Önce emekli büyükelçiler sonra emekli amiraller derken eski milletvekillerince yayınlanan bildiriler, İstanbul Sözleşmesi hakkındaki sözde fesih kararının yol açtığı toplumsal ve siyasal depremin artçı sarsıntıları niteliğinde. İstanbul Sözleşmesi’ne ilişkin hukuksuz kararın tartışılmaz, konuşulmaz hale getirilmesini isteyen iktidarın ekmeğine yağ sürercesine asıl sorunu görünmez kılarak darbeye bağladılar. Konu Cumhurbaşkanı kararıyla İstanbul Sözleşmesi'nden çekilme usulünün iç hukuka uygun olup olmadığı tartışmalarıyla ilişkiliydi. El çabukluğu marifetiyle Cumhurbaşkanı'na darbeye dönüştü. Millete darbe, milli iradeye darbe çığlıklarının ortalığı kaplamasına aldanmayalım. Şahsım ülkesinde millet de milli irade de tek kişiden, hatta o tek kişinin hasbelkader oturduğu koltuktan ibaret. Cumhurbaşkanı'na darbe korkusu anlamındaki “muhayyel tehlike”, İstanbul Sözleşmesi kararıyla kadınların eşit yurttaşlık haklarının gasp edilişini perdelemek için kullanılıyor. Şüphe yok. Yine de neler olduğuna dönüp bakmaktan kendimizi alamıyoruz.
Bu bildiriler içinde özellikle 104 emekli amiralin imzaladığı bildirinin, sözde fesih kararını tartışılmaz kılmak dışında başka ne gibi anlamlar taşıdığına dair iki yazardan alıntı yapacağım. Niçin düşüncelere daldığımızı Ümit Kıvanç çok güzel açıklamış: "Yüce millete' sesleniliyordu. 'Millet' olarak biliriz ki, ancak ihtiyaç halinde yüceltiliriz, bu hitap bize böyle seslenebilecek olanlar tarafından dile getirildiğinde bizden bir şey istenecektir. Bir şeyi yapmamız ya da yapmamamız, başkaldırıp baş eğmemiz, en hafifinden birilerinin yapacağı bir işin meşruiyetini baştan kabullenmemiz beklenecektir. Devlet yetkileri taşımış, taşıyan hiç kimsenin millete herhangi bir yücelik atfetmediği malumumuzdur. Böyle yapıyormuş gibi göründüklerinde hepimiz haliyle tedirgin olur, başımızı geleceği kestirmeye çabalarız.” Bildiri hakkında bir de İrfan Atan’dan alıntıyla konuyu tamamlayıp tekrar Sözleşme’ye dönebilirim. Müttefik kaybını fırsata çevirmek başlığı ile yaptığı analiz hayli öğretici: “Emekli amirallerin açıklamada aktardığı rahatsızlığın iktidarın 'yapısıyla' ilgisi yok. Aksine onlar da iktidar gibi özgürlükleri, demokrasiyi, eşitliği sadece bol tuzaklı bir saha olarak görüyor.” Bildirinin bana düşündürdüklerini özetleyen bu iki alıntıdan sonra tekrar konuşulmaz kılınmak istenen gerçek soruna dönebiliriz. Önce hukuksuzluk, iç hukuka aykırılık gibi son derece önemli yetki aşımı tartışmasını darbe çağrışımına dönüştüren Monrö (Montreux Boğazlar Sözleşmesi) meselesinin nereden çıktığını hatırlayalım.
Mustafa Şentop’un konuk edildiği özel yayının, “Sözleşmeden çekilme yetkisi kimin?” sorusuna cevap aranan bölümünde “Yeni sistemde son onay Cumhurbaşkanı'nda” cümlesi ekran bandı olarak göz önündeydi. İstanbul Sözleşmesi'nin yine bir gece yarısı 20 Mart'ın ilk saatlerinde yayınlanan kararla Türkiye açısından tek taraflı feshedilmesiydi konu. Gazetecinin sorusu ve soruş şeklini hatırda tutmakta fayda var. Diyor ki Muharrem Sarıkaya “Sayın Cumhurbaşkanı'nı kast etmiyorum da bir gün bir cumhurbaşkanı gelir ‘ben Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinden çekiliyorum hatta Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Sözleşmesi'nden çekiliyorum diyebilir mi? Meclis Başkanı sektirmeden anında ‘teknik olarak mümkün’ cevabını yapıştırıyor. Ancak sözleri devam ederken diğer gazeteci Serap Belet ‘ya diğer antlaşmalar?’ sorusuyla araya girmek isterken Muharrem Sarıkaya, kadın gazetecinin lafını ağzına tıkayıp ‘ya Monrö?’ sorusunu ortaya atıyor. Şentop başlamış olduğu cevabı değiştirmiyor ve Cumhurbaşkanı'nın engin yetkilerini devletlerin egemenlik hakları ile izaha devam ediyordu. İstanbul Sözleşmesi’nden Boğazlar Sözleşmesi’ne giden yolun açılışı böyleydi. Ve zaten Kanal İstanbul projesine itirazlarda da Boğazlar Sözleşmesi gündem olmuştu. Fakat asıl konuşulması gereken o “Son onay Cumhurbaşkanı'nda” ifadesi buharlaşıverdi. Son onay ifadesiyle aslında Sözleşme hakkındaki fesih kararının gerçekten 'sözde' yaftasını hak ettiğini itiraf etmiş oluyordu çünkü o son onaydan önce iç hukukun gerektirdiği hiçbir onay mekanizmasının işletilmediğine gelmeliydi söz sırası. Olmadı. Gerçek tahayyül ile boğuldu. Monrö ihtimali kadınların yaşam hakkı gerçeğinden daha önemliymiş gibi sunuldu topluma ve tabi hepsinden önemlisi Cumhurbaşkanına darbe korkusunun beslenmesi oldu.
