Dünyanın her yerinde kadınların gazetecilik yapma hayali yadırganır, hatta yakışıksız bulunur. Erkeklerin hakimiyetinde bir meslektir gazetecilik. Türkan'ın da uzun süre onu yok sayan bir grup şöhretli gazeteciyle baş etmesi, maaşsız çalışmaya, haberlerinin imzasız yayınlanmasına razı olması gerekiyor.
“Gözlerimizi 1947 yılına çevirsek, ‘Bizim Yokuşda’ çalışan tek tük kadına rastlarız. Neriman Hikmet ‘halen Babıali’dedir’ şimdi avukatlık yapan Buran Saru, şimdi bir ajans sahibi olan Zeria Karadeniz gibi. Buran Saru o zamanlar haftalık İngilizce bir dergi çıkarıyordu ve Cumhuriyet gazetesinin sahiplerinden Doğan Nadi ile sözlü gibiydi. Bir tarafdan da Associated Press’de çalışıyor ve onların namına seyahatlar yapıyordu. Zeria Karadeniz ise Cihad Baban’ın çıkardığı Tasvir’de fıkra yazarıydı. Bilfiil muhabirlik yapmıyordu.”
Kalburüstü bir ailenin yurt içi ve dışında eğitim görmüş kızı Türkan Türker, çocukluktan taşıdığı hayali ve 19 yaşının inadıyla tırmandığı Babıali yokuşunun kadın sakinlerini böyle anlatıyor yazım hatalarına dokunmadan aktardığım, Bir Kadın Gazeteci başlıklı anılarında. Dünyanın her yerinde kadınların gazetecilik yapma hayali yadırganır, hatta yakışıksız bulunur. Erkeklerin hakimiyetinde bir meslektir gazetecilik. Çünkü gecesi gündüzü belli değildir. Hoyrat, rekabetçi bir çalışma ortamı vardır. Kadınların asli vazifesinin annelik ve aileyi ayakta tutmak olduğu her fırsatta vurgulanan ve ille de çalışacaklarsa çalışma saatleri düzenli olan öğretmenlik, sekreterlik gibi meslekler yapmaları veya bakım emeği harcanan, şefkat gerektiren hemşirelik, hastabakıcılık alanlarına yönelmeleri tembih edilen bir kültürde, gazeteci olacağım diye ortaya çıkan bir genç kadının en önce ailesini, yakın çevresini ikna etmesi, hatta bazen onları gözden çıkarması gerekecektir.
Türkan oyuncak yerine kâğıt, kalem ve mecmua ile geçirdiği çocukluk yıllarından sonra, 19 yaşındayken müdavimi olduğu Yıldız Mecmuası’nın okuyucu mektupları köşesine yazıp, dergi için röportaj yapmak istediğini bildirecek kadar kararlı ve cevval bir kadındır. Ankara’daki çocukluk ve ilkgençliğinde Ankara Radyosu’ndaki Çocuk Saati programında Neriman Hızır’ın rahle-i tedrisinden geçmiş olması yayıncılığa aşina kılmıştır Türkan’ı. Ama o yaşında bile, bir kadının Babıali’ye girişinin kolay olmayacağının farkındadır. Mektubuna cinsiyetsiz bir imza atar: T. Türker. Birçok kadın yazarın basın ve edebiyat piyasasının kapısını aralayabilmek için “erkeksi” bir giriş yapmak zorunda kaldıklarını hatırlatmak isterim. Marian Evans’ın George Elliot, Louisa May Alcott’un A. M. Bernard, bizde de Nihal Yeğinobalı’nın Vincent Ewing kılığına girmeleri gibi.
Hiç ummadığı bir anda mektubuna olumlu karşılık alır. Derginin yöneticisi Sezai Solelli ve yazarlardan Mehdi Onikinci önce karşılarında genç bir kız görmenin yarattığı şaşkınlığını atar, sonra da Türkan’ı başlarından savmak için olmayacak bir iş önerirler: dönemin en popüler ve oldukça da kaprisli yıldızlarından Cahide Sonku’yla röportaj yapacaktır. Ama ille de özel hayatını kurcalayacak ve mayolu fotoğraflarını getirecektir. Ona bu görevi tebliğ ederlerken bıyık altından nasıl güldüklerini gözümüzün önüne getirmek zor değil. Delice bir cesarete, inatçı bir kişiliğe ve sınıfsal bir özgüvene sahip Türkan bütün bunları başarır. Muhataplarına gelince, yayıncılık sektöründe rakipleri atlatmak, tiraj arttırmak zorunluluğu bir kadına taviz vermeyi caiz kılmaktadır. Daha ilk işinde haset yaratacak bir atlatma röportaj yapan Türkan’ın muhabirliğe giriş yapmasına adeta boyun eğerler.
