Erwin Goffman Günlük Yaşamda Benliğin Sunumu başlıklı
çalışmasında, günlük hayat içindeki varoluşumuzu performans
kavramıyla tarif eder. Tabiri caizse hep birileri bizi izliyor
fikriyle hareket eder, bedenimizle, tepkilerimizle, aksesuarlarımız
ve en çok değer verdiğimiz objelerle benliğimizi teşhir ederiz
başkalarına. William Lowell Randall ise Bizi Biz Yapan
Hikayeler’le Goffman’ın tezini destekleyen bir argüman ortaya
atar: Kendimizi başkasının bakışına, yorumuna sunarken kurduğumuz
birçok hikâyenin kahramanı (veya mahkûmu) oluruz. Bu hikayeler
biricik değildir, zamanla değişir ve dışsal itkilerle de kurulur.
Bazıları kalıcı olurken, bazıları hiç yazılmamış gibi unutuluşa
terk edilir.
Hem kendimizi başkasının nazarına sunarken seçtiğimiz işaretler,
hem de hikayelerimizi yazarken öne çıkardığımız, bize atanan veya
kendimize atadığımız roller, kimlikler, olaylar, kişiler, dönüm
noktaları bazen kim olmaya zorlandığımızı, bazen de kim olmak
istediğimizi, hangi yönümüzle öne çıkmak istediğimizi gösterir.
İçinde yaşadığımız sosyal ağlar, hangi ülkenin vatandaşı olduğumuz,
hangi dinî cemaatin mensubu olduğumuz, düzene uyum gösterme veya
teslim olma potansiyelimiz kurguyu zorunlu bir menzile doğru
yönlendirse de, hayaller, beklentiler, direniş pratikleri de
temsiliyet biçimlerinde ve yaşam kurgularında belirleyici olur.
***
2017 yılından beri Gazete Duvar’a düzenli olarak yazdığım
yazılarda aile bireylerimden sıklıkla söz ediyorum. Bazen bu konuda
eleştiri de alıyorum. Mahrem sayılan ilişkilerin, yaşantıların
anonim bir kitleyle paylaşılması bizim kültürümüzde sık rastlanan
bir durum değil. Fakat hem “özel olan politiktir” savına, hem de
kişisel yaşantıdan yola çıkarak toplumsal analiz yapmanın isabetli
olduğuna yürekten inanan biri olarak bu eleştirileri kulak arkası
ediyorum. Bu yazıda, başka birçok yazımda sözünü ettiğim babamın
yakın zamandaki vefatının ardından, ondan kalan eşyaların
düşündüklerinden bahsetmek istiyorum. Yukarıdaki girizgahı da neden
başkaları değil de bu objelerin, hayatının son yıllarında ona eşlik
ettiğini anlamaya çalışırken bana yardımcı olsun diye yaptım. Ondan
kalanların bana, ona dair bildiğim ve bilmediğim birçok hikaye
anlattığını, onun hayatının çeşitli evrelerinde kendini nasıl
konumlandırdığını, yabancı nazara karşı nasıl bir profil çizmeye
çalıştığını, hülasa, onun kim olduğunu ya da kim olmak istediğini
anlattığını düşünüyorum. Bu anlama çabası babamla sınırlı imiş gibi
görünse de, hepimizin hayatı kuşanış hikayemize ve kimliklenme
sürecimize yönelik.
Ebeveynimizi ebeveynlik rollerinden sıyırıp birey olarak görmeye
çalışmak çok zor. Hele ki aile bağlarının her şeyden üstün
tutulduğu, belli bir yaş üstü grubun yaşamın içinde başka rollerde
aktif olmasına yönelik eleştirinin hakim olduğu ve ebeveynlik
kimliğinin kutsallaştırıldığı bir kültürde. Ben başka bir mercekle,
babamın annemi kaybettikten sonraki yaşam seyrini izlemeye
çalışıyordum bir süredir. Bir babaya bakar gibi değil de, taşrada
yetişip kendini yoktan var etmiş, Cumhuriyet değerlerine ve devlet
otoritesine bağlı olmasına ve bu bağlılığın onu öteki ve düşman
sayılanla mesafelendirmesine rağmen kendini demokrat, hatta solcu
olarak nitelendiren orta yaş üstü bir erkeğe bakar gibi bakmaya
zorladım hep kendimi. Bütünüyle mümkün olmadığını tahmin edersiniz.
Ama bir gayret başka bir zaviyeden bakmaya çalışınca farklı şeyler
görülebiliyor. Bir yandan da, Türkiye’de dulluğa, yaşlılığa ve
yalnızlığa cinsiyet, sınıf, kültür, gelenek, ahlak değişkenleri
hesaba katılarak nasıl yaklaşıldığını görebiliyorsunuz.
