Babil’in son sürgünleri: Almanya’dan bir hayat, sanat ve göçmenlik hikayesi
Bir Afgan, bir Suriyeli, bir Sudanlı, bir Kürt, bir Romanyalı. Tanrıların gazabıyla yıkılan kulenin tozlarından yeryüzüne tohum gibi saçılan ve hepsi başka dil konuşan yeni dünyanın son sürgünleri...
Gamze Rastgeldi*
Yeryüzüne tohum gibi saçmışım ölülerimi,
kimi Odesa’da yatar, kimi İstanbul’da, Prağ’da kimi.
En sevdiğim memleket yeryüzüdür.
Sıram gelince yeryüzüyle örtün üzerimi.
N. Hikmet, 1959
"Herkese merhaba, ismim Gamze. Türkiye’den buraya geleli bir yıl oldu. Ülkemde uzun yıllar gazetecilik yaptım. Gastronomi işiyle ilgili hiç deneyimim ve bilgim yok. Almancayı da yeni öğreniyorum. Buradaki her şey benim için yeni, o yüzden epey heyecanlıyım."
Böyle adım atıyorum kuleden içeriye ve sonra ne kadar kalabalık olduğumuzu anlıyorum. İş arkadaşlarımdan birisi Ukraynalı, savaştan kaçan yaşıtım bir kadın, diğeri moleküler biyoloji doktorasını bitirmek üzere olan bir Hindistanlı, okulda tanıştığım İranlı bir tasarımcı, Yunanistan’dan çalışmaya gelmiş gencecik bir kız. Hepimiz bir sonbahar günü, açılışına günler kalmış çağdaş sanat müzesinin terasında tanışmak için buluşuyoruz. Neredeyse 20 yıldır İngiltere’de yaşayan arkadaşım ertesi gün gülüyor telefonda, "tebrik ederim" diyor "demek sen de göçmen olarak mecburi hizmetine başladın. Buralara göç edip de yolu restorandan ya da kafeden geçmeyeni aramıza almıyoruz. Biliyor musun" diye ekliyor sonra, "vejeteryan olmama sebep burada ilk yıllarımda çalıştığım et restoranıdır. Orada Hırvat bir doktorla çalışmıştım, en çok ona üzülürdüm. Bir tıp doktoruydu ama mesleğini orada yapamıyordu." Neyse diyorum o zaman ben şanslıyım, en azından bir müzede iş bulmayı başardım. Sanat tarihi eğitimim de boşa gitmez! Bizim kafede et de olmayacak, bol bol kek pasta…
Müzenin açılışındaki coşku görülmeye değer… Başbakan dahil önemli konuklar kentin yeni sanat merkezini kutluyor. Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nin (DDR) çok sevilen mekanlarından birisinin bugünün “özgür” dünyasına kabul töreni bu. Binayı, izbe bir haldeyken sahiplenip tamamen yenileyen vakfın başkanının -ki kendisi Forbes’in dünya zenginleri listesinde yer alıyor- etrafı epey kalabalık. Konuşmalar hem teşekkür hem de Almanya’nın o fena günlerinin geride kalmasına şükran içeriyor. Doğu ve Batı’nın birleşmesinin bitmeyen kutlaması… Müzenin ilk sergisi de “kötü zamanlarda” üretilmiş iyi sanat eserlerinden oluşuyor. Kişisel koleksiyonuyla daha önce kentin en önemli müzesinin de kurucusu olan Vakıf Başkanı Hasso Plattner’ın DDR döneminden eserleri içeren koleksiyonu burada sergilenecek. Ama elbette “nostaljik” bir tavırla değil, “geleceğin harmoni, demokrasi, özgürlük, refah dolu dünyasına” doğru daha kararlı ilerlemek için geçmişe uzanan bir nazarla…
Görkemli açılıştan sonra düzenimiz yavaş yavaş oturuyor. Sabahın en erken saatlerinde, her zaman güler yüzlü Çinli temizlikçi bütün binayı süpürüp siliyor. Tuvaletleri, ortak mutfağı ve başka köşeleri mis gibi tutan Afrikalı arkadaşlarla selamlaşıyorum. Çoğunluğu Ortadoğulu ve Doğu Avrupalı güvenlik görevlileri gelip kapıları, kilitleri açıyor, saatlerce ayakta duracakları bekleme yerlerine geçiyor. Kasalara ve tanıtım bölümlerine daha çok part-time çalışan öğrenciler yerleşiyor. Nihayet saat 10’da bizim lüks kafemiz ve Almanya’nın eski-yeni sanat yapıtları görücüye çıkıyor.
