Firenklerin bir ejderha gibi ağızdan (ama aynı anda) hem sıcak hem soğuk üflemek diye bir sözü var. İktidar bir yandan, kayyum eskileri eliyle HDP’nin belediyeleri geri aldığı Güneydoğu’daki nüfusu Kürt yoğun illerde taşınmazlara el koyuyor; Kürtçe tabelaları iştahla indiriyor; kreşlere, eğitim merkezlerine varıncaya dek HDP’li belediyeler kamu yararına ne hizmet yaptıysa sonlandırıyor. Diğer yandan, İstanbul BŞB adayı Binali Yıldırım Diyarbakır’a gidip, kağıttan kem-küm okuyarak “rojbaş” diyor, kurucu mecliste “Kürdistan mebusu” olduğundan söz ediyor.
Koalisyonun beka mücadelesi ve güvenlik işlerinden sorumlu küçük ortağı Bahçeli, Milli Savunma Bakanı Akar’ın “son terörist temizleninceye dek” yürütüleceğini açıkladığı (herhalde ismiyle müsemma) “Pençe” adlı askeri harekâtı kuvvetle destekliyor. Akar, eşanlı olarak Afrin mıntıkasında da operasyon yürütüldüğünü ayrıca ifade ediyor. İçişleri Bakanı Soylu’nun da Akar’dan geri kalmayarak, içeride dağlarda bazen üçyüz, bazen altıyüz terörist kaldığını vurguladığını görüyoruz.
Yeni rejimde bakanlar artık atanmış kişiler. Ayrıca, Genelkurmay yani TSK, Milli Savunma Bakanlığı’na bağlandı. Buna karşılık, “el çabukluğu marifet” Genelkurmay Başkanı üniformasını çıkaran Org. Akar, MSB ceketini giydi. Bir başka deyişle, nasıl İkinci Başkan varsa, bir anlamda yeni düzende MSB komutan, Genelkurmay Başkanı onun ikinci başkanına dönüştü. Ötesi, eski rejimde cihet-i askeriye malum konularda “sivillerin işidir” der susar ve bildiğini okurdu. Şimdi, barış sürecine benzer birtakım çabaların başlayabileceğine dair belirtilere MSB Akar, kabinenin atanmış üyesi olsa da, aynı basmakalıp tepkiyi mi veriyor, pek çok şey gibi onu da bilemiyoruz.
İkiyüz küsur yıldır yüzümüzü döndüğümüz ve hiç yoktan 1856 Paris Anlaşması’ndan bu yana ayrılmaz bir parçası olduğumuz Batı’yı ABD, NATO, AB diye düşünce kolaylığı bakımından sınıflandırsak, karşımıza bugün itibarıyla nasıl bir resim çıkıyor, kısaca ona da bakalım. ABD Savunma Bakanı Vekili Shanahan mevkidaşı MSB Akar’a gönderdiği, metni de sızdırılan, mektubunda “Türkiye S-400 alırsa, F-35 verilmeyecek, CAATSA yaptırımları uygulanacak, Türkiye’nin ABD ve NATO ile ilişkileri sorgulanacak” diyor. İlk adım olarak da, 12 Haziran’daki F-35 programı CEO’ları toplantısına Türkiye’nin davet edilmeyeceğini bildiriyor.
AB ise Türkiye’nin tam üyelik sevdasından ilelebet vazgeçmesi, gümrük birliği güncellemesinde ısrarcı olmaması ve mültecileri kendi sınırında tutması karşılığında mali katkı sunuyor ve hukuk devletinin içe çöküşüne seyirci kalıyor. Türkiye ekonomisinin tam anlamıyla alabora olmasına ise herhalde izin vermeyecek. AB, Türkiye gemisini iktisaden yüzdürebilir ama gemiyi limana vardıramaz. Gemiyi limana vardıracak olan eninde sonunda IMF. IMF demek ABD demek, “ABD nerede birader” derseniz, yanıtı bir üstteki paragrafta.