Babam annemden sonra yaşıtlarının arasında, huzurevinde yaşamak
istediğini açıklamıştı. Önce bize afallatıcı görünen bu tercih,
seçtiği ve çoktan başvuru yaptığı huzurevinin, dünyada benzerine az
rastlanır konfora sahip, İzmir Körfezi manzaralı odalardan, geniş
ve yeşil bir kampüsten oluşan, sayısız etkinlikle neredeyse
sakinlerinin yalnız kalmasına imkan vermeyen bir yer olduğunu
anlayınca makul hale gelmişti. Fakat bakım hizmetleri söz konusu
olduğunda aile çevresi ve sosyal çevre, aklı başında yetişkin
bireyin kararına saygı duymaya yanaşmıyordu. Dul bir erkek ya
yeniden evlenmeli ya da çocukları ona “bakmalıydı”. Bakıma ihtiyaç
duyup duymadığı, duysa da bunu aile bireylerinden değil
profesyonellerden almak isteyip istemediği sorusu yetişkin bireye
sorulmuyordu bile. Babam huzurevine yerleştikten ve orada çok
huzurlu ve keyifli olduğunu her vesileyle beyan etmeye başladıktan
sonra bile, aile çevresi ve komşulardan tutun da birlikte
bindiğimiz taksinin şoförüne kadar birçok kişinin tacize varan
sitemine, ayıplayan sözüne maruz kaldık. İlginç olan, halinden
memnun olduğunu dile getiren babamın yanında, o orada değilmiş
gibi, onun bakıma ihtiyaç duyan düşkün bir ihtiyar olduğunu ve
bizim evlatlık vazifemizi yerine getirmediğimizi ima eden, hatta
düpedüz beyan eden tanıdık ve yabancılarla muhatap oluyorduk.
Babam o huzurevinde uzun yıllar yaşadı. Yaşıtlarıyla birlikte
güzel günler geçirdi, halinden hiç şikayet etmedi ve geçtiğimiz
günlerde orada hastalanarak, hiç acı çekmeden, bizimle vedalaşma
şansı da bulup sessiz sedasız aramızdan ayrıldı. Kısa hastane
sürecine başlamadan önce, iyileşeceği inancıyla en gerekli
eşyalarını toplamak için huzurevindeki küçük odasına girmiştik.
Dolapları, çekmeceleri karıştırmak, onun mahremini oluşturan
eşyaları, aceleden de olsa hoyratça elden geçirmek çok dokundu
bana. Ölüme hazırlıksız yakalananların kaderi, kendilerine saklamak
istediklerini zamanında yok edememek olsa gerek. Okuduğum anı
kitaplarında ve çevremde sık rast geldiğim, yaşla veya ölümcül bir
hastalığa yakalanarak ölüme yakınlaştığını anladığında fotoğraf
albümlerini ve hatıra niteliği taşıyan özel eşyaları yok etmek,
varsa günlükleri, ufak tefek notları yakmak kişinin kendine
sakladığı hikayelerinin en yakınları tarafından bile bilinmemesini
istemelerinden kaynaklanıyor olsa gerek. Anne-baba, evlat,
hala-teyze, dayı-amca gibi ailevi rol ve kimliklerinden, öğretmen,
hekim, mühendis, sanatçı gibi mesleği olanlardan,
heteronormativitenin atadığı cinsel kimliklerden ve statü atayan
diğer kimliklerinden farklı, kendine sakladığın, umulmadık bir
benlik hikayesi.
