Özdemir Turgut, 31 Mart 2014’teki yerel seçimden önce Adalet ve Kalkınma Partisi’ne Haymana Belediye Başkanlığı için aday adayı başvurusu yaptı. Reddedildi. Bunun üzerine, önce bağımsız adaylığını ilan etti; kısa süre sonra da Demokrat Parti’nin adayı oldu. Bunu, kendisine oy verecek Haymanalıların işini teknik olarak kolaylaştırmak için yaptığı seçimden hemen sonra ortaya çıkacaktı: Mazbatasını aldığı gün DP’den istifa etti ve “Ak Parti’ye katılmak istediğini” söyledi. Kendisiyle seçime girmek istemeyen partiye –üstelik onu sandıkta “yendiği” halde– katılmak istemesi; hem kendisi, hem AKP, hem de Türkiye’de ‘anaakım siyaset’ hakkında bildik bir kanaati pekiştirecek nitelikteydi: Burada, politik ya da etik ilkeler, ideolojik öncelikler ve fikri bir istikrar önem sahibi olmuyordu; güç ve çıkar ilişkisi, tüm ötekilerin önündeydi. Bu sayede AKP, daha birkaç hafta önce “partimizin adayı olamaz” diyerek geri çevirdiği birini kapsayabiliyor; o biri de kendisini istememiş olanlarda ısrar edebiliyordu. İktidar olanakları ve güç rezervlerini paylaşan bir simbiyoz sistem; bir ‘ortak beslenme’… Turgut, kelimenin yaygın anlamıyla bile bir ‘siyasetçi’ değil, avantajlı noktada kendi istihdamını sağlayan ‘gözü açık bir rekabetçi’ olduğunu gösteriyordu. AKP de, klasik anlamda bir siyasi parti değil, bir güç ve imtiyaz temerküzü alanı olduğunu, şu ya da bu nedenle güç sahibi olanların ilkesiz bir birliği olarak vücuda geldiğini… Nitekim ‘Yeni Türkiye’nin siyaset alanı da o ‘gözü açık rekabetçiler’ ile bunların bir loncası şeklinde örgütlenmiş sağcı partinin, siyasetten çok ticaret ve ihale mecrasındaki etkinliği olarak gerçekleşti.
Bu taşra kurnazlığı, ‘Anadolu’ sermayesi ve muhafazakarlığı ile neoliberal kapitalizmin izdivacının başlıca çöpçatanıydı. O izdivacın çeyizini yerken de iş gördü, taban tabana zıt siyasi ve ahlaki tutumları hazmederken de...
* * *
Haymana Ankara’nın en çok Kürt nüfusuna sahip ilçesi. Kürt nüfus seçim sonuçlarını belirleyecek boyutta. Bunun da etkisiyle olsa gerek, artık açıkça bir ‘araca’ dönüşmüş olan TRT Kürdi kanalı burayı sık sık ziyaret ediyor. Geçtiğimiz salı günü bu sortilerden biri daha yapılıyor ve ilçenin kaplıcaları tanıtılıyor. Kaymakam, Belediye Başkanı, eşraf, TRT Kürdi’nin Aydın Aydın isimli sunucusuyla program yapıyor. Ama gecenin sonuna doğru biraz işler çığırından çıkıyor. Neler olduğu belediyenin resmi web sayfasında şöyle anlatılıyor:
“Dünyanın En İyi Termal Suyu olarak tescillenen Haymana kaplıcalarının cazibesine dayanamayan Aydın Aydın kendini takım elbiseyle kaplıca havuzuna bıraktı. Aydın Aydın’a Haymana Belediye Başkanı Özdemir Turgut, sanatçılar Hüseyin Kağıt ve Hünkar da eşlik edince ortaya renkli görüntüler çıktı. Suda çocuklar gibi eğlenen Başkan Turgut ve Aydın Aydın Haymana kaplıcalarının şifalarından ve özelliklerinden bahsettikten sonra havuzda çiğ köfte yediler.”
