Babalar, kuyular, kalbi kırık adamlar: Ahlat Ağacı

İki kuşağın kalbi kırık erkeklerini ve baba-oğul meselelerini izliyoruz… Tek sahnedeki müthiş oyunuyla adını ‘gülün adı’ gibi zihnimize kazıyan Hazar Ergüçlü aracılığıyla Hatice üzerindense kasabalı erkeklerin bir kuyumcunun kıllı bileğine yenilen çekişmelerini anlatıyor “Ahlat Ağacı”. Dört başı mamur bir erkekler ve erkeklikler filmi, ilk elde. Ama filmin en “baba” meselesi bu değil… Hemen altındaki katmanda Sinan’ın bir omzu baştan inik girilmiş, canhıraş kitap bastırma çabaları ekseninde Türkiyeli sanatçının Doğu-Batı, evrensellik-yerellik, taşralılık-kentlilik gibi ikiliklere sıkışmış yazgısı, ‘yaratma endişesi’ var. Onun da altında aslında ‘Türkiyelilik’ var.

Zehra Çelenk zcelenk@gazeteduvar.com.tr

“Günümüz erkeğinin kalbi kırıktır.” “Ahlat Ağacı” üstüne düşünürken bu cümle zihnimde yankılanıp duruyor günlerdir… Nerede okuduğumu ya da izlediğimi hatırlamıyorum. Ama hissettirdiği şeyi gayet iyi hatırlıyorum. 17-18 yaşlarındaydım. Gözümün önüne hemen ağlayan bir baba gelmişti.

Günümüz erkeğinin kalbi kırıksa günümüz kadınının kalbi kaç parçadır Allah bilir. Bu afili cümleye biraz kızmamak elde değil bu nedenle. Yine de, bir şey anlatıyor. Çok şey anlatıyor.

Günümüz erkeğinin kalbi kırıktır. Kalbi kırık erkekler tarafından kalbi düzenli aralıklarla kırılan kadınlarla çevrilidir dört yanımız. Kimimiz çok gururludur, kalbini kimselere kırdırmaz, lüzum halinde kolu çekip bizzat kendisi kırar. Kalptir işte, illa ki kırılır.

Ağlayan baba, kalp kırıklığının padişahıdır. Dünyada insanı en çaresiz hissettiren şeylerden biridir, babaların ağlaması.

Babanızı ağlarken gördüğünüzde, korku, sevecenlik, utanç, öfke karışımı bir duygu seli içine girersiniz. Halı sizin ayağınızın altından çekilirken koltukta oturan birini tutmaya çalışmaya benzeyen, tuhaf, sallantılı bir hâl... Sırtımızı dayayacağımız yer olarak belletilen şeylerin aslında kendine bile çare olamadığını, insanın kırılganlığını anlatan müthiş bir an… Bir noktada hayatın bu ezberbozan kırılganlığıyla mutlaka tanışmamız gerekir… ‘Babalar’ yokluklarında da varlıkları kadar öğretici kişiler, her anlamda…

“Ahlat Ağacı”nın soğan benzeri katmanlı yapısının cücüğünde işte böyle bir ağlayan baba oturuyor. Ağladığını görmüyoruz aslında ama filmin, bittikten sonra da kafamızda günlerce süren serüvenine filmdeki annenin tarifiyle ‘uluya uluya ağlayan’ bir baba sesinin karışması kaçınılmaz oluyor.

Romantik, güleç bir ‘çocuk baba’, emekliliğin eşiğindeki öğretmen İdris. Hayal kırıklığından kaçma doktorası yapmış, kumara kaçıyor, doğaya kaçıyor, hep kaçıyor… Bir ayak daima dışarda, fıldır fıldır gözler, keçi melemesini andıran gülüşler. İdris’in aynı esnada bağra basmakla kafasına küt bir cisimle vurmak arası duygular uyandıran o bıçak sırtı karakterini Murat Cemcir öylesine bir ustalıkla canlandırmış ki… Tıpkı üniversite sonrasında, babasına benzememe kararlılığıyla çıktığı yolculuktan kuyruğu dik tutmaya çalışarak dönen Sinan’ı oynayan Doğu Demirkol gibi. Sinan bu erken dönüşün kesin dönüş de olduğunu sezmenin acısını film boyunca kendisinden, çevresinden, izleyiciden, her yerden çıkarıyor. Babasının basiretsizliği nedeniyle kırkından sonra ‘elalemin çocuğuna’ bakmak zorunda kalmış, kocasına günde beş vakit söylenirken çocuklarını “deme öyle, babandır…” diye uyarmayı ihmal etmeyen annesinin ve kızkardeşinin sorumluluğu da var gencecik omuzlarında. Sinan, eve döndüğünde, ‘orada olmayan baba’nın yerine geçmek zorunda olduğunu biliyor. Daha kendi hayalleri emekleme aşamasındayken bu ağır yükü nasıl kaldıracağını bilememek, öfkesine öfke ekliyor.