İşte ben de babamın huzurevine giderken yanında götürdüklerini
tek tek elden geçirirken, 90 yıla yaklaşan ömrünü kim olarak
yaşamaya zorlandığını veya yaşamayı tercih ettiğini, içine doğduğu
coğrafya ve ailenin, okuduğu okulların, tanıştığı insanların,
yaptığı mesleğin, kurduğu ailenin ve evin onu nasıl
biçimlendirdiğini anlamaya çalıştım. Ankara’da hâlâ kullanıma açık
bir evi ve orada çok sayıda eşyası varken, hangi objeleri,
kıyafetleri, belgeleri yanında götürdüğünü tespit ettim önce. Çünkü
yanında götürdükleri, gittiği yerde karşılaşacağı muhtemel insan
topluluğuna onun hakkında bir büyük hikaye anlatacaktı. Kamusal
alanda daha az aktif, bedensel fonksiyonları eskisine göre çok daha
yavaş, ailesinden uzakta -ki bu uzaklık hayırsız evlat söylemiyle
birlikte karşılık bulabilirdi- artık kimsenin sorumluluğunu
alamayacağı, hiçbir işe yaramayacağı düşünülen bir erkek olarak,
kendi altın çağını, geçmişinin ışıltılı bulduğu kesitini götürmüştü
yanında. Sosyal medya yokken benliğimizi nasıl sunuyorsak, sosyal
medya kullanamayan, kullanmayı tercih etmeyen biri olarak babam da
o şekilde sunuyordu. Duvarlara mutlu ve geniş aile fotoğrafları,
diplomalar, başarı belgeleri asarak, yeri geldiğinde göstermek
üzere mezuniyet yıllıklarını, incelikle tasarlayıp yaptığı
maketlerin eskizlerini, askerlik terhis ve terfi belgelerini el
altında bir yerlerde tutarak…
Devlet otoritesine koşulsuz denecek kadar bağlı babam,
haksızlığa uğramaya hiç gelemezdi. O kadar bağlı olduğu “devlet”e
yaşamının bir döneminde isyan etmiş ve onunla ilgili vesikaları da
hayatının geri kalanının hikayelerinden biri olarak yanında
götürmüştü. Birçok erken Cumhuriyet kurumu gibi bugün
işlevsizleştirilmiş olan Hıfzıssıhha Enstitüsü’nün aşı
laboratuvarında başladığı çalışma hayatında, disiplini ve iş
idaresindeki dürüstlüğüyle yükseldiğini, yönetici kadrosuna da bu
özelliklerinden dolayı seçildiğini söylerdi. Onu o yapan
hikayelerden biri olarak, uzun yıllar önemli bir kurumun
vazgeçilmezi, neredeyse onu ayakta tutan kişi olduğuna inanır ve
bunu yeni tanıştığı kişilere bile anlatırdı. 12 Eylül’le birlikte
gelen askerî nizam, onu da etkilemiş, yöneticilikten uzaklaştırılıp
Erzincan’da bir sağlık ocağında sağlık memuru olarak “sürgüne”
gönderilmişti. Onun kadar enerjik ve çalışkan bir adamın erken
emekliliğine ve birçok özlük hakkının ihlal edilmesine sebep olan
bu tecrübe ölene kadar aklından çıkmayan bir haksızlık hikayesiydi.
Bu alacaklılık hikayesi yıllar süren hukuk mücadelesine rağmen
olumsuz sonuçlanmıştı. Mağduriyetten de bir zafer devşirirdi babam
o günleri anarken. “Dürüstlüğün, çalışkanlığın ödülü budur bu
memlekette, kızım” derdi. Bu kötü anılara dair belgeleri,
tutanakları da yanında götürmüştü babam. Sorgulamaksızın bağlı
olduğu babasının yüz çevirdiği bir çocuk gibi sitemli ve kahırlı
anlatırdı o süreci. Eminim yeni sosyal çevresiyle de paylaşmıştır
bu hikâyeyi.
Fakat onun devletle, resmî ideolojiyle kavgası bununla
sınırlıydı. Politik duruşumuzun ters düştüğü her durumda
yaşadığımız gerilim, onun geçmişle hesaplaşmayı reddetmesinden
kaynaklanıyordu. Büyüme sürecimizde ona yönelik kırgınlıklarımızı,
hayal kırıklıklarımızı açacak olsak, ya “o zamanlar öyleydi” deyip
geçer ya da inkâr yoluna başvururdu. Aynı tavır, kolektif travmalar
ve politik eleştiri söz konusu olduğunda da geçerliydi. Ailevi
gerilimlerle nasıl hesaplaşamıyorsa, toplumsal travmalarla da
hesaplaşamıyordu. Bunu yaparsa kendini ve inandığı düzeni
sorgulaması, sosyal dışlanmayı göze alması, konforunu bozması ve
özdüşünümsellik yoluyla kendini dönüştürmesi gerekecekti çünkü. Bu
anlamda çok sıradandı. Birden çok kuşağın ebeveynlik ve yurttaşlık
kalıplarını yineliyordu. Devlete zeval gelmemeli, vatana millete
hayırlı evlatlar yetişmeliydi. Bir kız çocuğu edep ve ahlak
kurallarına uygun yetişmeliydi.
Bu olumsuz özelliklerini bir yana bırakacak olursak, eşyalarının
arasından neşeli, hayalci, meraklı ve el becerileri gelişkin kavruk
bir çocuk; erken yaşta çalışma hayatına atılmış, yatılı okullarda
hemen büyüyüvermiş, duyguları ve hayalleri bastırılmış acemi bir
ergen ve insanları sevmeye, dert ortağı olmaya hazır bir yetişkin;
geçmiş hikayelerin bir kısmını tahrif etmek pahasını tümünü
güzellemeye dönüştüren bir yaşlı çıktı karşıma. Huzur içinde yat
baba, boşuna çiğnemedin. Hep söylendiği gibi, seni tanıyan son kişi
dünyadan göçene kadar yaşayacaksın.