Hemen hemen aynı yaşlarda 80’lerin basın piyasasında ayakta kalmaya çalışırken yaşadıklarımı düşünüyorum bunları okuyunca. Çoğu erkek meslektaşın kinayeli sözlerini, kötücül bakışlarını, bir kısmının tacizkâr tavırlarını, bırakın mesleği öğretmeyi rekabete girmeye bile değmeyecek bir yeniyetmeyi bezdirip kaçırmak için sarf edilen çabanın, yorucu ve gerilimli mesailerine tuhaf bir renk kattığını, egolarını şişirdiğini ve hemcinsleri nezdinde itibar kazandırdığını görmenin bende yarattığı dehşeti, hayal kırıklığını bugün bile sarih biçimde hatırlıyorum. Türkan’ın başına da benzer şeyler geliyor ve uzun süre onu yok sayan bir grup şöhretli gazeteciyle de baş etmesi, maaşsız çalışmaya, haberlerinin imzasız yayınlanmasına razı olması gerekiyor. Bununla da kalmıyor. “Babıali yokuşunda kıpırdasam dedikodu oluyordu. ‘Saçını şöyle taramış, böyle elbise giymiş, şu renk giymiş, kendisini Babıali’ye filan getirmiş, falan iltimas yapmış’ gibi hakikatle asla alakası olmayan acaib dedikodular… İnsanların kötü ve riyakâr olabileceğini hiçbir zaman havsalam almadığından bu hücumlara çok üzülüyor ve gizli gizli ağlıyordum.” Dikkat edin, iradesi ve gazeteci olma isteği öyle güçlü ki, ağladığını belli ederek pes ettiğini düşündürüp meslektaşlarını sevindirmiyor. İnadını sürdürüyor.
Türkan kadın gazeteci olarak kendisine biçilen rolün dışına çıkmak için çabalıyor hep. Mesela Kore Harbi’ni yerinde izlemek istiyor. “Kadından savaş muhabiri olmaz” cevabını alıyor. Fakat Semiha Es’in kocası Hikmet Feridun Es’in refakatinde de olsa cepheye gitmesine cevaz verildiğini görüp içerliyor. Londra’da yapılan olimpiyat oyunlarını izlemek için kendi imkanlarını da kullanarak yola çıkmaya hazırlandığında kafiledeki bir gazeteciyle sevgili olduğuna dair imzasız mektup ortalarda dolaşmaya başlıyor. Yeni İstanbul’da işe başladığında patronun karısını boşayıp onunla evleneceği söylentisi ortaya çıkıyor. Meslek hayatı boyunca benzer birçok dedikodu, birçok kadın meslektaşı gibi onun da ayağına dolanıyor.
Türkan, mesleğin profesyonellerinden farklı olarak, ailesinin, sosyal çevresinin ve sonra eşinin ona sağladığı bazı imkanları kullanarak muhabirliği adeta omuz zoruyla sürdürüyor. İşte bu imkanlar, ayrıcalıklar, kolaylıklar meşakkatli mesleği üç-beş kuruş maaş karşılığında ve zor koşullarda sürdüren erkek gazetecileri rahatsız ediyor. Türkan Babıali’den mekânsal olarak uzak kaldığında bile her toplantıyı, geziyi, sosyal olayı bir haber, röportaj, tefrika konusu olarak görüyor. Gönüllü muhabir olarak çalışıyor, İstanbul’daki gazetelere, dergilere yolluyor. Amerika ve Kanada’da geçirdiği yıllarda da durum değişmiyor. Conrad Hilton’la tanışıp ahbaplık etmesi sayesinde İstanbul Hilton’un görkemli açılışına Hollywood ünlüleri kafilesiyle katılıyor ve açılışı hem bir konuk, hem de bir muhabir olarak izliyor. O süreçte de Hilton’un metresi olarak anılmaktan kurtulamıyor. Hilton’a fahri hemşehrilik ünvanı verilirken yapılan seremonide yakasına rozet takma vazifesi Türkan’a veriliyor. Ertesi gün Hürriyet’in ilk sayfasından çıkan haberin fotoğraf altında Türkan bir gazeteci değil, İstanbullu sosyetik bir kadın gibi lanse ediliyor. Babıali’deki onca emeğine rağmen görmezden gelinmesi manidar.
Türkan’a karşı aynı umursamaz, hatta hırçın tavır 27 Mayıs’tan sonra da sürüyor. Belki gazeteci olarak davet edilmediği halde konuk olarak çağrılmasının avantajını kullanarak resmi davetlerden, kokteyllerden haberler, röportajlar geçmesinin yarattığı haksız rekabet duygusu, kadın gazetecilere yönelik küçümsemenin de etkisiyle birleşerek sektörden dışlanmasına sebep oluyor. “Gazetecilikle alakası olmayan, hayatında tek satır yazı yazmamış bir hanımın subayların arasına girmeye çalıştığı” konuşuluyor kıdemli meslektaşlar arasında.