“Ahlat Ağacı”nın her anında, dilin eksik dişi yoklaması tarzında ‘varyokluk’unu hissettiren bir baba var. Daha düz yolda yürümeyi beceremezken ‘oyuncaklı bir metaroman’ yazmak gibi bir işe kalkışmış, bizim ona inandığımız kadar bile kendisine inanmayan, alaycı, öfkeli, ‘kaybeden’ olmaya ant içmiş genç Sinan var. İkisinin de arkasında toprakla haşır neşir, kör kuyudan su çıkarma uğraşını aile erkeklerinin kaderi haline getirmiş bir dede var. İnadı inat, ‘k.çı iki kanat’ adamlar manifestosu mahiyetinde üç kuşak. İdeallerin, hayallerin, kültürün alanına geçmeye her çalıştıklarında ayaklarına bağlı coğrafya tarafından aşağı çekilen bir baba-oğul. Baba kabullenme aşamasında. Oğulsa daha işin başında, çok öfkeli. Diktatör olsa bu kasabaya atom bombası atar, öyle diyor.

Sinan babasına, kendisine, doğduğu toprakların aşamadığı yazgısına, kasabalı akranlarına, onca mürekkep yalamaya rağmen kasaba erkekleri kadar bile erişiminin olmadığı kadınlara, çaresizliğini sahnelenmekten eskimiş bir oyuna dönüştürmüş annesine de, herkese öfkeli. İmkanı olsa perdeyi yırtıp tek tek hepimizin boğazını sıkar geri döner, yine içinin şişi inmez. Kendisi de farkında bu işte bir terslik olduğunun. “İnsanları sevmeyen bir yazar, nasıl olur ki?” diye soruyor. Sinan aslında insanları sevmiyor değil bence, insanlardan korkuyor. Tüm küstahlığının, iğneleyiciliğinin altında bu var. Sevemediği esas kişi kendisi. Onun yolculuğunu ve dönüşümünü izliyoruz film boyunca…

Sinan ve babası aracılığıyla iki kuşağın kalbi kırık erkeklerini ve baba-oğul meselelerini izliyoruz… Tek sahnedeki müthiş oyunuyla adını ‘gülün adı’ gibi zihnimize kazıyan Hazar Ergüçlü aracılığıyla Hatice üzerindense kasabalı erkeklerin bir kuyumcunun kıllı bileğine yenilen çekişmelerini anlatıyor “Ahlat Ağacı”. Dört başı mamur bir erkekler ve erkeklikler filmi, ilk elde. Ama filmin en “baba” meselesi bu değil…

Hemen altındaki katmanda Sinan’ın bir omzu baştan inik girilmiş, canhıraş kitap bastırma çabaları ekseninde Türkiyeli sanatçının Doğu-Batı, evrensellik-yerellik, taşralılık-kentlilik gibi ikiliklere sıkışmış yazgısı, ‘yaratma endişesi’ var. Onun da altında aslında ‘Türkiyelilik’ var. Ortak yazgımız, buna isyanımız ve bununla başa çıkmanın olası yolları hakkında müthiş bir film, “Ahlat Ağacı”.

Sinan bizde erkekliğin en yaygın haliyle, ‘ergenk’ bir karakter. Daha yirmilerinin başlarında ama otuz sonlarına kadar ergen kalacak, kırk başlarında bir ara kendisini bulur gibi olup oradan da hoop orta yaş krizine atlayarak ‘herifleşecek’ bir karakter, biliyoruz. Hiç yetişkin olamadan ömrünü çürüteceği endişeli bilgisiyle izliyoruz filmi.

Tüm bu ergenkliğiyle öyle gerçek bir karakter ki, filmin katmanlarıyla birleşerek herkes için bazı özdeşleşme imkanları sunuyor Sinan... “Türkiye, beni yedin!” diye haykıran Ahmet Hamdi Tanpınar da var onun içinde, Twitter’a her gün akış akış dökülen, öfke taklidi yapan korku ve çaresizlik de. O daha ortaya bir şey bile koymadan bumerang akıncı birliği gibi kendi geleceğini talan eden özyıkıcı, “anlamazlar, hakkım yenir, bizde olmaz… yapamayız abi…” hissi. O yenilginin kendisinden tuhaf bir haz almaya başlayan, korkaklığını küstahlığıyla gizlemeye çalışan içerideki çocuk…

Sinan’ın kanayan dudağı bu filmi benzersiz bir film haline getiren sayısız detaydan biri. Filmin Hatice’yle hesaplaşmalı, nefis rüzgarlı, bir anda erotik, ‘bir Nuri Bilge Ceylan tablosu’ diyebileceğimiz salt güzellikte tek sahnesinin sonundaki öpüşmeden dudağı kanayarak çıkıyor Sinan. Bu şalvarlı, başörtülü zehir zeki, uçurum kenarındaki kırmızı bir gül kadar çekici kız, Sinan’ı öperken ısırıyor. Oh olsun!

