldırım hızıyla, edebiyat öğretmenimin birkaç ay önce okuduğu yazı geldi. O yazıdaki kitap bu kitaptı, Aziz Nesin’in “Saçkıran”ıydı.
Daha sonra öğreneceğim üzere, bulunması bu kadar zor olan bir kitabın, küçük bir Anadolu kasabasında, benim memleketimde ve çok yakın bir dostumun kütüphanesinde ortaya çıkması hayatta yaşanabilecek tesadüflerin boyutlarına dair inanılmaz bir örnekti. Fakat biz o anda ne bunun üzerine kafa yorduk ne de bu kitabın kim bilir kaç yıl boyunca ne olduğu dahi bilinmeden o kütüphanede öylece durduğu ya da dedesinin onu ne zaman okuyup nasıl sakladığı gibi tartışmalara daldık. Kendisine bu kitabın ne olduğunu söylediğimde dostumun yüzündeki şaşkınlık ifadesini hala hatırlarım. Ayrıntılı bir incelemeden sonra kitabın eksik sayfalarını saptadık. Çeşitli bölümlerindeki tek tek eksik sayfaların yanı sıra kitabın sonundaki bir bölüm de tümüyle kayıptı. Fakat bu eksik bölümün uzunluğunu kestiremiyorduk. Diğer yandan kitabın kapağı ve giriş sayfaları gibi eksikleri de vardı. İstanbul’daki kütüphanelerden bu eksik kısımları tamamlayabileceğim düşüncesiyle arkadaşımdan izin isteyerek kitabı yanıma aldım.
İstanbul’a dönüşümde ilk gittiğim yer dönemin en zengin Cumhuriyet arşivine sahip kütüphanesi olan İstanbul Üniversitesi Merkez Kütüphanesi oldu. Yaptığım araştırmalarda kitabın 1954 baskısının kaydı görünüyor fakat kendisine ulaşılamıyordu. Birkaç denemeden sonra kitabın kütüphanede olması gerektiği yerde olmadığı kesinleşti. Buradan umudumu kesince, tüm yayınların arşivlendiği Ankara’daki Milli Kütüphane’ye başvurdum ve oradan da kitabın “kaydına rastlanmadığı” yanıtını aldım. Sorunlu bir kitap olduğunu biliyordum ama ülkenin en kapsamlı iki kütüphanesinde bulunamayacak kadar da “yasaklı” olduğunu düşünmemiştim! Bu iki denemeden sonra, Beyazıt Devlet Kütüphanesi, Taksim Atatürk Kütüphanesi gibi bir dizi nadir eserler kütüphanesinde ve Ankara, İzmir, Bursa gibi şehirlerin büyük kütüphanelerinde kitaba dair bir kayıt aradım. Fakat bu çabaların hiçbiri sonuç vermedi.
Elimdeki eksik kitabı tamamlamak artık benim için bir kişisel bir gurur meselesi haline geliyor, bu iz sürme oyunu da eğlenceli bir hal alıyordu. Bu kararlılıkla, aradığımı bulacağıma kesin gözüyle baktığım Aziz Nesin Vakfı’nın yolunu tuttum. Çatalca’da bulunan ve Beyoğlu’ndan yaklaşık iki saatlik bir otobüs yolculuğunun sonunda ulaştığım vakfın yetkilileri kitabı bildiklerini söylediklerinde çok mutlu olmuştum. İlk defa benim dışımda kitabım varlığından haberdar birilerine rastlıyordum. Fakat kitabın eksiklerini burada bulabileceğime dair umudum da çok geçmeden kursağımda kaldı. Vakfın kütüphane sorumlusu, kitabın Aziz Nesin’in henüz çok küçük bir kısmı açılmış olan kişisel kütüphanesinde bulunduğunu ve bu açılan kısmından çıkmadığını aktardı. Kitap kısa sürede de ortaya çıkabilir, bulunması yıllar da alabilirdi. Bulunması halinde beni bilgilendirmeleri için telefon numaramı yetkiliye bıraktım; fakat vakıftan hiçbir zaman haber almadım.
Bu noktadan sonra benim için sahafiye kitap satıcılarını tek tek dolaşarak kitabı aramaktan başka çare kalmıyordu. Öncelikle çok sayıda sahafın bir arada bulunduğu Beyoğlu Aslıhan Çarşısı’na gittim. Sahafların birçoğu kitaptan haberdar bile değildi. Kimi ise bir dönem ellerinde bulunduğunu fakat satıldığını söylüyordu. Kitaptan habersiz görünmemek için mi yoksa gerçek bu olduğu için mi bunu söylediklerine fazla kafa yormadım. Her iki olasılık da benim istediğim sonucu vermiyordu. “Saçkıran” hala yarımdı. Bir diğer toplu araştırma noktam ise, Anadolu yakasında sahafların toplandıkları Moda Sahaflar Çarşısı oldu. Buradan da bir sonuç çıkmadı. Bundan sonra uzun bir süre, ayrı ayrı noktalarda bulunan sahaflara kitabı sordum. Kaç tane dükkâna telefon numaramı bıraktığımı hatırlamıyorum bile.