Gerçekten de böyle oluyor. Sunucu, belediye başkanı, ‘sanatçılar’ ve bir takım başka kravatlı zevat, kameralar eşliğinde kaplıca havuzuna giysileriyle dalıyor. Çocuksu görünmeye çalışırken budala görünen, sevimli olmaya çalışırken gülünç olan bir topluluk, suyun içine anlamsız şekilde dalıp çıkıyor; bir anlamı olmayan, herhangi bir duyguyu da işaret etmeyen çığlıklar atarak havuzda ‘eğleniyor’. Bu tür siyasi gösterilerde adet olduğu üzere boynuna yerel futbol takımının atkısını da asmış olan program yapımcısı “Başkanım hadi bi daha dalalım” falan diyerek performansı organize ediyor. Aralarında suya enstrümanıyla birlikte girmiş bir davulcu da var. Suyun içinde bile protokole uyarak bir iki adım geride duran (belediye bürokratı mı, ‘başkanın adamları’ mı, o kaplıca tesisinin ‘ihalesini kazanmış’ gözü açıklar mı bilinmez) birileri, ceplerinden çıkardıkları kağıt paraları serpiştiriyor, birer penguen gibi suya dalıp çıkan belediye başkanı ve sunucunun üzerine doğru. Milli hassasiyetin şeker olmadığını ve sudan etkilenmediğini de anlıyoruz: Serptikleri paranın “dolar değil TL” olduğunu birden fazla kez vurguluyor, hem parayı saçanlar, hem de kendisi için para saçılanlar… Sonra bir tepsi içinde çiğ köfte getiriliyor kaplıca havuzunun içine. Merhum Levent Kırca’nın absürt skeçlerini andıran bir ortamda, takım elbiseli adamlar suya batıp çıkmaya devam ediyor; Kürt sunucu, bir ya da iki kez, belli belirsiz ve bağlamsız “dilê min” diyor. Başkentin merkezine 75 kilometre mesafede, o başkente malik olanların arzu ettiği bir “Kürtlük” ile o maliklerce ihya edilmiş bir “kurnazlık” aynı suyun içinde çözülüyor, birleşiyor.
Haymana kaplıcalarında, bürokratik formalarıyla şifalı sulara dalıp çıkan, dolar değil TL cinsinden bahşiş saçan, davul yüzdüren, çiğ köfte mıncıklayan ve bu çığırından çıkmış sakilliği, ertesi gün ‘ilçenin turizmine katkı için planladık’ diyerek savunan bir “ruh”, bir temsili beden çimiyor aslında. “Gelir getirici” bir faaliyetle ilişkilendirdiğinde her türlü rezilliği meşrulaştırdığını düşünen; faşing ortasındayken bile yerli milli kaşelerden yutturmaya çalışan; bir ulusun kültürünün temsilini, yılışık ve yoz, aslında kültürel köklerde bulunmayan, otantik olmayan bir eğlence (daha doğrusu tozutma) ritüeline, iki Kürtçe sözcüğün telaffuz edilebilmenin minnetine ve çiğ köfteye indirgemeye teşne olan bir çıkar birliği gürültü ediyor havuzun içinde. Bu zamanın bütün çarpıklığı, sembolik bir tek bedene dönüşüyor. Aynı esnada Üsküdar’ın yoksul bir semtinde, kentsel dönüşüme karşı camisini savunmak isteyen mahallelileri tazyikli suyla dağıtıyor mukaddesatçılar; sınıfsal ve ulusal sorunun iç içeliğinin birer canlı kanıtı olarak en kötü koşullara mahkûm edilmiş, çoğu Kürt inşaat işçilerini tutukluyorlar. Diğer yanda ne Anadolu’nun Anadolu, ne Kürdün Kürt olduğu bir imtiyaz taşkınlığında eğleniyorlar…