Filmin bir kadın karakter içeren en ‘gerçek’ anları bu sahneye ait. Sinan gibi Hatice de herkese öfkeli. Kaderinden çıkış yolu olarak bir kuyumcunun ‘define odası’nı bulurken o da bu maceranın hayattan çok ölüme benzeyeceğini biliyor. En çok da Sinan’a öfkeli belki. Çünkü zeka, kavrayış bakımından kendisini en iyi anlayabilecek kişiyken en uzağındaki erkek o olmuş hep. Öbürleri olanca kabalıklarıyla da olsa eteğinden ayrılmazken, Sinan arzuladığı kadına talip bile olamamış. Hatice o kadar haklı ki. Keşke ‘kurtuluş’un erkekler dışında da yollarının olduğunu, gerçek bir aşka da belki oralardan ulaşılabileceğini bilebilseydi… Macerasını en merak ettiğimiz kişilerden biri o ama o rüzgardan sonra kısacık bir düğün sahnesiyle Hatice’yle yollarımız ayrılıyor. Filmin aşka en benzeyen yanı da uçuveriyor böylece… Elde var kuyu.

Filmin ilk afişinin ortaya düşmesinden Cannes macerasına, “tablo gibi”, “şiir gibi”, “roman gibi” benzetmeleri yaptık durduk hepimiz. Bu anlattığım sahne dışında film ille bir tabloya benzetilecekse Munch’ın “Çığlık” tablosu olabilir ancak. O hiçbiri birbirine benzemeyen, Monet’den, vasat bir grafik uygulamaya tabii tutulmuş Picasso’ya, oradan toplumcu gerçekçiliğe evrilen afişlerdeki tuhaflık, tahmin edilebileceği gibi tesadüfi falan değilmiş. Ceylan fena tufaya getirmiş hepimizi!

Afişlerden itibaren hissedilen bu tuhaflık gibi, filmin içindeki, değil Ceylan kadar ‘kurt’ bir sinemacı, ilk kısa filmini çeken İletişim öğrencisinin ve tabii seyircinin gözünden kaçması imkansız aks sıçraması, tuhaf geçişler türünden teknik aksaklıkların da son derece bilinçli olduğuna inanıyorum. Ceylan filmde bahsi geçen ‘ahlat ağacı’ gibi yamru yumru, yer yer biçimsiz, tuhaf ama meyvesi de benzersiz bir film yapmak istemiş… Bunda da ancak onun kadar olgun ve büyük bir yönetmenin olabileceği kadar başarılı olmuş. Çünkü, “kuralları yıkabilmeniz için önce bunları bilmeniz gerekir.” Deha ve cüret budur.

Filme ilişkin “roman gibi” benzetmelerine katılıyorum. Boydan boya diyaloglu anlatımına rağmen film, bir tiyatro eserinden çok, episodik yapısı ve karakter derinliğiyle klasik, büyük romanları andırıyor. Bunun yanı sıra, gereğinde hikaye ve mesele lehine biçime feleğini şaşırtan bir üstkurmaca niteliği de var filmin. Eline kalemi yeni alan her Türkiyeli genç gibi Sinan’ın da “bir nevi metaroman yazmak istiyorum” tarzı alengirli, oyuncaklı arzusunu tam manasıyla hayata geçirmiş Nuri Bilge Ceylan. Bu anlamda ben filmi ancak bir John Fowles romanına, sözgelimi “Fransız Teğmenin Kadını”na benzetebiliyorum. Klasik romanların ürpertici lezzetini yenilikçi arayışlarla süsleyen, yer yer yabancılaştırma riskini göze alsa da izleyicinin ‘ipini’ bir an bile elden bırakmayan, çok kendine özgü, kalın bir romana…

Filmde dile gelen o kadar çok mesele var ki… Tüm bunlardan ve o upuzun, yer yer kitabi diyaloglardan sağ çıkmak için de Nuri Bilge Ceylan olmak gerekiyor herhalde. Diyaloglar, sık sık doğal/gerçek an ve tepkilerle kırıldıkları için göze/kulağa batmıyor. Filmin en sevdiğim sekanslarından biri olan, Sinan’ın kabusuna bağlandığını tahmin ettiğimiz ‘yazar karşılaşması’nda, bu kitabiliğin kendisi, “hayatla bağlarını tam kuramamış Türkiyeli genç bir yaratıcının dili, düşüncesi tam da böyle olur,” dedirtiyor. Serkan Keskin’in yenmez hakkıyla da pırıldayan, dünyalığı doğrultmuş yerel yazarla daha herhangi bir şeyini doğrultamadan alaycı ve iğneleyici genç yazarın karşılaşması o kadar etkileyici ve gerçek ki… Bağlandığı kırık heykelli, Truva atlı kabussa başlı başına bir şaheser. Daha fazla spoiler vermek istemezdim ama olan oldu sayın okur/seyirciler… Zaten spoilergeçirmez bir film bu bana göre. Dört-beş gün önce izlediğim film, kafamda dönmeye devam ediyor.