Kitabı tamamlayabileceğime dair umudumu yitirmek üzereydim. Artık tek yaptığım, karşıma tesadüfen çıkan sahaflara tek tek uğrayıp kitabı sormaktı. Bunların da çoğuna zaten bakmıştım. Tanıdığım birçok sahaf Saçkıran maceramı, bir dedektif titizliği ve kararlılığıyla kitabın izini sürdüğümü öğrenmişti. Günlerden bir gün yine Moda Sahaflar Çarşısı’nda dükkânı bulunan bir arkadaşıma kapıdan uğradığımda bana “Saçkıran’dan haber var mı?” diye sordu. “Yok, zaten bu saatten sonra olmaz da!” diye umutsuz bir yanıt verdim. O sırada yanında oturan orta yaşlı kişi söze karışarak, “Aziz Nesin’in Saçkıran’ından mı bahsediyorsunuz?” dedi. İkimiz de adamın kitaptan haberdar olmasına şaşırmıştık. Adam “Kitap bende var” dediğinde ise öyle heyecanlanmıştım ki, “Dükkânınız neredeyse hemen gidelim, fiyatı ne olursa olsun almak istiyorum” dedim. Bu sefer de adam benim heyecanıma şaşırmıştı. Kendisinin sahaf olmadığını ve kitabın babasının özel kütüphanesinde bulunduğunu söyledi. İlk heyecanım geçince adama kitabın öyküsünü ve onu tamamlamak için aylardır sürdürdüğüm macerayı anlattım. Adam ise, kendisinin Adana’da yaşadığını ve birkaç gün için İstanbul’da olduğunu söyledi. Görünüşe bakılırsa kitabı yine tamamlayamayacaktım. Başta biraz hayal kırıklığı yaşasam da, aylar sonra kitaba dair bir iz yakalamışken tekrar kaybetmeye de niyetim yoktu. Kitabın eksik bölümlerinin kopyasını bana postayla yollarsa çok memnun olacağımı söyledim. Ortak arkadaşımızın hatırına ve anlattığım öyküden etkilendiğinden olsa gerek, seve seve ilgileneceğini söyledi. Kitabın eksik kısımlarının sayfa numaralarını ve diğer bilgileri kendisine verdim. Fakat yardımsever yaklaşımına rağmen hala istediklerimi göndereceğinden emin değildim. Büyük ihtimalle dükkândan çıktığı gibi unutacak ve verdiğim adresi atacaktı. Herkesin cep telefonu numarası paylaştığı yıllar henüz gelmemişti.
Aradan geçen birkaç haftadan sonra tanımadığım bir kişiden, üzerinde benim ismim ve adresim yazan bir posta aldım. Büyük boy zarfın üzerindeki Adana yazısını görünce içinde ne olduğunu anladım ve heyecanla zarfı açtım. İçinden çıkan fotokopi kağıtlarında kopyalanmış sayfalar vardı. Hemen kitaptaki eksik sayfa numaralarıyla karşılaştırdım. Numaralar tümüyle birbirini tutuyordu. Adam, rica ettiğim diğer eksik bölümleri de göndermişti: Kitabın kapağını ilk defa görüyordum. 50’li yılların sıradan kitap kapaklarının bir benzeri olmasına rağmen bunca arayıştan sonra görebilmek bana heyecan vermişti. Hemen zarfın üzerindeki adrese bir mektup yazarak minnettarlığımı ifade ettim.
Şimdi geriye yapılacak tek bir iş kalmıştı. Bu yaklaşık elli yıllık eksiği tamamlamak ve kitabı tek parça haline getirmek! Sayfaları el yordamıyla tek tek sıraladım ve kitabı toparladım. Önce bir matbaaya götürerek kitabın bozuk bölümlerini onarttım. Sayfaların yıpranmış kenarlarını matbaada kestirerek daha fazla dağılmamalarını sağladım. Kapaksız ve ciltsiz de olsa kitap şimdi daha yeni görünüyordu. Son olarak güzelce ciltleterek kitaba şık bir elbise giydirdim. Artık Saçkıran tamamlanmıştı. Ve görünüşe bakılırsa, kütüphanesinde bu kitaba sahip olan çok az kişiden biriydim. Kitabı birkaç kez okudum. Bu öyküyü anlattığım insanlar da birçok kez okumak için ödünç aldılar.
Çok uzun yıllar sonra, tebessümle hatırladığım bu macerayı Nesin Yayınları’nın editörü Esin Pervane ile paylaştım. Kendisi Aziz Nesin arşivinin dokümantasyonu ve külliyatının restorasyonuna yıllarını vermişti ve Saçkıran’ın akıbetini sormak için en doğru kişiydi. Bana kitabın ellerinde olduğunu fakat kitapları bir sıraya göre yayına hazırladıklarını aktardı. Saçkıran da yeniden yayınlanmak için sırasını bekleyecekti! Bugün itibariyle Saçkıran’ın yeni bir baskısı hala yok. Ama en azından benim o yıllarda sahip olmadığım bir imkâna sahibiz: İlgilisi bugün basit bir internet aramasıyla kitabın görsellerine, içeriğine dair bilgiye ve kütüphane kayıtlarına dijital olarak ulaşabiliyor. Hatta şanslı olanlar kitabın ara sıra satıldığı sanal mezatlara bile denk gelebilir.
Peki kimsenin hatırlamadığı, unutulup gitmiş bir kitap için tüm bu çabama değmiş miydi? Bilmiyorum! Saçkıran okuduklarım arasında edebi değeri en yüksek kitaplar arasında sayılmaz, ama hala kütüphanemdeki en çok emek verdiğim kitap. Değip değmeyeceği sorusu ise, emeğin hala bir değer olup olmadığına göre yanıt bulacak…
- yaşın kutlu olsun, Aziz Nesin…