Boynumuz tutulmazsa haritada aşağıya da bakalım: Irak Başbakanı Adil Abdülmehdi Ankara’ya, Cumhurbaşkanı Dr.Berham Salih İstanbul’a (“burası çok önemli”) geldiler. O zaman sıra yeni seçilen Irak Kürdistan Bölgesi (IKB) Başkanı Neçirvan Barzani’de mi diye sormuş ve gerek onun gerek yeni IKB Başbakanı Mesrur Barzani’nin resmi ünvanlarıyla ve görüşme odağı petrol ve doğal gaz olmak üzere (PKK’ye karşı işbirliği değil) Ankara’da ağırlanmalarının yerinde bir diplomatik girişim olacağını kendimce savunmuştum. Sanırım, Neçirvan Barzani’nin kısa zaman içinde belki bu hafta ülkemizi ziyareti gündemde, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın telefonla kutlamasının kamuoyuyla paylaşılması bana bunu anlatıyor.
İmralı Cezaevi’ndeki Abdullah Öcalan’ın da avukatlarıyla görüşmelerinin yeniden başlaması, kardeşiyle yaptığı bayramlaşmada dışarıya ilettiği mesajlar, MİT Başkanı Fidan’ın ve belki saraydan da daha önceki barış görüşmelerinden deneyim sahibi bazı “aksaçlı” yetkililerin temaslar sürdürdüğüne dair duyumlar, topluca bize bir şeyler söylüyor olmalı. Karanlıkta el yordamıyla konuştuğumun farkındayım, okurun mazur görmesini dilerim, çapımız belli. Bu gelişmelerin yanına hem ABD ile ikili ve hem ABD üzerinden SDG ile Fırat’ın Doğusu için varılacak üçlü bir uzlaşı beklenmeli. Var mı, olası mı?
Özcesi, az gittik, uz gittik yeni Türkiye’nin millet bahçelerinin çimlerinde yatıp, yuvarlanacağız derken, kendimizi eski Türkiye’nin bildik bozkır ve bayırlarında koşuşturur bulduk. Bir tarafta karnından konuşur gibi, yumurtaların üzerinde yürür gibi, sanki yeniden doğar gibi, kimlerin hangi arka odalarda yürüttüğü belli olmayan siyasi, sivil temaslar var. Onun koşutunda davullu zurnalı, ulusalcısı, milliyetçisi, derini, sığı, apoletlisi, takım elbiselisi birlikte, sanki beni boğar gibi açıktan uygulanan güvenlikçi ve hamasi önlemler. Bunların hepsi, tek elden, tek merkezden bir plan dahilinde yürütülen, gergef gibi ince ince işlenen bir bütüncül siyasetin parçaları da, biz mi göremiyoruz?
Dahası tüm bu harcanan kaynaklara, emeğe, zamana, ayak oyunlarına, saray darbelerine ne gerek var? Her kafadan bir ses çıkıyor: Balyoz mağduru da, siyasal İslamcı köşe yazarı da, kim var kim yok, Akdeniz’e hakimiyetten, bayrak dikmekten, Zagroslardan İskenderun’a uzanan Kürt koridorunu kesmekten, emperyalizmle mücadeleden, ittihatçıvari fedailikten, bendimizi çiğneyip taşmaktan söz ediyor. Benim neyim eksik, o zaman ben de ateşliyorum: Madem Avrupa Birliği bize hayal ve haram oldu, Suriye ve Irak Kürtleriyle birlik olalım. Ülkemizde de çoğulcu, ademimerkeziyetçi anayasal reform yapalım. Laik, demokratik, parlamenter cumhuriyet ve Fransa benzeri bir yarı-başkanlık rejimiyle yola devam edelim. Ver gazı, ver coşkuyu.
“Ortak olmak her sevince, her derde, kedere / Ve yürümek ömür boyu, beraberce, el ele.” Ne dersiniz? Ben büsbüyük, steroidli ama en önemlisi huzurlu bir Türkiye için evet diyorum, ya siz?