Nuri Bilge Ceylan, sinemasını gözümüzün önünde benzersiz bir serüven olarak inşa etmiş bir yönetmen. En sevdiğim filmi halen, tahtından indirilemez biçimde, “Bir Zamanlar Anadolu’da”. Ama bu filmler, yıllar, yollar boyu susmuş, sonra ufaktan konuşmaya başlamış, kendi çevresi ve evreninden gerçek oyunculara, suskunluktan ‘söz’e, müthiş bir görsellikten hikaye ve karakter önceliğine doğru anlatımını durmaksızın ilerletmiş dahi yönetmenin bu filmde yaptığı şeyin önünde dilin ve zihnin tutulmaması da imkansız. Yıllarca sustu, son iki filminde özellikle, aralıksız konuşuyor ve bunda kesinlikle bir hikmet var, evet.

188 dakikalık filmin, dillere pelesenk olan “kusurlu güzelliğin” ta kendisi, şahikası olduğunu düşünüyorum. Bu anlamda biçimi özüne bu derece yakın kaç film sayabiliriz, bilmiyorum…

Üç saatten biraz uzun bu film, gerçekten de insanı hiç sıkmıyor. Benim içerik olarak gerekli bulmakla birlikte, felsefe metnini andıran diyaloglarının yer yer sırıttığını düşündüğüm tek kısım, imamlı sahne. (Ki o da çok güzel oynanmış bir sahne…) Bu filmde Sinan kitabını, benliğini ve babasının kişiliğinde kendine dair öz sorgulamasını askeri, dini tüm kurumlara karşı, bu derinlikte yapmalıydı, evet… Sadece kitaplığındaki birkaç simgesel kitapla iyi bir okur olmakla övünen yerel iş adamının (Kubilay Tunçer çok iyi burada da…) olduğu sahneyi hem ‘özoryantalist bakış’ı hem de dozunda mizahi militarizm yergisi açısından daha iyi bulduğumu söylemeliyim.

Bennu Yıldırımlar müthiş oynuyor ama hem annede, hem de yarım hikâyesiyle büyüleyici Hatice dahil tüm kadın karakterlerde eksiklik var… (Ek olarak, o anne o kitabı okurdu bence! Son kadınlı spoilerım bu olsun…)

Filmle ilgili birkaç yazıyı okudum. İlginç biçimde birbirinin tekrarı da olmayan, hepsi filmi başka yönlerinden tutan, güzel yazılar… Salt üstüne yazmak için bunca heves, konuşmak, tartışmak için bunca heyecan uyandıran bir film bile ne büyük şans hepimiz için…

Nuri Bilge Ceylan, uzun ve çokça suskun bir yoldan kendi topraklarına, memleketi Çan’a döndüğü bu eşsiz macerada hepimizin beynine derin bir kıymığı, inceden batırıyor. Zihnimize bir Truva atı yerleştirip bizi bir kuyunun dibine bırakıyor.

İzledikten günler sonra hâlâ kafamda dönüp duran “Ahlat Ağacı” beni temalarıyla pek ilintili bile olmayan bir yoldan kendi kuyularımın dibine indirdi.

Filmin, ‘kitabı okuyan’ babayla ve ‘ideal okur’la hesaplaşmayı içerdiği final sahnesi çok çarpıcı… Nuri Bilge Ceylan bence finalde, “buradan çıkılmaz,” diyor. Ama ekliyor da, “Çıksan da dönüp dolaşacağın yer burası. Suyu kendi kuyunda bulmaya bak!”

Nuri Bilge Ceylan, aynı topraklarda ve aynı zaman diliminde yaşamaktan büyük mutluluk duyduğum bir deha. Kendi şeytanlarıyla ve hepimizin şeytanlarıyla boğuşurken yenilikçi yollar bulmayı her defasında başaran büyük bir yönetmen. Onun sinemasıyla ilişki, gerçek bir aşk gibi… Havai fişekler veya gül bahçesi değil, bizzat kendi kuyularımızla yüzleşmeyi vaat ediyor bize. Havai fişekler kuşları öldürüyor. Ceylan sen bizi kendimizi bulacağımız kuyulara, kendi gerçek düşlerimize ve kabuslarımıza götür….

Tüm yazılarını göster