Hal böyle olunca, Türkan’a, yabancı dil bilmesinin de etkisiyle, mesleki hayatı boyunca Beyoğlu muhabirliği ve cemiyet/dedikodu yazarlığı yapmak düşüyor. Daha sonra tafsilatlı anlatmak istediğim bu Babıali muhabirliği de enteresan bir uzmanlık alanı. Türkan, havaalanlarında, lüks otellerin lobilerinde, balo salonlarında, gece kulüplerinde dolaşarak yerli ve yabancı ünlüleri takip ediyor. Onlarla ilgili haberler, özel röportajlar yapıyor. Çarpıcı pozlarını yakalamaya ve resim-altı yazılarını köpürtmeye teşvik ediliyor. Onunla birlikte Beyoğlu muhabirliğine başlayan birçok kişi sonradan ünlü ve başarılı olarak anılan gazeteciler, yazarlar olabilmişlerken, Türkan hep bu tarz işlere yönlendiriliyor.
Türkan’ın anılarında özel hayatına, aşklarına, evliliğine, ailesine dair çok az malumat var. Kanadalı ilk eşiyle evliliğinin başlangıcını “Hususi hayatım değişiyor” gibi kuru bir başlıkla geçiştirip, onun sayesinde iki yıl boyunca Atlantik ötesinde yaşadığı maceraları, tanıştığı ünlüleri, yaptığı söyleşileri anlatıyor. İkinci bir evlilik yapıp çocuk sahibi de olduğunu bugün Google bilgileriyle ve çok dolaylı yoldan öğrenmek mümkün. Bunu gazetecilik yapmaya çabaladığı yıllar boyunca işinden çok özel hayatı, kadınlığı, güzelliği, şıklığı ile anılması ve sınıfsal, kültürel konumu sebebiyle kayırıldığı düşünülerek ona diş bilenmesine, muhabirliğe uygun bulunmayıp küçümsenmesine bağlayabilir miyiz? Yoksa, o kuşağın, özel hayatı kamusallaştırmanın ahlaki bir zaaf olduğuna inanıyor olmasına mı?
Herkes için bir kurtlar sofrası olan gazetecilik mesleğini, inatla ve işin doğrusu kişisel avantajlarını da kullanarak yapmaya çalışan Türkan’ın, özellikle erkek meslektaşlarından onay görme arzusu anlatı boyunca hep karşımıza çıkıyor. Mecbur olmadığı halde onlarla birlikte simit-çayla geçiştirdiği öğünler, ortak jargona dahil ve dert ortağı olma çabası da bunun tezahürü. Tanıdığı ve sevgilerini/onaylarını kazandığını düşündüğü ünlü gazetecilere sık sık gönderme yapması da öyle. Kitabın sonuna yazmaları rica ettiği bir grup erkek gazetecinin alaycı üslubu Türkan’ın ve başka kadın gazetecilerin Babıali’nin erkek dünyasında ne tür bir yer edinebildiklerini gösteriyor. “Kadın güzel bir şey” diyor Çetin Altan, “gazetecilik de öyle.” “Bu iki güzelliğini de eklerse, müellifi üç defa tebrik etmek gerekecek.” Halit Kıvanç, kadınların gazetecilikte tutunamamasından yine kendilerini sorumlu tutuyor ve ev içinde otorite kurmaya çalışan kadınları eleştirme fırsatını kaçırmıyor: “Belki de, evde daima ‘birinci kuvvet’ olmayı gaye edinen kadını, ‘dördüncü kuvvet’ sayıldığı için basın mesleği fazla cezbetmiyor.” Bir de Ümit Yaşar Oğuzcan’a kulak verin. Sanki Türkan anlatısı boyunca bundan şikâyet etmemiş gibi: “Şimdi tutsam Türkan’a mektup yazsam olmaz, arkadaşız, aşıkçılık oynayamayız, taşlama yazsam o da olmaz, kadındır, gazetecidir, ama iyi insandır.” Ah o ama! Nihayet Emil Galip Sandalcı, hem olumlu, hem de olumsuz yorumlanabilecek bir beyanda bulunuyor: “Kadın gazeteci olmadığıma memnunum.”
Ne yapsın Türkan? Kitabını cesaretlendirici ve teşvik edici bir cümleyle bitirsin bari: “Gazeteci olmak istiyen bütün genç kızlara ‘mücadeleyi, dedikoduyu, iftirayı’ göze almaları şartı ile gazeteciliği bütün kalbimle tavsiye ederim.” Ben de, kaç kuşağın okuduğu sayfalara mürekkep akıtmış nice emekçi kadın gazeteciden bir kısmını anarak bitireyim: Suat Derviş, Sabiha Sertel, Vasfiye Özkoçak, Necla Berkan, Sevgi Sanlı, Adviye Fenik, Azize Bergin, Müşerref Hekimoğlu, Nilüfer Yalçın.
Not: Kapaktaki görselde gördüğünüz kadın gazeteci Türkan Türker değildir. Türker’in mesleğini icra ederken çekilmiş bir fotoğrafına rastlayamadığım için, temsili olarak kullandığım, bir basın toplantısı öncesi Babıali muhabirlerini gösteren fotoğraftır.