Pazartesi günü bir başka televizyon programında Ali Babacan’ın İstanbul Sözleşmesi ile ekonomik sorunlar arasında kurduğu ilişki ise son haftalarda duyduğum en iyi politik söylemdi. Sözde fesih kararı ve ekonomi arasındaki ilişkiye dair Ali Babacan’ın tespiti, bilinen en eski iktisat kurallarından birisi. Kadın hakları ve sorunları ile ekonomik sorunlar arasındaki bilinen paralelliği dile getiren politikacıya pek rastlanmadığı için bir partinin genel başkanından duymak hayli kıymetli. Kadınları ikincil gören ataerkil zihniyetin, kadın sorunları hakkındaki gündemi, 'gerçek gündemi' saptırmak için kullanılan ikincil konu olarak değerlendirmesi en sık başımıza gelen şeylerden. Kadın haklarının ve eşitliğin toplumun, siyasetin, ekonominin temel konusu olduğunu söyleyen politikacı pek görülmez. Ali Babacan ise programın kısacık bir bölümünde, ki soru bu olmadığı halde konuyu İstanbul Sözleşmesi'ne bağlayarak, kararın döviz kurundaki sıçramanın sebebi olduğunu belirtti. Ekonomik krizin perdesi değil sebebi olduğunu söylemesi, sözde fesih kararına ilişkin politikacılardan duyduğumuz en yerinde tespitlerden. Türkiye siyaseti açısından neredeyse milat bile sayılabilir. Gece yarısı operasyonla İstanbul Sözleşmesi'nin tek taraflı feshi ve Merkez Bankası Başkanı Naci Ağbal’ın görevden alınması sonrasında artan döviz kurunu hatırlattı Ali Babacan. Ekonominin İstanbul Sözleşmesi kararıyla ilişkisini işe şöyle kurdu: “Uluslararası sözleşmeden bu şekilde çekilme hukuk devleti güveni olmadığını gösterir. Hukuk binanın temelidir. Ekonomi bu temel üzerine inşa edilir. Demokrasi ve insan hakları, hukuk zemininde temeli teşkil eder ve ekonomik sistem ancak bu şeklide güven verir. İstanbul Sözleşmesi fesih kararı ülkeye, hazineye 500 milyar kaybettirdi. Fesih kararıyla döviz kurlarındaki yukarı gidişin maliyeti 500 milyar.”
Bildiride darbe çağrışımı okumanın tercih edilişi, İstanbul Sözleşmesi kararı için “önünü arkasını karıştırmayın” talimatına uymayı kolaylaştırmasından. İstanbul Sözleşmesi hakkındaki sözde fesih kararını geri çektirmek için muhalefetin ortak açıklama yapması beklenirken iktidar tarafından darbecilikle suçlanma korkusuna sevk edilmesi iktidarın kurnazlığı. Ancak darbe çağrışımları karşısında suçlanmaktan korunmak için muhalefetin elindeki yegane politik araç sahici olana sarılmak. Sahiden yaşanmış olan sözde fesih kararına hep birlikte güçlü bir itiraz gerekiyor. Tartışmayı asıl bağlamına çekerek “müttefik kaybını fırsata çevirmek” isteyen iktidara cevap verilebilir. Darbe mağduriyetine sığınmaktan başka çıkar yolu kalmayan iktidarı, muhalefetin ortak, birlikte, yan yana görünmekten korkmadan İstanbul Sözleşmesi hakkındaki sözde fesih kararını geri çekmeye zorlaması mümkün. Peki, muhtemel mi?