Koridorlarda ya da molalarda zamanla birbirimizi tanımaya ve bildiğimiz her dilde sohbet etmeye başlıyoruz. Yugoslavyalıyım diyen sarışın güvenlik görevlisi Türkçe “merhaba” deyip, yemek yapmayı biliyor musun diye soruyor. Bildiği bütün yemekleri sayıyor bir bir, Türkçe isimleriyle… Derken Ukraynalı arkadaşımla Rusça sohbete başlıyorlar. Onların konuşmasına başka bir gün annesi babası Rus olan başka bir çalışan katılıyor. Biz Pakistan’dan 25 yıl önce ayrılmış, dünyanın neredeyse her yerinde çalışmış Reşit ile Almanca kursları hakkında İngilizce konuşurken, Iraklı arkadaşım güzel Türkçesi ile lafa girip şaşırtıyor beni: “İstanbul’da kaldım, dört sene çalıştım” diyor buraya gelmeden önce. “Türkçe öğrendim, para biriktirdim. Üç kere sınırı geçtim, hep yakalayıp geri gönderdiler Türkiye’ye… Türkiye’de bir kızı çok sevmiştim, vermediler. Sonra karar verdim gitmeye, bir kez daha geçtim sınırı. Kızın babası beni çalıştığım yerlere sormuş soruşturmuş, bana telefon ettiler, razı oldu baba gel dediler ama ben sınırı geçmiştim. Geri dönemedim.” Az sonra cep telefonunu çıkarıp küçük bebeğinin fotoğraflarını gösteriyor, ikimizin de yüzü aydınlanıyor. “Yeni evlendim diyor, annesi Ukraynalı. Çok iyi bir kadın. Burada yalnızlık çekiyor…"
Müzedeki kalabalık büyük bir merak ve ilgiyle ortalığı incelerken biz aramızda fısıldaşarak dertleşiyoruz bazen. O sabah çok üzgün görünen Ukraynalı arkadaşıma ne oldu diye soruyorum. Bütün hafta mahallemizin çevresini ve şehirdeki bütün altyapıyı bombalamışlar diyor. Odessa’da elektrik ve su kesik. Kara kışın ortasında ısınma çalışmıyor, su bulamıyorlar. Birkaç gün sonra haber alıyoruz annesi, çoluk çocuk yakınları, sobası olan bir köy evine sığınmışlar. Annesi ülkeyi terk etmeyi reddetmiş. Kardeşi ile kalkıp buralara gelmişler. Haftalar sonra bir gün sormaya cesaret ediyorum onu üzmekten korkarak, Julia buraya gelmeye nasıl karar verdin? Ne zaman, nasıl terk ettin ülkeyi?
Yüzü bulutlanıyor aniden. Karar vermedim ki diyor. "Bu bir karar değildi. Benim orada evim var, kendi işim vardı. Kız kardeşimin küçük çocukları var. Bombalar ve sirenler hiç durmadı. Kardeşim büyük bir korkuya kapıldı. Sığınaklarda kaldık sürekli. Onu hiç sakinleştiremedik. Sonra çocuklarını alıp kaçmaya karar verdi ve ben de onlarla birlikte ülkeyi terk ettim. Buraya çok zor ulaştık, trenle. Korkunç bir yolculuktu. Şimdi buradayım, önemli olan bu. Bundan sonrasında ne olacağını hiç bilmiyorum."
Güzel Odessa bombalanırken, Tahran’da gencecik bir kadın daha rejimin kurbanı oluyor. Onun ölümü, bütün ülkeyi ayağa kaldırıyor. İran’da kadınlar, erkekler, genç insanlar sokaklara taşıyor. İranlı arkadaşımla günler boyunca internete gömülüp görüntüler paylaşıyoruz birbirimizle… O bana katliam haberleri yolluyor ben ona örtülerini savurup dans eden kadınları… Ailesi, kız kardeşleri, insanlar için o kadar endişeli ki sonunda hasta düşüyor… Kişisel hikayesi bambaşka bir yere evriliyor sonra ve o günlerde Almanya’yı terk edip çok uzak bir ülkeye göç etmeye karar veriyor. “Hiç sevmedim burayı diyor, şu tezimi yazıp bir an önce gitmek istiyorum.” Onun arkasından, mutfakta meraklı sorularıma hep gülümseyen yüzüyle yanıt verip bana sabırla genetik anlatan Hindistanlı arkadaşım da gidiyor. Neşeli bir veda onunki, önemli bir bilimsel araştırma projesine kabul aldığı ABD’ye göç ediyor. Onlar gidince ben ıssızlaşıyorum, sanki sırtım biraz ürperiyor.
Geçmişin sanatıyla parıltılı geleceğe el sallayan, geniş terasından kenti yukarıdan izlediğimiz müze binası, DDR döneminde kentin en popüler mekanlarından birisi… Geceleri dans partilerinin, hafta sonları aile gezmelerinin yapıldığı eski bir restoran. Adını, Belarus’taki kardeş kent Minsk’ten almış. Mimar Karl-Heinz Birkholz'un teras restoranının yapımı, 1971'de gerekli çeliğin Doğu Almanya'da kıt olması nedeniyle uzun zaman ertelenmiş. Beyaz Rusya Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti, Potsdam ve Minsk’in kardeş şehir olmaları nedeniyle inşaata hem malzeme hem usta göndermiş. Böylece Minsk restoran, 1977’de Rusya'daki Ekim Devrimi'nin 60. Yıldönümünde, geleneksel bir Belarus restoranı olarak açılmış. Minsk’te ise Potsdamlı sanatçılar tarafından tasarlanan “Potsdam” restoranı 1970’den beri hizmet veriyormuş. Dönemin çoğu restoran, otel ve barı gibi bu restoran da DDR’nin devlete ait şirketi tarafından işletilmiş. İki Almanya’nın birleşmesinden sonra bir süre daha etkinlikler için kullanılan teras restoran, 1990’lı yıllarda tamamen kaderine terk edilmiş ve kimsenin yaklaşmadığı üzeri grafftilerle dolu metruk bir yapıya dönüşmüş.
Şehirde büyümüş, yaşlanmış neredeyse herkesin bir anısı var bu mekanda. Hatta açılış haftasında binayı günlerce doldurup taşıran ziyaretçilerin bazıları bize heyecanla anlatıyor: Biliyor musunuz ben burada çalışıyordum. Biliyor musunuz, ben bu binanın mimarlarından biriyim. Biliyor musunuz, şu yeni evler orada yoktu buradan bakıldığında büyük kiliseyi görebiliyorduk eskiden. Değişen elbette sadece manzara değil. Bu ortak mekanın doğduğu, öldüğü ve yeniden doğduğu zaman boyunca değişen çok şeyi görebiliyoruz aslında bu terastan.
Açılıştan bir hafta sonra önemli bir haber veriyor kafenin müdiresi. Burada güzel bir sanat performansı yapılacakmış diyor. Gerçekten hazırlıklar epey sürüyor. Sanatçı ve ekibi gelip müzenin her yerinde keşif yapıyor. Terasta şarap içip uzun uzun sohbet ediyorlar. Gazete haberleri ve duyurular hazırlanıyor. Sonra gün geliyor. Almanya’nın oldukça tanınmış televizyon ve sinema oyuncularından birisi, ünlü bir aktör personel odasında üzerine temizlikçilerin turuncu kıyafetlerini giyiyor. Eline süpürge ve temizlik kovasını alıyor ve tebdili kıyafetiyle haftanın iki günü aynı saatlerde heyecanla beklenen performansı sergiliyor. İnsanların arasında müzeyi süpürgesiyle gezen, orayı burayı temizleyen aktör, bazı günler kafemize de geliyor ve öğle molası vermiş bir personel taklidi yapıyor. Elinde küçük kumanyası ve bizden istediği kahvesiyle gürültülü bir şekilde gazetesini katlarken, Polonya aksanıyla yüksek sesle söyleniyor.
Onu tanıyan ya da bu performansı keşfe gelen bazı sanatseverler etrafına diziliyor kimi zaman, uzun uzun bu eseri izliyor. Bazıları fotoğraf çekiyor. Onlarla birlikte biz de gülümsüyoruz, aktör istifini hiç bozmuyor. Onunla her karşılaşmamda şimdi tam olduk diyorum, bakın sanat ve hayat burada gerçekten birleşti. İşte eşsiz bir çağdaş performansın oyuncuları: Temizlikçi taklidi yapan ünlü oyuncu, garson taklidi yapan gazeteci, bulaşık yıkayan genetikçi, bilet kesen tasarımcı, satış görevlisi öğretmen, aşçılık yapan tıp doktoru… Bir Afgan, bir Suriyeli, bir Sudanlı, bir Kürt, bir Romanyalı… Tanrıların gazabıyla yıkılan kulenin tozu toprağı içinden yeryüzüne tohum gibi saçılan ve hepsi başka dil konuşan yeni dünyanın son sürgünleri… Kentin en tepesinde yeniden ayağa dikilen Babil kulemizden manzaraya bakıyoruz. Nostaljik bir bakış olmasın lütfen diyor dış ses, gözlerinizi iyice kısıp ufka doğru bakarsanız uzaktaki parıltılı geleceği görebileceksiniz.
*Gazi Üniversitesi Gazetecilik mezunu. Anadolu Ajansı'nda, 15 yıla yakın çeşitli birimlerde muhabir olarak çalıştı. 2015’de işten çıkarıldı. Sendikal alanda bir süre profesyonel olarak çalıştı. Çevirmenlik yaptı, yazılar yazdı. Yayınlanmış iki çeviri kitabı var. Almanya’da yeniden öğrenci. Kadın ve çocuk alanında sosyal projeler üretmek konusunda uzmanlaşıyor.